ANA SAYFA

31 Ocak 2016 Pazar

Olgun erkeklerden hoşlanan çıtır kız

Lan oğlum verdiniz gazı verdiniz gazı, tek başımıza bara gelip içmeye başladık. Etraf çıtır kız kaynıyor. Mini şortlusundan tut, yarım badilisine kadar... Her birini tek tek kesiyorum. Hafif de snob takılıyorum ki, ruhen yakın olduğumuzu göstereyim.

Bira söyledim kendime. Yanımda bir kız var; 18-19 gösteriyor. Daracık mini bir kot şort, siyah ince askılı bir bluz... Votka vişne içiyor. Kız hakikaten çok güzel de, çok küçük lan ama! Abartmamak lazım sanki.

Etrafa bakıyorum. Birini kesiyorum, yok. Ötekine gülümsüyorum, pas vermiyor. Berikine kadeh kaldırıyorum, ı-ıh... Kendimi öpücem artık sinirden.

Ben böyle cebelleşirken, yanımdaki 18'lik bana bakıp gülümsedi. Aha, vallaha hoşlandı! Yanıma sokuldu usulca;

- Çakmağınız var mı?

+ Tabii ki...

- Teşekkürler.

+ Rica ederim.


Kesin bayıldı bana. Cazibeme ve karizmama daha fazla dayanabilmesi mümkün değildi zaten. Çakmak bahanesiyle muhabbet açtı, bundan sonrası sende oğlum. Kız, gözünün içine bakıyor “götür beni” dercesine. Fena çarpıldı oğlum kız sana, hadi göster marifetini.


- Çok güzel bir cildiniz var. Sizin gibi genç ve güzel bir hanım, sigarayla mahvetmemeli o cildi.

+ Teşekkür ederim. Ama çok içmiyorum zaten.

- Votka vişne söylüyorum size?

+ Sağ ol amca. Çıkıcaz zaten birazdan.

- ...

Kızlar gitti. Bi sigara yaktım. Garson geldi;

- Biranızı tazeleyeyim mi?

+ Bardağı al, şu fıçıyı getir sen bana. Birayı kafamdan aşşaa dök, fıçıyı da götüme sok sana zahmet...


(İçimde yankılanan şarkı)




Kırk yaşım merhaba!

Hapisliğinin on birinci yılında, “Ben içeri düştüğümden beri, güneşin etrafında on kere döndü dünya” der, Nazım. Güneşe sorarsak, “Lafı bile edilmez, mikroskobik bir zaman”, Nazım’a göreyse “On senesi ömrümün”… Ben “içeri” düştüğümden beriyse güneşin etrafında kırk kere döndü dünya. Güneş için yine mikroskobik bir zaman elbet ama, bana göre “bütün bir hayat…”

Yaşımı “3” ile başlayan sayılarla ifade ettiğim 30’lu dönemlerimi devirip, telaffuzunda –en azından şu an için- zorlandığım yeni bir döneme giriyorum. Sancılı bir doğumun ardından kucağına alacak beni anam; birkaç saat sonra, 40 yıl önce…

Kırk yılın muhasebesini, muhakemesini yapıyorum. Geride kalan yılların envanterini yazarken, kendini olumlar çoğu zaman insan. Hoş, özel gün kutlamaları da, insanın kendisine gereğinden fazla önem vermesinden başka bir şey değildir ya… Benimki de pek kutlama sayılmaz işte. Kızılderili rehberin öyküsü gibi belki;

Meksika’da İnka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyulurlar. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılarlar. Aynı hızla, tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup, birden yere oturur ve böylece beklemeye başlar. Tabii, Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremez. Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyulur ve sonunda tepenin üstündeki görkemli İnka tapınaklarına ulaşırlar. Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere sorar;

- Hiç anlayamadım, niye yolun ortasında oturup saatlerce yok yere bekledik?‘

Yaşlı rehber, yanıtlar;

- Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik.

Büyükşehrin hoyrat yıkıcılığı arasındaki koşuşturmalarımız boyunca hırpalanmış, orasından burasından çekiştirilerek lime lime edilmiş ruhlarımız, tecavüze uğramış adalet tanrıçası gibi üstü başı perişan bir vaziyette karşımıza çıktığında nasıl karşılarız onu, bilmiyorum. Bildiğim, Leyla’sına kavuşmak ümidiyle çölde biçare dolanan Mecnun’un çatlamış dudaklarının hasret kaldığı bir damla suyun serabı gibi kof bir vuslat değildi beklediğim. Hayır hayır, “Bakın, ben ne denli nazenin bir insandım da siz getirdiniz beni bu hale” gibisinden küstah bir arabesk kurgulamıyorum. Ne münasebet? Yaşadığım her şey, kendi tercihlerimin doğal sonucuydu; birkaç istisna hariç. Bir de benim kırıp döktüklerim, incittiğim ruhlar var. Affetsinler…

Önceki yıl dönümlerimde daha fazla şey yazdım sanırım. Galiba artık, hayatın o kadar keskin olmadığının farkındayım. Hiç kimseye “Kırk yaşından öğütler” vermek niyetinde de değilim. O kadar aklım olsa kendime kullanırım. Zaman zaman düştüğüm bu durum da, insan egosunun doğal bir sonucu olsa gerek. Şimdiyse, bir yanda yazabilecek çok şeyim var, bir yanda hiçbir şeyim yok… Klavyede bastığım her harf, sıradan bir günceye düştüğüm nottan daha fazlası değil; belki yirmi yıl sonra okurum diye…

“Zaman akıyor” demiştim birkaç gün önce. Bunu görmek için takvim yapraklarını tek tek koparmaya gerek yok; her gün baktığım aynada giderek beyazlayan saçlarımdan, sakalımdan görebiliyorum. “Boğazlanan bir çocuğunun kanı gibi aktı zaman…” ve kırk yılımı devirdim bu dünyada…

Hayatıma bir şekilde girmiş, hayatlarına bir şekilde girdiğim, dokunduğum, dokunan insanlar… Bazılarının sadece yüzlerini anımsadığım, sayılarına dair hiçbir fikrimin olmadığı insanlar… Birbirimize bilinçli veya bilinçsiz dokunmasaydık, şimdiki ben olmazdım. Hepsine ayrı ayrı teşekkür ederim.

Daha yazacaklarım var elbet. Ne var ki erken başladı kutlamalar. Reel, sanal kimliklerimle kutlamaları yanıtlamalıyım. Kırk yaş dökümünü daha sonra, tekrar, temize çekerek yaparım.

Kırk yaşım, merhaba!


28 Ocak 2016 Perşembe

Hatırladıkça iç burkan garibanlık anıları

Evime yakın bir şehirde okudum üniversiteyi. Evde kalıyordum. İki-üç haftada bir, hafta sonları gelirdim eve. Cumadan gelir, pazar akşamı dönerdim.

Birinci sınıftayım. Ocak veya şubat ayı. Cuma günü geldim yine eve. Kar kış kıyamet bir soğuk var. Akşam yemeğinden sonra sıkılırdım genelde evde. Sene 95 falan; internet yok, cep telefonu yok. Arabayla şehri turlamayı severdim. Çıktım evden, arabayla gezmeye başladım. Dışarıda müthiş bir fırtına var, öyle böyle değil. Gece yarısına yakın bir saat. İki tarafı da boş, açık bir alandan geçiyorum. Karanlık, ıssız bir yol. O vakitler toplu taşıma falan da bulunmuyor o saatlerde. Az ötemde bir adamla bir kadın yürüyordu. Yavaş gittiğim için adamın kucağında bir şey olduğunu fark ettim. Dikkatli bakınca anladım ki, adam, battaniyeye sarıp sarmaladığı bebeğini taşıyor kucağında. O ayazda, o soğukta ve kuvvetli fırtınada kucağında bebeği, arkasında karısı, o karanlık ve ıssız yolda ilerlemeye çalışan adam... Boğazım düğümlendi, çok kısa süreliğine daldım adama bakarken.

                                                                **********

İlkokul ikinci sınıftayım. Babam dükkânı açalı üç-dört sene olmuş ama işler çok çok kötü. Ciddi bir yokluk çekiyoruz. Kız kardeşlerimden biri ilkokul birinci sınıfta, diğeri iki yaşında henüz. Biz kardeşimle çaya ekmek batırıp yaptığımız "kahvaltıyla" gidiyoruz okula. Evde soba yanmıyor, yakacak bir şey yok çünkü.

Sonbaharın ortaları veya sonları. Okuldan çıktık kardeşimle, eve gidiyoruz. Sağanak yağmur yağıyor. Herkesin üzerinde mont, yağmurluk, biz yalın önlük katınayız. Ayakkabımın altı su alıyor ama bizimkilere söylemiyorum. Babamın parası yok, alamazsa çok üzülür. Islana ıslana yürüyoruz iki kardeş. Yanımızda çok lüks bir spor araba durdu. Adamın yüzü hâlâ aklımda. Kırk-kırk beş yaşlarında, temiz yüzlü bir adam. Hüzünle baktı bize; acıyarak değil, hüzünle, kederle...

- Gelin çocuklar.

Kardeşim yüzüme baktı, ne yapacağımızı merak ederek. Başımla onayladım. Bindik arabaya. Evimizi sordu adam, tarif ettim. Gidiyoruz. Kardeşim arka koltukta, ben ön koltuktayım. Adam, çok kısa bir bakış attı bana. Bugün düşünüyorum o yüz ifadesini yine. Adamda acımadan çok bir hüzün vardı. Kendi geçmişini düşünüyordu belki de, bilmiyorum. Bir çocukla konuşur gibi değil, yetişkin biriyle dertleşir gibi konuşuyordu bizle. Evin önüne geldik. İndiğimizde bir bana, bir kardeşime baktı adam, içini çekip kafasıyla selam verdikten sonra gitti. Evde anneme anlattım. Gülümsemeyle ağlamak arasında oldu annemin yüzü. Yutkundu. İlk sorduğu soru:

- Teşekkür ettiniz mi?

+ Ettim anne.

- Ben de ettim anne.

+ Yine de bir daha tanımadığınız hiç kimsenin arabasına binmeyin.

- Soğuktu ama anne. Bi’ de çok ıslanmıştık.

+ Binmeyin.

- Tamam anne, binmeyiz.

İki gün sonra kardeşimle bana yeni birer mont alındı.

                                           
                                                       **********

Durdum adamın yanında. Pencereyi açtım;

- Abi gel.

Önce eğilip arabanın içine baktı, biraz dikkatle yüzüme baktı sonra. Bebek gibi temiz yüzlü bir gençtim o zaman, şimdiki gibi meymenetsiz değildim. Doğruldu adam, bir karısına baktı, bir bebeğe, bir de yola baktı uzun... Arka kapıyı açıp karısını bindirdi, kendisi de yanıma oturdu.

- Allah razı olsun delikanlı.

+ Cümlemizden abi... Ne tarafta oturuyorsun?

Söylediği yer şehrin diğer ucu, en az 3-4 kilometrelik bir yol. Kaloriferi sonuna kadar açtım.

- Allah bağışlasın abi. Kaç aylık?

+ Sağ olasın, sekiz aylık... Sen hayırdır bu saatte burada, geziyor muydun?

Utandım, geziyorum diyemedim.

- Yok abi, öyle bir akraba ziyaretinden dönüyordum.

Yol boyunca sohbet ettik. Orduluymuş adam, buraya çalışmak için gelmiş. Yeni yerleşmişler henüz. Tarif ettiği yere gittik. Asfalt yol bitti. Gece iyi göremediğim için yavaşlayıp gözlerimi kıstım, yolu arıyorum. Her taraf çamur deryası. Adam, arabanın kirleneceğini düşündüğümü sanmış olmalı ki;

- Tamam, biz burada inelim. Gerisini yürürüz zaten, çok bir şey kalmadı.

Yakın civarda ev yoktu oysa.

- Olur mu abi öyle şey? Sen yolu tarif et.

+ Vallahi zahmet etme daha.

- Abi zahmeti mi olur? Bebek de var kucağında.

Evinin önüne geldik. Tek kat bir gecekondu. Kapıyı açtı indi, karısının kapısını açtı. Bana dönerek;

- İki dakka bekle, gelicem şimdi.

Adamın bir şey vereceğini anladım. Tam, "gerek yok abi" diyecekken vazgeçtim. Aklıma ilk olarak para vereceği geldi çünkü. "Gerek yok" diyerek, adamı durduk yere borçlu hissettirecektim. Susup beklemenin daha doğru olacağına kanaat getirdim. Kısa süre sonra siyah bir poşetle çıktı evden.

- Bizim memleketin fındığı meşhur. Çam sakızı çoban armağanı işte.

+ Abi niye zahmet ettin?

- Lafı mı olur genç? Hakkını helal et. Allah da razı olsun senden.

+ Helal olsun abi, sen de et.

- Bahtın, yolun açık olsun...

Eve geldim, elimde bir torba fındık. Annem baktı;

- Bu ne?

+ Fındık anne.

- Nerden çıktı?

Anlattım. Kadın, sevgiyle gülümseyip baktı yüzüme. Hiçbir şey söylemedi. Alnımdan öpüp aldı torbayı elimden.

Odama doğru yürürken, arkamdan seslendi annem;

- Teşekkür ettin mi?


27 Ocak 2016 Çarşamba

Ara Güler



Ara Güler’in, Tayyip Erdoğan’ın fotoğraflarını çektikten sonra Ekşi Sözlük’te süren tartışmalar üzerine yazdığım, ancak sonra sözlük’ten sildiğim “ara güler” başlığındaki entry.








Savunusu çok kötü bir şekilde yapılıyor bu adamın.


Savunanların tezlerine kısaca baktım;

* Adam işini yapıyor.
* Mehmet Ali Birand da Apo ile görüştü.
* Adam, Salvador Dali gibi sanatçılarla arkadaştı.
* İşi bu. Hitler'i de çekebilirdi.
* Siz kimsiniz? Bu adamın eserleri yıllar sonrasına da kalacak.


Bu tezler arasında birbiriyle ilintili o kadar ilginç bağlantılar, kara delikler var ki...

Ara Güler, daha önce de defalarca belirtildiği gibi, kendisine sanatçı denmesinden hoşlanmayan, kendini foto muhabiri olarak tanımlayan biri. Muhabir, yani haber yapan. Tıpkı gazeteci gibi. Mehmet Ali Birand gibi tıpkı... Fotoğrafçılık ve gazetecilik, büyük oranda benzer birbirine. Her ikisi de, gerçeği bütünüyle değiştirebilmek ve mevcut gerçeklik yerine yeni bir yalanı gerçekmiş gibi gösterebilmek gücüne sahiptir. Hani klasik bir örnek vardır ya; bıçakla ekmek de kesebilirsin, insan da öldürebilirsin. Kullandığın amaca göre yararlı da olabilir, zararlı da. Fotoğrafçılık ve gazetecilik de, tıpkı bir bıçak gibidir; onu kullanış şekline ve amacına göre iyiliği ve kötülüğü değişebilir, bu nedenle de çok çok tehlikelidir.

Fotoğraf, hiçbir zaman gerçeği anlatmaz. Fotoğrafçı neyi, ne kadar göstermek istiyorsa onu gösterir. Bu bakımdan, tarihe tanıklık ettiği de her zaman doğru değildir. Örneğin her tarafı çöplerle dolu bir sokağın çöpsüz olan çok küçük bir parçasını çekerseniz ve bu fotoğraf yüz yıl sonraya kalırsa, yaptığınız işin adı tarihe tanıklık etmek olmaz. Tam tersine, tarihi çarpıtmış olursunuz bir yalanla. Kadrajın arkasından yoksulluk akarken salt zenginliği çektiğinizde, bir gerçeklikten söz etmiş olmazsınız. Tarihe tanıklık etmek için, olanı, olduğu gibi ve doğallığına hiç müdahale etmeden görüntülemek, yazmak zorundasınız. Fotoğrafını çekeceğiniz kişinin kravatını düzelttiğiniz anda dahi, gerçeklikle oynamış ve yeni bir algı oluşturmuş olursunuz.

Gazetecilik, bir gerçeği tüm çıplaklığıyla aktarmak olduğu gibi, bir propaganda aracına da dönüşebilir. Doğrudur, imkânım olsa ben de Abdullah Öcalan'la, Hitler’le vs görüşmek, röportaj yapmak isterdim. Bu röportaj; hazırlanan soruların niteliğine ve röportajın sunumuna göre çok farklı sonuçlar verir. Yaptığınız röportajın sonunda Öcalan’ı dünyanın en iyi kalpli insanı olarak da gösterebilirsiniz, yeryüzüne gelmiş en kötü kişi olarak da. Yani burada işinizin gazetecilik olmasından ziyade, onu ne amaçla ve neyi hedefleyerek kullandığınız önem kazanıyor.

"Adam işini yapıyor" mantığından yola çıkarsak, Ahmet Hakan'ı da eleştirmememiz gerekir, Ertuğrul Özkök'ü de. Sonuçta onlar işini yapıyor. Bir gazeteci olarak Erdoğan'ı yazıyor, çiziyor, anlatıyorlar. Onlara tepki gösterenlerin Ara Güler'i savunması tuhaf geliyor bana. Nasıl ki bir gazeteci, elindeki araçları kullanarak bir lideri olduğundan daha iyi gösterebilir ve toplum nezdinde sempati duyulmasını sağlayabilirse (ya da en azından bu amaç için uğraşabilirse), bir fotoğrafçı da aynı şekilde çektiği fotoğraflarla sanal bir gerçeklik yaratabilir, illüzyonlarla algı oluşturabilir.

Ara Güler'in işi ne? Fotoğraf çekmek. Yirmi yaşında ve amiri tarafından görevlendirildiği için mecburen herkesin fotoğraflarını çekmek zorunda olan birinden söz etmiyoruz. Canı istemezse, sevmediği kimselerin fotoğrafını gayet de çekmeyebilen biri söz konusu burada. Yani Erdoğan’ın fotoğraflarını çekmek gibi bir mecburiyeti yok; tamamen tercih.

Fotoğrafçılık, eskiden gerçekten de daha önemli bir işti. Çünkü fotoğraf makineleri bu kadar yaygın değildi, fotoğraf çekebilecek pek az insan vardı. Ressamlar olmasaydı örneğin, yüz yıllar öncesinde yaşamış liderlerin neye benzediğini bilemeyecektik. Fotoğraf, bu konuda biraz daha gerçekçi bir araç oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk lideri Mustafa Kemal’in fotoğraflanması önemliydi. Bunun için siyasi görüş, sevip sevmemek gibi kıstaslar pek geçerli olamaz, o dönemdeki fotoğraf olanakları düşünüldüğünde. Eğer o dönem küçük bir çocuk değil de fotoğraf çekmeye başlamış bir yetişkin olsaydı Ara Güler, Mustafa Kemal’in fotoğraflarını çekmiş olması çok büyük bir önem taşırdı. Çünkü ülkenin liderinin görüntülerini bugüne aktarabilme olanağı çok çok kısıtlıydı. Aynı şeyleri Adnan Menderes için de söyleyebilirim. Olanaklar görece daha gelişmiş olsa da, bir ülkenin başbakanının gelecek kuşaklara aktarılması aynı şekilde önemli olurdu. Peki, bugün bir liderin görüntülenmesi için Ara Güler'e özellikle gereksinim mi vardır? Cep telefonuyla bile görüntü kaydedilebilen bir dönemden bahsediyoruz. Elbette Ara Güler gibi ustanın işini cep telefonuyla çekilmiş saçma sapan bir şeyle kıyaslayacak kadar dangalak değilim. Olanakların genişliğini ve bu işi yapabilecek usta fotoğrafçı sayısının çokluğunu anlatabilmek için verdim bu örneği. Dolayısıyla, burada da bir iş konusundan söz etmek çok doğru gelmiyor bana. Kişisel tercihidir, kendi arşivi için bile isteyebilir (ki buna da kimse bir şey söyleyemez), ancak zorunlu bir iş gibi düşünmek, sanırım çok doğru olmaz.

Gelelim bu fotoğrafların içeriğine ve kullanılış amacına... Fotoğrafın gayet bir propaganda malzemesi olarak kullanılabileceğini anlattım. Burada üzerinde durduğum konu, Erdoğan’ın fotoğraflarını çekmiş olması değil; bu fotoğrafların içeriğinin ne olduğu. Daha önce paylaşılmış olan bir fotoğrafı örnek göstermek istiyorum;


  

Yüz yıl sonrasına tanıklık edecek fotoğraf bu işte. Cin Ali serisini bile okuduğu şüpheli olan birini kütüphanede kitap karıştırırken çekerek, üstelik de bunu doğal biçimde değil, tamamen mizansen oluşturarak mı tanıklık edeceksiniz tarihe? "Adamın işi" dediğiniz şey bu mu?

Şuradaki fotoğraflarına bir bakın örneğin; http://www.araguler.com.tr/istanbul.html

Bu fotoğraflar mı tanıklık eder tarihe, Erdoğan’ın kütüphanede kitap karıştırıyormuş gibi yaptığı mizansen mi? Üstelik yıllar önce verdiği bir röportajda, poz veren insanların fotoğraflarını çekmeyi sevmediğini, hayatı doğal akışında görüntülemeyi istediğini söyleyen bir Ara Güler çekiyor bu Erdoğan fotoğraflarını. Haa, elbette ünlüler portfolyosunda gayet poz vermiş kişiler var ama, onlarda bile bu denli oynanmamıştır sanıyorum algıyla.

İşte kendisine yönelik tepkilerin sebebi de, Erdoğan’ın fotoğrafını çekmiş olmasından ziyade, onun propagandasını yapmış, bu propagandaya aracı olmuş olması. Üstelik Erdoğan’ın iftar davetine katılan sanatçılar grubundan daha ciddi bir durum bu. Erdoğan karşıtları neden tepki gösterdi mesela Erdoğan’ın iftarına, davetine, eğlencesine giden isimlere? Diktatörün yanında oldukları için. Erdoğan, herhangi bir lider değil. Süleyman Demirel’den, Bülent Ecevit’ten çok farklı özelliklere sahip, toplumu bıçak gibi ikiye bölmüş ve toplumun yarısı tarafından diktatör olarak tanımlanan bir lider. Bu liderin yanında yer alanlara; Ali İsmail'leri, Berkin Elvan'ları hatırlatıp tepki koymak neyse, Ara Güler'e tepki göstermek de tam olarak odur.

Bu bakımdan, Salvador Dali ile olan arkadaşlığının referans gösterilmesi de ilginç olmuş işte. Bana göre dâhilikle uzak yakın ilgisi olmayan, dâhi taklidi yaparak parsayı toplamış, yaratıcı hayal gücüyle yeteneğini birleştirmiş, ama paragöz bir şarlatandır Dali. İspanya İç Savaşı'nda tarafsız kalmayı tercih eden bu Katalan ressam, İkinci Dünya Savaşı'nda da Fransa’yı terk etmiş, Orwell tarafından "Bir fare gibi kaçmakla" eleştirilmiş, savaş sonrası döndüğü Katalonya'da da faşist Franco rejimine tam anlamıyla destek vermiştir. Franco gibi faşist bir diktatörün idam kararlarını bile tebrik edebilmiş biridir Dali. Bu tavırlarından dolayı döneminin sürrealist sanatçıları tarafından dışlanan Dali referans gösteriliyor işte, "Ara Güler bu adamla arkadaştı" diye.

Zamanında Dali'nin Franco için yaptığını, bugün Ara Güler, Erdoğan için yapıyor. Olay, salt fotoğraf çekmek değil. Erdoğan’ın diktatörlüğünü olumluyor, hatta neredeyse güzelliyor.

Herkes istediği tarafta durabilir. Nasıl ki Ertuğrul Özkök, Yavuz Bingöl vs isimler Erdoğan’ın yanında duruyorsa, Ara Güler de tercihini bu yönde kullanabilir. Bu durumda, keskin bir şekilde ikiye ayrılmış ülkenin tarafları olarak, biz de diktatörün yanında kalmayı tercih edenlere tepkimizi ve tavrımızı koyabiliriz.



25 Ocak 2016 Pazartesi

Sözlükçülerin en anarşik hikayeleri

Her şey ben iki buçuk yaşındayken başladı...

Hafızam çok çok iyidir ve 2-3 yaşlarıma dair hatırladığım çok şey var. Bu anlatacağım olayın bir kısmını hatırlıyorum, bir kısmını da bana anlatılanlarla tamamladım. Öncesinde şu bilgiyi de kısaca geçmem gerek: Normalde son derece akıllı, uslu, söz dinleyen bir çocukmuşum. Asla yalan söylemezmişim -ki bu, ortaokul zamanıma kadar böyle sürdü. Sınıfta bir olaya karışsak, öğretmenim mutlaka bana sorardı. Ceza yiyeceğimi bile bile olanı biteni olduğu gibi anlatırdım. Verdiği sözleri tutan bir çocuktum ve karşımdakinden de aynısını beklerdim.

İki buçuk yaşındayım. Babam bir gün evden çıkıp bir yere gidecek, "Beni de al" diye tutturmuşum. O arada karyolanın üstüne çıkıp zıplamaya başlıyorum. Öyle zıplarken, kendimi sırtüstü atıyorum yatakta ve kafam (tam tepe noktası) karyolanın sivri köşesine çarparak yarılıyor. Epey bir kan akmış. Apar topar hastaneye götürüyorlar beni. Kafama dikiş atılacak ama öncesinde uyuşturmak için karnımdan iğne yapılması lazım. İğneyi görünce korkuyorum doğal olarak. Nereden duymuş özenmişsem, bir "Top ayakkabısı" takıntım var o zamanlar, babamdan sürekli top ayakkabısı istiyorum. Hemşire iğneyle yanıma gelince, babam elimi tutuyor ve konuşuyor benimle;

- Karnından iğne yapılacak. Eğer ağlamazsan sana top ayakkabısı alacağım.

+ Söz mü?

- Söz.

Hemşire, iğneyle yaklaşıyor karnıma. Gözlerimi kapatıyorum, dudaklarımı ısırıyorum, yumruklarımı sıkarak beklemeye başlıyorum. İğneyi batırıyor karnıma. Değil tek bir damla gözyaşı, değil bağırma, tek bir harf dahi çıkmıyor ağzımdan. Sadece hafif bir "ıghh" sesi, o da çok kısa. İğne bitiyor, kafama dikiş atılıyor, bende tık yok. Çıkıyoruz hastaneden.

Bir elimden annem, bir elimden babam tutuyor, yürüyoruz Şişli’den Kurtuluş’a doğru. Dükkânların önünden geçiyoruz, hiçbirine girmiyor babam. Derken bir bakıyorum ki, bizim sokağa gelmişiz. Kafamı kaldırıp babama bakıyorum;

- Top ayakkabısı?

+ Sonra alacağız oğlum.

- Söz demiştin?

+ Sonra alacağım, söz.

- Şimdi söz verdin ama?

+ Şimdi eve gidelim, sonra alırız.

Duruyorum olduğum yerde. Biz böyle anlaşmamıştık baba. Kaşlarım çatılıyor.

- Ben gelmiyorum eve.

+ Oğlum hadi gidiyoruz. Sonra alacağım dedim.

Annemle babamın elini bırakıyorum. Yanından geçmekte olduğumuz apartmanın girişindeki korkuluğun demirlerine sarılıyorum. Hatta sarılmanın ötesinde, kollarımı demirlerden geçirerek bir nevi zincirliyorum kendimi oraya.

- Söz verdin. Ben ağlamadım. Ayakkabımı istiyorum.

+ Oğlum tamam, gel. Valla alacağım ayakkabını.

- Ne zaman?

+ Eve gidelim, sonra alacağım.

- Şimdi!

İkisi birden beni çözmeye çalışıyor demirlerden. Bu kez başımı eğip kollarımın üstüne kapatıyorum kendimi. Çekiyorlar, ı-ıh... Onlar zorlamaya başlayınca, bu kez basıyorum çığlığı. Mecburen bırakıyorlar. Babam;

- Tamam oğlum. Kalk gel, şimdi gidip alacağız ayakkabıyı hemen.

Yek yeaa? Ben o kazığı bi’ kere yerim. Ne belli beni oradan kaldırıp kucağına alarak eve götürmeyeceğin?

- İnanmıyorum. Kandırıyorsun beni.

+ Oğlum valla kandırmıyorum. Gel hadi.

Annem devreye giriyor.

- Gel oğlum. Baban alacak ayakkabını.

Sen karışma anne. Sana güvenim sonsuz ama yanındaki adam hiç sağlam ayakkabı değil. Ayaküstü yemeye kalktı bizi. Cıks, güvenmiyorum ben bu adama.

- Hayır anne. Babam kandıracak gene beni.

+ E oğlum gelmezsen ayakkabını nasıl alacağız?

- Buraya getirsin ayakkabıyı.

Bakıyorlar ki olacak gibi değil, annem başımda bekliyor, babam da ayakkabı almaya gidiyor. Ben yine de ne olur ne olmaz diyerek bırakmıyorum kendimi. Annem yanıma oturuyor. Babam gelene kadar konuşuyoruz. Babam elinde bir çift ayakkabıyla geliyor. Annem, elimden tutup kaldırmaya teşebbüs ediyor beni.

- Önce ayakkabımı giyicem.

İkisi de gülerek ayakkabılarımı giydiriyor. Ayaklarımı uzatıp yeni ayakkabılarıma, top ayakkabılarıma bakıyorum. Güzel oldu be... Kalkıyorum oradan, yeni ayakkabılarımla koşturmaya başlıyorum sokakta. Çok mutluyum.

Hatırladığım ve bana anlatılan, hayatımdaki ilk anarşist çıkışım oluyor bu. Devamı geliyor tabii yıllar içinde. Bir kurban bayramında zavallı kuzuyu kestirmemek için yaptığım eylem, daha ileri yaşlarda polise mukavemet, askerde emre itaatsizlikte ısrardan diskoya yatış, belediye başkanına muhalefetten defalarca mahkemelik olma, çeşitli gözaltılar falan filan...

Henüz 2,5 yaşında öğrenmiştim, onurlu bir direnişin sonuç getireceğini. Geri kalan hayatımda da hep onurlu bir şekilde direndim.


(*)Ekşi Sözlük'ten sildiğim entry'lerden biri. 


21 Ocak 2016 Perşembe

Müslümanlıktan vazgeçme ânı

Genel olarak bir dinden vazgeçme ânı olsaydı konu, başka bir şey yazacaktım ama özelde Müslümanlıktan vazgeçme ânı olunca bir anım geldi aklıma. Bunu da ilk defa burada dillendiriyorum.

15 yaşına kadar inanırdım Allah’a. 15 yaşım, pek çok şey için dönüm noktası oldu bende. Tanrıyı sorgulamaya başladım ve bir süre sonra olmadığını anladım. İnanmanın da inançsızlığın da ne olduğunu iyi biliyorum. Çok ukala bir söylem olacak belki ama, güçlü ve dayanıklı bir kişiliğim olduğunu düşünürüm. Tamam, tevazu yapmayayım gereksiz; bunu bilirim. Din söz konusu olduğunda, bireyin düşeceği boşluğun da öyle pek kolay kaldırılamayacağını biliyorum.

20'lerin başlarındayım. İnancı falan çoktan kaldırıp atmışım. Çocukluk arkadaşım ve hayattaki en yakın dostum da son derece dindar bir ailenin aynı derecede dindar bir oğlu. Hatta bu cemaat dershanelerine falan gidiyordu üniversiteye hazırlanırken. Kazanınca da ışık evlerinde kalmaya başladı.

Bu arkadaşın oturduğu ev, bizim o zamanki dükkânın hemen üstünde. Ben de yazları dükkâna gidiyorum babama yardım için. Arkadaşım Cuma namazlarını asla kaçırmaz, 30 gün orucunu da hep tutardı.

Bir gün geldi dükkâna, günlerden cuma. Yüzü beş karış.

- N'oldu lan?

+ Hiçbir şey iyi gitmiyor hayatımda. Yukarıdakiyle de problemliyim artık.

- O ne demek?

+ Galiba Allah yok oğlum. Sen haklıydın.

Bu arkadaşla da o kadar çok tartışmıştık ki o yaşlarda Allah’ın varlığını ve yokluğunu. Birbirimizi ikna etmek için saatlerce konuşurduk. Ben Müslüman olsam o sevinecekti, o ateist olsa ben. Hıyarlık değil, sadece ergenlik. Doğaldı bunlar. Ama o günkü yüz ifadesini, aradan geçen 16-17 seneye rağmen unutmuyorum. Şunu biliyordum; dostum eğer inancını yitirirse, ayakta duramazdı kolay kolay. O kadar güçlü değildi o yaş için.

- Her şey ters gittiği için mi şüpheye düştün?

+ Lan, Allah olsa ben bu kadar sıkıntı yaşar mıydım? Adalet mi bu?

- Hani sınavdaydın?

+ Sikerim böyle sınavı!

- Allah senin itikadını denemek için zor veya çalışmadığın yerlerden sorar bazen. Her şey iyi giderken inanmak kolay. Tam şu durumunda imanını korursan başarıyla geçersin o sınavdan.

Yüzü allak bullak oldu. Aslında çok değil, 2-3 cümleyle gitseydim üzerine, o son kalan inanç kırıntılarını tamamen yok edebileceğimi biliyordum. Ama sonrasında mutlu olmayacağını da. Bunu anlamak için onu tanımak gerekir.

+ Yanlış bir şey mi yapıyorum?

- Göreceğiz... Cumaya ne kadar kaldı?

+ On beş dakika.

- Camiye git oğlum. O namazı kaçırma. Çıkışta gel yine. Bir daha konuşuruz.

İki arada bir derede, ikircikli bir ifadeyle baktı yüzüme. Sandalyeden kalkacak gibi oluyor, sonra yeniden oturuyordu.

- Oğlum git. Son bir defa git en azından. Bir şey kaybetmezsin.

Ayağa kalktı. Önce yüzüme, sonra saatine baktı. Koşarak çıktı dükkândan. O gidince ben de kitabıma daldım; Felsefenin Temel İlkeleri. Cuma bitimi geldi. Yüzünde müthiş bir huzur. Tarif edilmez sevgi dolu gözlerle bakıyordu bana. Gelip sıkı sıkı sarıldı. Tek kelime etmeden eve çıktı.

Uzun yıllar hep açmıştır bu konuyu, her seferinde kapattırmışımdır ben. O minnet duygusunu taşısın istemedim üzerinde.

Şimdi mi?

Arkadaşım cemaatle yollarını çok önce ayırdı. Hâlâ 30 gün orucunu tutar. Cumalara mümkün olduğunca gitmeye çalışır. Eşi Trakyalı. Tipik Trakya kadını; rahat, başı açık, istediği kıyafeti giyer. Evlerine gittiğimde buzdolabından mutlaka bira çıkar, ramazan dâhil. "Al iç pezemenk" diye fırlatır birayı bana, kendisi kahveyle gelir. Ben içmem onun karşısında ramazanda. Yok, yalan olmasın, iki kere içmişliğim var, kötüydüm çünkü.

Çok kolay değildir yani o süreç. Pamuk ipliğine bakar bazen. Ama sonrasını kaldıramayacak kişi için cehennemin dünyadaki izdüşümüdür.


İlk olarak Ekşi Sözlük'te yazmıştım. Daha sonra oradan silip bloga aldım.

17 Ocak 2016 Pazar

Hem ateist hem Alevi olur mu?


Özellikle Ekşi Sözlük’te hem Alevi, hem de ateist kimliğimle beni tanıyanların zaman zaman dile getirdiği sorulardan biridir bu. Büyük bir kısmı da, pot kırmamak veya bir Sünni olarak yanlış anlaşılmamak vs benzer kaygılarla, merak ettiği halde soramaz: “Hem ateist, hem de Alevi nasıl olunur? Dini olmayan birinin mezhebi nasıl oluyor?”

Konuya salt bu açıdan bakılınca, yerden göğe kadar haklı bir soru ve doğru bir yaklaşım. Öyle ya, inançsız olduğum halde Alevi kimliğimden neden vazgeçmiyorum?

Aslında bu durum salt şahsımla sınırlı değil. Benim gibi Alevi bir aileye mensup olup inançsız olan birçok arkadaşım da tıpkı yine benim gibi Alevi kimliklerini reddetmiyorlar. Alevi inancının hiçbir ibadetini, hiçbir dini ritüelini yerine getirmiyorlar ama o Alevi kimliğini de atmıyorlar üzerlerinden. Peki ama neden?

Aslında bunun birçok nedeni var. Kendi bakışımı anlatmadan önce arkadaşlarım ve benzer durumda olan diğer Aleviler üzerinden anlatmaya çalışayım.

Bilindiği gibi, Aleviliğin ne olduğu konusunda Alevilerin tamamı bile fikir birliği içinde değiller. Kimisi Aleviliği doğrudan İslam’ın içinde bir öğe olarak görüp “peygamber soyundan gelmek” fikrine dayandırırken, kimisi de Arap emperyalizmine direnen başta Şamanistler olmak üzere tüm pagan kültürün bir kimlik savaşı olarak kabulleniyor. Açıkçası ben de ikinci gruptayım. Alevilik tarihinin çok kısa bir özetini ve Alevi inancının nasıl ortaya çıkıp geliştiğini Ekşi Sözlük’te yazmıştım.(1)

Özellikle bu ikinci gruptaki Aleviler, Aleviliği bir din, mezhep, inanç olarak değil de, bir felsefe, bir kültür, bir “yol” olarak kabulleniyor. İşin ibadet kısmından ziyade, o kültür ve değerlerini kabullenip kendilerini Alevi olarak tanımlamaya, Alevi kimliklerini taşımaya devam ediyorlar.

Bir başka neden de şu: Aleviler, kısa zaman öncesine kadar kimliklerini saklamak, kendilerini gizlemek zorundaydı. Daha çocukken de ilk öğrendiğimiz şey, Alevi olduğumuzu dışarıda hiçbir şekilde belli etmememiz, bu büyük “sırrı” korumak mecburiyetinde olduğumuzdu. Gerek okullarda, gerekse herhangi bir sosyal ortamda Alevilere alenen küfürler ve hakaretler edilirken tepki veremeyişimizin, sessiz kalışımızın, sanki Alevi değilmişiz gibi üstümüze alınmadan sağa sola bakışımızın nedeni buydu. Bu durum, yarattığı travmayla beraber o kimliğe sıkı sıkı sarılmayı da beraberinde getirdi haliyle. Bu gizlenme zorunluluğunun, yüzyıllara dayanan bir korkudan kaynaklandığını söylememe gerek yok sanırım? Durum böyle olunca, o “büyük sırrı” paylaştığınız Alevi arkadaşlarınıza da, kendi Alevi kimliğinize de kuvvetli bir şekilde bağlanıyorsunuz. Osmanlı’dan beri sistematik olarak katledilen, Cumhuriyet’le beraber görece nefes almış gibi görünse de egemen kültürün baskısı altında aynı şekilde ezilen, bugün 2016 Türkiye’sinde bile devlet tarafından hâlâ yok sayılan bir inancın mensubu, o azınlık psikolojisinin doğal bir sonucu olarak Alevi kimliğinden vazgeçemez; ateist de olsa geçemez.

Benim açımdan da durum bir parça böyle. Ancak bunun ötesinde çok daha önemli gerekçelerim var Alevi kimliğimi koruyor olmamın.

Birincisi; benim ben olmamda, kişiliğimin, karakterimin şekillenmesinde büyük oranda belirleyici olmuştur Alevi öğretisi ve kültürü. Alevi bir anne ve Alevi bir babanın çocuğu olarak en başta “Eline, beline, diline hakim ol!” gibi değerle, insanı ve insan hayatını, insan sevgisini merkez alan bir anlayışla yetiştiriliyorsunuz. Ezilen bir kültürden geldiğiniz için ezilenlerin yanında durmayı, muhalif bir kültürden geldiğiniz için otoriteye boyun eğmemeyi öğreniyorsunuz. Sadece insana değil; tüm canlılara, doğaya, dünyaya, evrene saygı duymayı öğrenerek, dogmaları reddedip her şeyi sorgulayarak, müzik başta olmak üzere sanatın o muhteşem estetiğine hayranlık duyarak, sanatı icra ederek büyüyorsunuz. Yani değer yargılarınızı, siyasi görüşünüzü, hayata karşı duruşunuzu, kişiliğinizi, karakterinizi doğrudan bu kültür, yani Alevilik belirliyor. Bugün düşünüyorum; “Benden Aleviliği çıkarırsak, geriye ne kalır?” diye, buna yanıt vermek çok zor. Sırf bu bile, Alevi kimliğimi reddetmemek, ondan vazgeçmemek için yeterli bir neden benim açımdan.

İkincisi de, devletin Alevilere yönelik yaklaşımı. Bugün cemevleri hâlâ yasal statüde değilken; devlet hiçbir şekilde Aleviliği kabullenmiyor, Alevileri tanımıyorken; o laik Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri Alevi köylerine zorla cami dikmeye çalışılıyor, asimilasyon politikalarından vazgeçilmiyorken; Alevi çocukları, din dersi adı altında Sünni inancın öğretildiği derslere zorla sokuluyor, bu derslerde her türlü küfre ve hakarete maruz kalıyor, devlet eliyle asimile edilmeye çalışılıyorken; Alevilerden de alınan vergiler, kendilerini hiçbir şekilde tanımayan ve temsil etmeyen Diyanet’e aktarılıyorken; gerici yobaz çevrelerin Alevilere yönelik nefret söylemleri devam ederken bu söylemler devlet tarafından destekleniyor, sırf Alevi oldukları için insanlar diri diri yakılabiliyor ve katilleri yine devlet tarafından korunuyorken; benim, Alevi kimliğimden vazgeçmem mümkün değildir!

Tüm bu anlattıklarımın da AKP ile ilgisi yok. Doksan üç yıllık devlet geleneği tam olarak böyle. AKP, şurada sadece on üç yıldır iktidarda olan, ama en özünde doksan yıllık devlet geleneğini sürdüren bir parti. Aleviler açısından AKP’den öncesi de farklı değildi. 1950’ye kadar olan tek parti iktidarında da, 1970’lerdeki CHP hükumetinde de, 1990’larda SHP’nin koalisyon ortağı olduğu dönemde de devletin Alevilere bakışı hep aynıydı. AKP, bu nefreti doğrudan dillendiren bir parti oldu sadece, diğerlerinden farklı olarak.

Bu tablo değişmediği sürece de, ateist olmama rağmen Alevi kimliğimden hiçbir şekilde vazgeçmeyeceğim. Çünkü Aleviler, gerçek anlamda bir varoluş ve kimlik savaşı veriyor devlete karşı. Ne zaman ki devlet elini Alevilerden çeker, Aleviliği resmi olarak tanır, cemevleri yasal bir ibadethane haline gelir ve camiyle eksiksiz olarak eşit bir şekilde değerlendirilir, ancak o zaman Alevilik öncelikli kimlik olmaktan çıkar benim için. Bunlar olmadığı takdirde, Alevi kimliğinden vazgeçmek demek, devletin asimilasyon politikalarına dolaylı olarak destek vermek demektir.

Her türlü din ve mezhebin gericilik olduğunu öne süren arkadaşlarla da çokça tartışırız bu konuyu. Her türlü milliyetçiliği de reddettiğini söyleyip Kürt hareketine destek vermenin çelişki olup olmadığını soruyorum bu arkadaşlara. “Ezilen ulus milliyetçiliği” diye bir kavramdan bahsedebiliyorsak, Alevilerin kimlik mücadelesini de aynı şartlarda değerlendirmek zorundayız. Çünkü ikisinde de, devletin asimilasyon politikası ve buna karşı kendi kimliğini koruma mücadelesi var. Birisi ırk eksenli, diğeri inanç. Eğer birisi ırkçılık/milliyetçilik olmuyorsa, diğeri de gericilik/yobazlık değildir.

Cemevi yapımını önemsiyorum örneğin. Bu konuda abimle aramızda geçen bir tartışmayı özellikle paylaşmak istiyorum. İnşaatı devam eden bir cemevi için para toplamaya çalışıyoruz. Abimin geldiği bir gün konuyu açtım kendisine. Böyle bir şeye karşı olduğunu belirtip şunları söyledi; “Gazi Mahallesi’nde cemevi için nöbet tutmuşuzdur. Cemevine bir saldırı olsa, hemen karşısında dururuz. Alevilerin haklarını elde etmeleri için her türlü desteği de veririz. Ama camiymiş, cemeviymiş, kiliseymiş, bunlar gericiliktir. İbadethane yapımını doğru bulmuyorum ben.” Çoğul konuşmasının sebebi, kendisinin eski Dev-Genç’li bir devrimci olması. İtiraz ettim; “Hem kitlenin hakları için mücadele edip, hem de o kitlenin ibadethanesi olmaması gerektiğini çelişki olarak nasıl görmüyorsunuz? Her tarafta mantar gibi cami biterken, din olgusu Türkiye’de ezici bir baskı unsuruyken ve egemen anlayış Aleviliği yok edecek derecede kuşatmışken, bu insanlara alan açmamak nasıl devrimci mücadele oluyor? Senin bugün cemevi yapmadığın her Alevi köyü, mahallesi, ilçesi, potansiyel cami alanıdır. Bugün onlara cemevi vermemek demek, o kitleyi camiye mahkum etmek demektir.”

Bu konuşma biraz daha uzadı aslında ve abim bir yerden sonra verecek pek bir yanıt da bulamadı. Sohbet ilerledi, başka bir konuya geçtik. Devrimci mücadele içinde bulunmuş eski arkadaşlarından birinin cenazesine katılmıştı ya o gün, ya da bir önceki gün. Ölen kişi Aleviydi ve cenazesi camiden kalkmıştı. Abim onu anlatırken, çok buruk bir yüz ifadesiyle; “Ulan, hiçbir şey değil ama, cenazesinin camiden kaldırılması çok koydu içime” dedi. Hoca da durur mu, yapıştırmış cevabı: “E, sen oraya cemevi yapmayı reddedersen, o cenaze camiden kalkar tabii! Herkes bu kafada giderse, senin cenaze de camiden kalkacak!”

Laikliğin kağıt üzerinde kaldığı ve egemen anlayışın baskı unsuru olduğu bir ortamda cemevlerini reddetmek, Alevi kitleye caminin yolunu “mecburi yön” levhasıyla gösterip Aleviliğin asimile edilmesine doğrudan katkı sağlamak demektir. Türkiye’de laisizm sorunu ve Sünni İslam baskısı çözülmediği sürece Aleviliğe salt din penceresinden bakmak çok büyük bir hata olur.

Yani benim Aleviliğimin dinle, itikatla ilgisi yok; tamamen kimlik mücadelesine dayalı bir aidiyet durumu benimki. Bu kültürün, bu inancın, Sünni İslam baskısı altında eriyip gitmesine, asimile olup yok olmasına da sonuna kadar direneceğim.





15 Ocak 2016 Cuma

Bir Yahudi Yüz Müslümana Bedel

Pakistanlı yazar Faruk Saleem imzasıyla yayınlanan bu yazıyı ilk olarak 26 Ocak 2013 tarihinde Ekşi Sözlük’te paylaşmıştım.

Dünyada 1,5 milyar Müslüman ve Müslümanların %1'i kadar Yahudi bulunmasına karşın Yahudilerin Müslümanlardan niçin daha gelişmiş olduğunu, gelişmiş bir tek Müslüman ülke bulunmamasının nedenlerini analiz etmiş yazar.

İnternette farklı sitelerde yayınlanan 2007 tarihli yazı şu şekilde:



Bir Yahudi Yüz Müslümana Bedel!


Dünyada yalnızca 14 milyon Yahudi var, Kuzey ve Güney Amerika'da yedi milyon, Asya'da beş milyon, Avrupa'da iki milyon ve Afrika'da 100 bin kişi. Tek bir Yahudiye 100 Müslüman düşmektedir. Buna rağmen Yahudiler tüm Müslümanların toplamından yüz kez daha güçlüdürler. Nedenini hiç merak ettiniz mi?

Tüm zamanların en etkin bilim adamı ve Time dergisi tarafından "Yüzyıl'ın Adamı" seçilen Albert Einstein bir Yahudiydi. 

Psikanalizin babası Sigmund Freud bir Yahudiydi. Karl Marx, Paul Samuelson ve Milton Friedman da öyle. 

Ürettikleriyle insanlığa zenginlik katmış olan Yahudilerden bazıları:

Benjamin Rubin: İnsanlığa aşı iğnesini verdi. 
Jonas Salk: İlk çocuk felci aşısını geliştirdi. 
Albert Sabin: Çocuk felci aşısını daha da geliştirdi. 
Gertrude Elion: Lösemiye karşı ilacı verdi. 
Baruch Blumberg: Hepatit B aşısını geliştirdi. 
Paul Ehrlich: Frengiye karşı bir tedavi buldu.  
Elie Metchnikoff: Bulaşıcı hastalıklarla ilgili çalışmalarıyla Nobel ödülü kazandı. 
Bernard Katz: Nöromüsküler iletişim (kas-sinir sistemi arası iletişim) alanında Nobel ödülü kazandı. 
Andrew Schally: Endokrinoloji (metabolik sistem rahatsızlıkları, diabet, hipertiroid) 
Aaaron Beck Cognitive: Terapi (akli bozuklukları depresyon ve fobi tedavilerinde kullanılan psikoterapi yöntemi) geliştirdi. 
Gregory Pincus: İlk doğum kontrol hapını geliştirdi. 
Gerald Wald: İnsan gözü hakkındaki bilgilerimizi geliştirerek Nobel ödülü kazandı. 
Stanley Cohen: Embriyoloji (embriyon ve gelişimi çalışmaları) dalında Nobel aldı. 
Willem Kolff: Böbrek diyaliz makinesini yarattı. 

Müslümanlar da dahil tüm hastalar Yahudilerin bu buluşlarından yararlanıyor, sağlığına kavuşuyor. 

Peter Schultz optik lif kabloyu, Charles Adler trafik ışıklarını, Benno Strauss paslanmaz çeliği, Isador Kisse sesli filmleri, Emile Berliner telefon mikrofonunu ve Charles Ginsburg videotape kayıt makinesini geliştirdi. Stanley Mezor ilk mikro-işlem çipini icad etti. Leo Szilard ilk nükleer zincirleme reaktörünü geliştirdi.

Son 105 yılda 14 milyon Yahudi bilim dalında 100"ün üzerinde Nobel ödülü kazanırken, 1.4 milyar Müslüman yalnızca üç Nobel kazandı. 

Neden Yahudiler bu kadar güçlü ? 

Yahudi inancına bağlı ünlü yatırımcılar: Ralph Lauren (Polo), Levi Strauss (Levi's Jeans), Howard Schultz (Starbuck's), Sergei Brin (Google), Michael Dell (Dell Bilgisayar), Larry Ellison (Oracle), 
Donna Karan (DKNY), Irv Robbins (Baskins & Robbins) ve Bill Rosenberg (Dunkin Dougnuts). Yale Üniversitesi'nin Başkanı Richard Levin bir Yahudidir.

Harrison Ford, George Burns, Tony Curtis, Charles Bronson, Sandra Bullock, Billy Crystal, Woody Allen, Paul Newman, Peter Sellers, Dustin Hoffman, Michael Douglas, Goldie Hawn, Cary Grant, William Shatner, Jerry Lewis ve Peter Falk'ın da Yahudi olduklarını biliyor muydunuz ? 

Yönetmenler ve yapımcılar arasındaki Yahudiler: 

Steven Spielberg, Mel Brooks, Oliver Stone, Aaaron Spelling (Beverly Hills 90210), Neil Simon (The Odd Couple), Andrew Vaina (Rambo 1/2/3), Michael Mann (Starzky and  Hutch), Milos Forman (One Flew Over The Cuckoo's Nest, Amadeus), Douglas Fairbanks (TheThief of Baghdat), Ivan Reitman (Ghostbusters), Kohen Kardeşler, William Wyler. William James Sidis, 250-300'lük  IQ  derecesiyle dünyanın gördüğü en parlak insandır. Bilin bakalım hangi dine mensuptur? 

Soru: Neden Yahudiler bu kadar güçlüdür? 
Cevap: Eğitim (Sorgulayıcı, Araştırıcı, Yaratıcı) 
Soru: Neden Müslümanlar bu kadar güçsüzdür? 
Cevap: Yanlış Eğitim veya Sıfır Eğitim (Din Eksenli, Sorgusuz, Araştırmasız, Ezberci) 

Gezegenimizde  yaklaşık 1 milyar 476 milyon 233 bin 470 Müslüman yaşamaktadır. Asya'da 1 milyar, 400 milyon Afrika'da, 44 milyon Avrupa'da, ve 6 milyon Amerika kıtasında. Toplam dünya nüfusu içinde her beş kişiden biri müslümandır. Her bir Hindu'ya iki Müslüman, her bir Budist'e karşılık iki Müslüman vardır ve her bir Yahudi'ye karşılık 100 adet Müslüman bulunmaktadır. 

Neden Müslümanların bu kadar kalabalığa rağmen güçsüz olduklarını hiç merak ettiniz mi? 
Nedeni şudur: İslam Konferansı Örgütü'nün (OIC) 57 üyesi ülkelerin tümünde 500 adet üniversite bulunmaktadır ve üniversite başına üç milyon Müslüman düşmektedir. Sadece ABD'de 5758 üniversite vardır. 2004 yılında Shanghai Jiao Tong Üniversitesi "Dünya Üniversitelerinin Akademik Değer Listesi" hazırlamış ve ilginçtir ki Müslüman çoğunluğa sahip ülkelerin hiç birinden ilk 500'e giren üniversite yoktur.

UNDP tarafından toplanan verilere göre Hristiyan dünyasında okuma-yazma bilenlerin oranı neredeyse yüzde 90 ve bunlardan 15 Hristiyan çoğunluğa sahip ülkede okuma-yazma oranı yüzde 100'dür. Müslüman dünyasında buna çok zıt bir durum olarak bir ülkenin okuma-yazma oranı yaklaşık  yüzde 40 olup, yüzde 100 okur-yazar oranına sahip hiç bir Müslüman ülke yoktur. Hristiyan dünyasındaki "okur-yazar"ın yüzde 98'i ilkokulu bitirmişken, Müslüman dünyasında bu oran yüzde 50'dir. Hristiyan dünyadaki okur-yazarların yüzde 40'ı üniversite mezunudur ve bu oran Müslüman dünyasında yüzde 2'yi geçememektedir. 

Müslüman çoğunluğa sahip ülkelerdeki toplam bilim adamı sayısı 230 olup her bilim adamına düşen Müslüman sayısı 1 milyon kişidir. ABD her 1 milyon Amerikalıya karşılık yaklaşık 4 bin bilim adamına, Japonya 5 bin bilim adamına sahiptir. Tüm Arap dünyasındaki tam zamanlı çalışan araştırmacı sayısı 35 bin kişidir ve her bir milyon Arap nüfusa 50 teknisyen düşmektedir. (Bu sayı Hristiyan dünyasında bir milyon kişiye bin teknisyendir.) Ek olarak İslam dünyası gayrı safi milli hasılasının yalnızca yüzde 0.2'sini araştırma- geliştirme bütçesi olarak ayırmaktayken Hristiyan dünyası yüzde 5 oranında araştırma-geliştirme fonu ayırmaktadır. 

Sonuç: İslam dünyası bilgi üretebilecek kapasiteden yoksundur. 

Bin kişiye düşen günlük gazete sayısı ve bir milyon kişiye düşen kitap çeşidi bilginin toplum içine yayılıp yayılmadığının iki önemli göstergesidir. 

Pakistan'da bin kişiye 23 günlük  gazete düşerken bu sayı Singapur'da 360'dır. İngiltere'de her bin stand için 2 bin çeşit kitap bulunurken, Mısır'da  kitap çeşidi 20'dir. 

Sonuç:
 İslam dünyası bilgi yayılmasını gerçekleştirmekte başarısızdır. 

Bilgi uygulamasının önemli göstergelerinden biri ileri teknoloji ihracatının toplam ihracat içindeki oranıdır. Pakistan'ın ileri teknoloji ihracatının toplam ihracatın içindeki oran yüzde 1, Suudi Arabistan"ın yüzde 0.3, Kuveyt, Fas ve Cezayir'in aynı şekilde yüzde 0.3 tür. Singapur'da bu oran yüzde 58 'dir. 

Sonuç: İslam Dünyası bilgi uygulamasını gerçekleştirememektedir. 

Neden Müslümanlar güçsüzdür? 
Çünkü bilgi üretmiyoruz. 
Neden Müslümanlar güçsüzdür? 
Çünkü bilgiyi yayamıyoruz. 
Neden Müslümanlar güçsüzdür? 
Çünkü bilgiyi uygulamıyoruz. 

Ve gelecek bilgi- temelli toplumlara aittir. İlginçtir, OIC üyesi 57 ülkenin gayrı safi milli hasılalarının toplamı 2 trilyon doların altındadır. ABD, tek başına 12 trilyon dolar değerinde mal ve hizmet üretmekte, Çin 8 trilyon dolar, Japonya 3.8 trilyon dolar ve Almanya 2.4 trilyon dolarlık üretim yapmaktadır. (Satın alma gücü eşitlenerek hesaplama yapılmıştır.) 

Petrol zengini Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt ve Katar hep birlikte 500 milyar dolarlık mal ve hizmet üretmektedirler ve bunların çoğu petroldür. Mal ve hizmet üretimi İspanya'da 1 trilyon doların üzerindedir. Katolik Polonya 489 milyar dolarlık mal ve hizmet üretimi gerçekleşmektedir. Budist Tayland 545 trilyon dolar değerinde mal ve hizmet üretimi yapmaktadır. İslam Dünyasının gayrı safi milli hasılasının tüm dünya gayrı safi milli hasılası içindeki oranı hızla azalmaktadır. 

O halde Müslümanlar neden bu kadar güçsüzdür? 

Cevap: Eğitim Yoksunluğu Tam anlamıyla söylersek kaliteli eğitim yoksunluğu. Çok kesin biçimde söylersek akılcı olmayan, din eksenli ve 
çağdışı eğitim. 

Yazar: Dr.Faruk Saleem İslamabad



14 Ocak 2016 Perşembe

Peki ya Lazlar ve Çerkesler neden isyan etmiyor?

Ön not: Aşağıdaki entry’i, Radikal Blog’da “Bir Çerkes’ten bir Kürt’e açık mektup” başlığıyla yayınlanan yazıya istinaden Ekşi Sözlük’teki tartışmalar üzerine yazmıştım. Daha sonra yine sözlük’te “peki ya lazlar ve çerkesler neden isyan etmiyor” başlığında da bu entry’i kullanarak sonuna da bir anekdotumu eklemiştim. Anekdota burada gerek olmadığından, ilk entry’i paylaşıyorum sadece.


Bunu bekliyordum. Bir gün Çerkes'in birinin çıkıp tarihle yüzleşmesini, asimilasyonu kabul ederek kimliğinden vazgeçmenin utancını yaşayacağını bekliyordum. Devamında ise önce Çerkesler tarafından linç edilmeye çalışılacağını da bekliyordum.

"Çerkeslerin yüzde birinin görüşleri", "Bir Çerkes olarak hassiktir diyorum" vs yorumlar şaşırtıcı değil. Mektubu yazan kişi de zaten bu boyutlara varmış asimilasyonu anlatmaya çalışmış. Cevap verenler, aslında hiç farkında olmadan desteklemiş arkadaşı.

Çerkeslerle ilgili araştırma yaparken, bir forum sitesinde iç acıtan bir yoruma denk gelmiştim. Sitede Çerkeslerin Türk olmadığını, diliyle, diniyle Türklükle ilgisi olmayan bir Slav ırkı oldukları anlatılıyor. Kimliğini arayan genç bir Çerkes de "Türklüğün bir alt kolu değil mi Çerkezlik?" diye soruyordu. Kimlik yitiminin, bilinç yitiminin geldiği noktaya bakar mısınız?

Çerkesler, tıpkı Lazlar gibi Kafkas topraklarında yaşayan ve paganizmden sonra Hristiyanlığı seçmiş bir halktır ve Türklükle uzak yakın ilgileri yoktur. Bir Rus ne kadar Türk’se, bir Afrikalı ne kadar Türk’se, bir Japon ne kadar Türk’se o kadar Türk’tür Çerkesler. Peki, buna rağmen nasıl olmuş da bu derece Türk milliyetçisi ve Müslüman olabilmişler?

Çerkeslerle Kürtleri, Lazlarla Kürtleri karşılaştırırken düşülen çok çok büyük bir yanılgı var: Toprağa bağlı milliyetçilikle kültüre bağlı milliyetçilik farklı refleksler gösterir. Kürtler, Çerkesler ve Lazlardan farklı olarak kendi topraklarında yaşıyorlar ve aidiyetleri tamamen toprakla, vatanla ilgili. Oysa Çerkesler de Lazlar da bu topraklara sürgün olarak "misafir" şeklinde gelmiş iki halk. Dolayısıyla Anadolu’ya bakışlarında "Bir zulümden kaçıp canımızı kurtardık ve yeni ev sahibimiz bize kapılarını açtı. Kendimizi onlara ispatlamalıyız. İyi bir misafir olduğumuzu göstermeliyiz" anlayışı var. "Kılıç dönmesi" diye bir tabir vardır. Dönmenin milliyetçiliği, kendini ispat çabasından ötürü çok daha sert olur. Müslümanlığı sonradan kabul eden Hristiyan asıllı Lazların bu kadar İslamcı olmasının temelinde de bu refleks yatar, Çerkeslerin ülkücü olmasının temelinde de.

Lazların ve Çerkeslerin Anadolu’da isyan etmemesinin temelinde de işte bu toprağa bağlı milliyetçilik ve kültüre bağlı milliyetçilik farkı yatıyor. Sürekli sorulur ya "Lazlar neden isyan etmiyor, Çerkesler neden isyan etmiyor?" diye, bundan işte. Zaten misafir (zorunlu misafir) geldikleri topraklarda hangi hakla neye isyan edecekler ki? Hâlihazırda "Başımızı sokacak, sığınacak bir yer bulmuşuz" diye canlarını korumaya çalışan bir halk, kendisine topraklarını açan bir devletin neyine hangi sebeple isyan edecek?

Milleti millet yapan temel öğe dil birliğidir. Çerkeslerin kendilerine has bir dili var ve Türkçeyle uzak yakın ilgisi yok. Bir Çerkes’in Rus olma ihtimali, Türk olma ihtimalinden milyon kat fazla. Durum buyken, kendini has Türk sanan bir Çerkes’in uğradığı asimilasyonun ve bilinç kaybının boyutlarını dehşet bir biçimde görebiliyoruz.

Bu tarz çıkışların hem Türklerde, hem de asimile olmuş Çerkeslerde büyük bir tepkiyle karşılanması da normal, travmatik tepkiler görmesi de normal. Zira ulus devlet oluşturmak adına tamamen yalana dolana dayalı, uydurma bir tarih yazarak yetiştirilen nesillerin, tarihi gerçeklerle yüzleşmesi o kadar kolay olmayacak. Bu yüzleşme sürecinde ilk tepki Çerkeslerden gelecek. Bunun bilimsel açıklaması için; (bkz: organizasyonel şartlanma)

Ulusalcı Türk arkadaşların korkusu ise, devletin yıllardır bizler üzerinde oluşturduğu paranoyadan kaynaklı "Aman bölünürüz haaaaa" manyaklığıdır. Yani Çerkeslerin ayrı bir halk olduğu ortaya çıkarsa bölünürüz, Lazların ayrı bir halk olduğu ortaya çıkarsa bölünürüz, falan filan. Eğer bir bölünme olacaksa bunun sebebi kimlik bilinci olmaz, devletin faşizmi olur sadece. Bunun da örneğini Kürtlerde bariz bir şekilde görüyoruz.

Velhasıl, bu toprakların halkları gerçek tarihleriyle yüzleşecek bir gün. Doksan beş yıllık yalan bir gün sona erecek. Bunca korkunun asıl sebebi de bu.

26 Ekim 2014 – Ekşi Sözlük




Türkiye

Bir iş nedeniyle Cumhuriyet tarihinin hem ekonomik hem de siyasal arşivini okumam, incelemem gerekti. Cumhuriyet’in ilk yıllarından günümüze kadar yaşanan gelişmeleri okurken hem hafıza tazeledim, hem bilmediğim bazı bilgileri öğrendim, hem de 92 yılı bir film şeridi gibi izledim. En bilinçli olanlarımız bile, hayatın içindeyken ya hafıza yitimine uğrar, ya da yaprak gibi savrulur gider rüzgârda. Arada durup geriye bakmak gerekir; nereden geldik, nerelerden geçtik, şimdi neredeyiz, nereye gidiyoruz…

Bu arşivi tararken benim gördüğüm, bu ülkenin 92 yıldır hemen hemen benzer şeyleri yaşamış olduğuydu. Doksan iki yıl boyunca aslında hiç huzur gelmemiş; savaşlarla uğraşmışız, darbelerle uğraşmışız, ekonomik krizlerle uğraşmışız, siyasi çalkantılar hiç bitmemiş. En fazla 2-3 yıl görece bir rahatlama olmuş, sonrasında yine keşmekeş…

Tüm bunlar yaşanırken, hep aynı umut verici cümleyle kandırmışız kendimizi; “Bu günler geçecek, güzel günler göreceğiz.” hiç de görmemişiz o güzel günleri 92 yıl boyunca. Kimi zaman bireysel konforumuza bakıp her şeyin iyi gittiğini düşünmüşüz ama aslında ülkede o sırada yine kötü şeyler oluyormuş.

Bugün geriye dönüp özlemle andığımız, “O yıllar ne güzeldi” dediğimiz 70’ler de, 80’ler de, 90’lar da yine aynı şekilde ekonomik krizlerle ve siyasi kaoslarla geçmiş. İletişim ağı şimdiki gibi gelişmiş olmadığından, devletin medyası bize hangi illüzyonu sunmuşsa onu doğru kabul etmiş, belirli süreler hayal dünyasında yaşamışız.

Şimdi, 2015 Türkiye’sinde de farklı bir durum yok esasen. hem ekonomik, hem de siyasi bir kaos ortamında bulunduğumuzun herkes farkında elbette. Ancak yine aynı umut türküsü dökülüyor dudaklarımızdan; “Bugünler geçecek, güneşli ve güzel günler göreceğiz.” Bir süredir zaten itiraz ediyordum bu mesnetsiz iyimserlik tablosuna. Bahsettiğim çalışma ve arşiv incelemesi sonrasındaysa tümden kestim umudumu. Ne zaman fark etsek yokuş aşağı indiğimizi, en klişe yorum şu olur: “Dibe doğru gidiyoruz ama tıpkı bir top gibi o dibe vuracağız, sonra tekrar havaya yükseleceğiz.” Bunu son olarak bir sohbetimizde siyasetçi bir ablam da söylediğinde, şu yanıtı verdim: “O topun tekrar zıplayabilmesi için, zeminin beton olması gerek. Oysa topun vuracağı zemin balçık, daha da kötüsü top patlak! Çakıldığımız yere gömülüp kalabiliriz.”

Doksan iki yıl boyunca düzelmeyen, sürekli çalkantılarla boğuşan bu ülkenin iyi bir yere gitmeyeceği, düzelmeyeceği aşikâr. Zaten iyimser düşünmek için de hiçbir veri yok elimizde. Her fırsatta Türkiye’nin bir orta doğu ülkesi olduğunu söyleyip, bir orta doğu ülkesine barış ve huzur gelmesini beklemek mantıklı mı hem zaten? Emperyalistlerin, uluslararası silah tüccarlarının, bu topraklardaki savaşın bitmesine izin vermeyeceğini bilmek, çok zor olmasa gerek? Üstelik bizim gibi ilkel toplumlar savaşmaya bu kadar eğimliyken barış hayali kurmak, gereğinden fazla ütopik gibi geliyor bana.

Bu araştırma sırasında bir kez daha gördüm ki, bu ülkenin sağcıları, solcuların, özellikle de sosyalistlerin 30-40 sene kadar gerisinden geliyor. 1950’lerden beri ABD’nin emperyalist bir işgalci olduğunu, Türkiye’yi sömürdüğünü söylerken sosyalistler, dönemin sağcıları, ülkücüleri ABD’yi müttefik olarak görüp Türkiye’deki ABD çıkarları için uğraşmış. Sağcı, ülkücü camianın ABD’nin düşman olduğunu fark etmesi için, 40 sene geçmesi gerekmiş. Onlar, sosyalistlerin 40 yıl önce söylediklerine yeni yeni uyanıp dillendirmeye başladıklarında, sosyalistler çoktan yeni söylemlere geçmiş olmuşlar.

Aynı şekilde özelleştirmeye yıllarca sosyalistler karşı çıkmış. Salt sağcılar, liberaller değil, CHP’nin ulusalcı kanadı bile özelleştirmeyi savunmuş yıllarca. Aradan 30-40 sene geçince anlamışlar, özelleştirmenin o kadar da matah bir şey olmadığını.

Ulaşımda toplu taşıma ve raylı sistem örneğin… Bunu sosyalistler yıllarca savunurken, toplu taşımanın, özellikle de raylı sistemin komünist işi olduğu, Türkiye’yi Sovyetler Birliği’ne çevirmek isteyen bir avuç çapulcunun dileği olduğu söylenmiş hep. 1983’de iktidara gelen Turgut Özal, net bir biçimde, otoyolların ve otomobillerin hür teşebbüs olduğunu, hür teşebbüsün hürriyet olduğunu ifade etmiş. Bu algı o kadar güzel yerleştirilmişti ki, 1990’larda lisedeyken, arkadaşlarım trenle ilgili bir konu geçtiğinde, “Sen bayılırsın zaten, tam gomonist işi!” derdi. Bugün özellikle İstanbul’un durumu ortada ve trafik sorununun çözümü için toplu taşıma ve raylı sistem gösteriliyor.

Bunlar gibi yığınla örnek daha sayabilirim. Sosyalistlerin hemen her söylediğine itiraz edip vatan hainliğiyle suçlayan sağcılar, liberaller vs, aradan uzun yıllar geçtikten sonra sosyalistlerin söyledikleri noktaya gelmiş, ancak o zaman da sosyalistler yeni söylemlere geçmiş, sağcılar da sosyalistlerin yeni söylemlerine itiraz etmişler.

Bundan sonra da farklı bir şey beklemiyor sanki bu ülkeyi. Bu kez küçük bir fark var ama: Türkiye’nin sosyalistleri, hepsi değilse de bir kısmı, sosyalist hareketin özünden kopup etnik bir hareketin peşine takılmış, ona eklemlenmiş durumda. Buna itiraz eden, bu tavrın sosyalist ilkelerle uyuşmayacağını söyleyen ve uyarıda bulunan yapılar da var elbette. Ancak, sosyalist cenahın bir kısmında ciddi bir kafa karışıklığı olduğu da kesin.

16 Eylül 2015 itibariyle Türkiye’nin dünü ve bugünü, özetle böyle. Geçmişe bakarak, geleceğin de az çok nasıl olacağı kestirilebilir. Göremeyenler için küçük bir ipucu: Türkiye bugün, savaştan kaçıp buraya sığınan Suriyelilerin bile kalmak istemeyip kaçmaya çalıştığı bir ülke…


(16 Eylül 2015 - Ekşi Sözlük)

13 Ocak 2016 Çarşamba

Bu Ülkenin Ekmeğini Yiyip Suyunu İçen İnsan

Devletin ekmeği
Bilumum siyasi tartışmada hemen öne sürülen bir model olduklarından "Bu ülkenin" kalıbı daha bir önem arz etmektedir. Şu yaşıma geldim (38'in sonları)(*), henüz tanışıp da sohbet etme olanağı, karşılıklı çay içme imkânı bulamadım kendisiyle. Godot gibi bir şey; oyunun başından beri ismi geçiyor, kendisini bilen, tanıyan, gören yok.

Kendisini ilk kez duyduğumda liseye gidiyordum. "Bu ülkenin ekmeğini yiyip suyunu içiyor," gibisinden bahsedilince, bir sevinçle koşmuştum eve okul çıkışı. Apartman kapısında babamla karşılaştık.

- Nereye baba?

+ Su faturasını ödemeye. Gene bi’ ton para gelmiş.

- Aa, dur dur, gitme. Biz boşuna para veriyormuşuz. Bugün okulda söylediler.

Adam bir an heyecanlandı, yeni yasa falan çıktı diye. Anlattım durumu. Yüzüme baktııııı baktııı.... Hani şu Kibar Feyzo filminde "Deliğin içinde ne var?" sorusunu "Poh var!" şeklinde yanıtlayan çocuğun kafasına vuran adam tonlamasıyla yanıtladı beni;

- De sehtir ula!

Akabinde fırına gidip bedava ekmek almaya yeltenmedim tabii ki. Babam gerekli mesajı vermişti.

Bu ülkede parasını vermeden hangi hizmetten yararlandığımı düşündüm hep. Yediğim yemeğin parasını ben veriyorum, içtiğim suyun parasını veriyorum. Hem de öyle maliyetine falan değil ha, basbayağı kâr ettirerek veriyorum. Su faturasını inceledim. Salt suyun kendi parası da değil; katılım bedeli, kanalizasyon bedeli, hat döşeme bedeli vs şekilde suyun bana gelmesi için döşenen borunun parasını da veriyorum, o boruyu döşeyen işçinin parasını bile veriyorum.

"Seni bu devlet okutuyor," demişlerdi bana yıllarca. Okul kıyafetlerimi alan babam, kitabımı, defterimi, kalemimi alan babam. Beden dersinde oynayacağımız topun parasını veren babam. Cam kırılsa parasını veren babam. Parasını vermesem karnemi alamıyorum. Ama nasıl oluyorsa okutan babam değil de devlet oluyor. Demek ki herkes hakikaten beleşe getiriyor bu işleri, bir tek babam keriz gibi para harcıyor.

Muhtara giderim, "Bakın olm valla bile TC vatandaşıyım" diyebileceğim kâğıdı almaya, parasını veririm. "Aha burada oturuyorum" belgemi almak için yine para veriyorum. O yetmez, nüfus müdürünün verdiği cüzdanı noterden onaylatmam istenir, Ona ayrı para. Bu ülkede yaşadığımı, oturduğumu, ben olduğumu ispatlamam için bile para veriyorum.

"Ödediğiniz vergiler size yol, su, elektrik olarak geri dönecek" dendi bize senelerce. Deli gibi vergimizi verdik. Ancak yolun, suyun, elektriğin parasını ilaveten, hem de yatırım masraflarıyla beraber ödedim, ödüyorum. Aa, sonra bir baktık ki, ödediğimiz her kuruş vergi, bize yol-suz-luk olarak geri dönmeye başladı.

Lan ben her hizmetin parasını zaten her şeyiyle ödüyorsam vergilerim nereye gidiyor? Yok, vergilerimle bu işler dönüyorsa bu paraları ayrıca niye ödüyorum?

Bir dönem tepem attı. Lan madem bu devlet bana ekmeğimi, suyumu falan veriyor, mal gibi niye çalışıyorum ki deyip çıktım işten. Kaymakama gidip durumu anlattım. Kaymakam dediğin, devletin ta kendisi. "Ben bir süre evde oturucam. Bu süre zarfında devletin ekmeğini, suyunu, peynirini, zeytini, patatesini, bi paket cıgarasını, zahmet olmazsa hafta sonları birasını istiyorum. Adresim şu" dedim. Şerefsizim iki mahalle kovaladılar beni. Gene olgun adammış kaymakam, "Getirin şu meczubu" diyerek iki polis yolladı kapıma. Polis gözetiminde Kaymakam Bey'in makamına gittim. Devletin koltuğuna bedavadan oturttu. Çay söyledi. Devletin çayı ha, yanlış anlaşılmasın. Hayatımda ilk defa devletin suyunu içtim beleşe, onda da saf su değil. "İşsizlik sigortası" diye bir şey varmış meğersem. Devlet, bu gibi durumlarda vatandaşını mağdur etmezmiş. Çalışmadığı zaman, geçinebileceği kadar bir para verirmiş vatandaşa. E tamam aga, bağlatalım işte. Benim şimdiye kadar sigortalı olarak çalıştığım zama... bi dakka bi dakka. Ne sigortası? Benim sigortam yok ki? O zaman olmazmış. Niye lan? Sigortalı olarak görünmem lazımmış ki, devlet benim maaşımdan bana sormadan benim adıma kesinti yapıp, yine benim adıma tasarruf yapabilsinmiş. E, benim paramla bana artistlik yapmak bu? Ben çalışmışım, o parayı biriktirmişim, daha doğrusu benim adıma sen biriktirmişsin benim maaşımın bir kısmını, işsiz kaldığımda da benim paramı benim önüme koyarak "Al hadi al köfte, gözün insanlık görsün mına kodumun fakiri" diyorsun. Ben de kendi param için sana teşekkür ediyorum. Devletin çayını içip çıktım oradan.

Bu ülkenin ekmeğini yiyip suyunu içen insan ben değilim, orayı anladık. Babam hiç değildi. Üç çocuk okutacağım diye karda kışta inşaatta çalışırken, babaanneme oldu olan. Sağa sola dönüp bakıyorum, herkes kendi ekmeğinin kavgasında... Peki kim olm bu çalışmadan, parasını vermeden bu ülkenin ekmeğini yiyip suyunu içen insan? Lan parasını verdikten sonra Fransa'dan da getiririm ben o ekmeği, başka ülkenin ekmeğini de yiyebilirim. Parasıyla değil mi?

Arkadaş, her kimse bu, Allah rızası için çıkıp "Benim amına koyim" desin. O küfrü bana etmesin tabii, sikerim tahtasını da, çıkıp tanıtsın kendisini işte. Bu adamla/kadınla oturup çay içmek istiyorum ben. Bu işin hikmetine benim aklım ermedi zira, anlatıversin bi'zahmet nasıl olduğunu.


(29 Ekim 2014 - Ekşi Sözlük)


(*) Entry'i yazdığım tarihteki yaşım oydu, entry'i değiştirmemek için bu kısmı da aynı tuttum.



12 Ocak 2016 Salı

Kadın Erkek Eşitliği



Türkiye'deki en samimiyetsiz söylem hangisi diye sorsalar, ilk sırada bu konuyu gösteririm sanıyorum.

Çok iddialı bir çıkış olacak belki ama, kadın hakları savunucusu görünen erkeklerin çoook büyük kısmı, belki %90'ı, hatta belki %95'i bu konuda samimiyetsiz ve ikiyüzlü. Bu konuyu gerçek anlamda içselleştirerek yaşam biçimi haline getirmiş erkeklerin sayısı, belki bir elin parmaklarını geçmez.

Biz masa başında mangalda kül bırakmadan konuşmayı, klavye başında aslan kesilip yardırmayı seven bir toplumuz. Kadın hakları konusunda sağ görüşlü erkeklerin zaten bir taahhüdü olmadığı için onları konu dışı bırakıyorum. Ama sol cenahın erkekleri bu konuda sapır sapır dökülüyor işin aslı. Konuşurken hepsi aslan maşallah; yazarken hepsi duyarlı. Hani kadın olsam, oracıkta öpesim gelir bu duyarlılık ve incelik karşısında. Öyle süslü kelimeler, öyle yılmaz bir savunuculuk... Oysa hayat pratiği hiç öyle değil.

Özellikle bu konuda en çok atıp tutan sosyalist/devrimci gruptan başlayalım. 8 Mart etkinliklerine müzisyen olarak katılırım çoğunlukla. Salon silme kadınla dolu olur doğal olarak. Sahne arası sigara içmek için dışarı çıktım bir gün. Oha! Dışarısı, kadınlar tuvaleti önü gibi. İçerideki kadından daha fazla erkek var kapı önünde. ÖDP'li bir abimizle konuşuyoruz. N'aber nasılsın faslında verdiği cevap çok ilginç: "N'olsun işte. Hanımı getirdik etkinliğe, 1-2 slogan atsınlar." Bu ne lan? Bu nasıl bir mantık? Yengeyi de tanıyorum. Aslında hiç öyle siyasi bir birikimi, altyapısı falan da yok. İlkokul mezunu, standart bir ev hanımı. Eve gittiğinde yine kocasının yemeğini hazırlayıp çamaşırını yıkayacak. Abimiz zaten o ilişkiden hoşnut. Dışarıdaki adamlara ve içerideki kadınlara baktım. Büyük çoğu, eşlerini kendi getirmiş, Etkinlik sonrası da kendi götürecek eve ve kadınlar yine kendilerine yüklenen ev işleriyle uğraşmaya devam edecek. Yani bir kadın, Kadınlar Günü etkinliğine bile tek başına gidip gelemiyor da kocasının izin verdiği sınırlarda ve onun himayesinde gerçekleştiriyor bu aktiviteyi. Bir parantez açalım ama burada, haksızlık da olmasın. Uzak yerlerden gelenler var örneğin etkinliğe ve etkinlik de akşam saatlerinde yapılıyor. Ulaşım sorunu, kadının araba kullanmayı bilmemesi, saat itibarıyla belki güvenlik kaygısı gibi nedenlerle erkeklerin eşlerini getirmesi normal. Bu, anlaşılabilir bir şey -ki, akşam belli bir saat sonrası kız arkadaşlarım için ben de benzer bir korumacı tutum içine girerim. Benim eleştirdiğim şey, olaya bakış ve yaklaşımla ilgili. Aradaki farkın anlaşılabildiğini umuyorum. Kapadık parantezi.

Eğitim Sen'e giderim sık sık. Sosyalist öğretmenlerden oluşan eğitimci sendikası malum. Sendikanın bir lokali var. Bildiğiniz Sivaslılar kıraathanesi gibi lokal. Erkekler ya okey oynuyor, ya iskambil, ya da içki masasında sohbet. arada genç ve bekar kadın öğretmenler gelir, 1-2 bira içer. Eşleriyle beraber gelen 2-3 öğretmen var bir de. Diğerleri? Diğerlerinin de eşleri çoğunlukla öğretmen. Gündüz birlikte çalışıyorlar. Akşam olduğu zaman kadınlar ev işi ve çocukla ilgilenirken, erkekler lokalde keyif yapıyor. Ama konusu açılsa, hepsi Duygu Asena'dan daha feminist!

Ev işleri ve çocuk demişken... Sözcüklere çok takılan ve sözcükleri çok önemseyen bir insanım. Çünkü insan sözcüklerle düşünür ve düşündüklerini sözcüklerle anlatır. Dolayısıyla bir insanın kullandığı sözcükler, aslında onun bilinçaltını da gösterir. Bu ev işleri konusunda da kullanılan sözcüğe, sözcüklere çok dikkat ederim. Kadın erkek eşitliği konusu açıldığında, çoğu erkekten "Aaa tabiİ canım, ben evde eşime mutlaka yardım ederim" sözünü duyarız. Şimdi... Kadınla erkek arasında iş bölümü yapılmıştır, erkek çalışacaktır ve kadın da ev işlerinden sorumlu olacaktır, buna bir şey diyemem. Böyle bir durumda erkeğin zaten ev işine yardımcı olmak gibi bir misyonu yoktur, yapmak zorunda olmadığı halde yapıyordur, kendi seçimidir vesaire... Kadın ve erkeğin çalıştığı bir ilişkiyi değerlendiriyorum. Karı koca birlikte çalışıyorlar. Erkeğin ev içindeki durumu sorulduğunda, "Ben evde de eşime yardımcı oluyorum" diyor erkek. Hatta kadın da destekliyor bazen; "Yok canım, şimdi Allah için evde yardım ediyor." Fiile dikkat ettiniz mi? Yardım etmek. Kime yardım edilir? Asli işini yapmakla yükümlü olan birine, işini hafifletmek için yardım edilir. Yani kendisi gibi gündüz çalışan kadına akşam da ev işinde yardım ettiğini söyleyen bir erkek, "Aslında bu işler onun işi ama ben de ucundan tutarak lütufta bulunuyorum" diyor bilinçaltında. Yani kadına yüklediği bir görev var erkeğin, bilinçaltında öyle eşitlik meşitlik de tanımıyor, ama lütufkâr bir edayla "Al da gözün insanlık görsün" diyerek bir nevi jest yapmış oluyor. Yani bu yardım etmek fiiliyle aslında bir iyilik yaptığını vurgulayarak, kadını durduk yere borçlu hissettirip kendisine minnettar olmasını sağlıyor. Evet, bence de iğrenç bir bilinçaltı...

Geçen yerel seçim dönemi. HDP'nin bir ilçedeki seçim çalışmasını yürüten bir arkadaşın dükkânında sohbet ediyoruz. Akşam saatleri. Eş başkanlık sistemini, kadın adaylara verdikleri önemi, erkek egemen anlayışın yıkılması gerektiğini anlatıyor arkadaş. Telefon geldi. Eşi arıyor. Ne yemek yapılacağını soruyor hanım, "Ne istersin, ne pişireyim?" biçimli. Arkadaş sayıyor bir şeyler, kapatıyor telefonu. Yemek saati geliyor, biz de dükkânı kapatıp çıkacağız birazdan. Sordum;

- Eşin çalışıyor mu?

+ Evet. O da yeni gelmiş işten. Yemek hazırlayacak. Ben de çıkayım, Birkaç bir şey alıp yardım etmem lazım.

- Kaç yıllık evlisin?

+ Dört.

- Dört yılda bir kez bile, "Eşim eve gelmek üzeredir. Gideyim de yemeği yetiştireyim" diye bir şey geçti mi aklından?

O an bir mavi ekran verdi arkadaş. Devam ettim:

- Hiç, "Bugün ne yemek yapsam?" gibi bir kaygın oldu mu çalışırken?

Gülmeye başladı. Hani suçüstü yakalanan veya bir ayıbı ortaya çıkan insanda pişkince ama bir o kadar da mahcup bir gülüş, daha doğrusu bir sırıtış olur ya, aynen öyle sırıttı. Düşünüp kendini sorgulamaya başladı.

Bu çok iyi bir testtir bir erkeğin kadına ve kadın haklarına, kadın erkek eşitliğine bakışı konusunda. Yardım etmek fiilini falan da geçin. Karı koca çalışılan bir evlilikte eğer eve gidip yemeği bir an önce hazırlamak, yetiştirmek kaygısı sadece kadının kafasında varsa, erkek sakın ola ki eşitlik mücahidi kesilmesin boş yere. Yok, erkeklerin kafasında yemek, bulaşık, çamaşır, temizlik, ev işine dair "Eşim işten gelmeden ben yapmalıyım", "Aman oyalanmadan eve gideyim, hanım gelir birazdan, yemeği yetiştireyim" gibi bir kaygı yok! Bu olmadığı sürece de masa başı atıp tutmaları, klavyede süslü cümleler kurmaları tamamen göstermelik davranmaktan ve aslında içten içe kadınları etkileme çabasından daha fazla bir anlam ifade etmiyor.

Yani hamaset yaparken gayet başarılıyız erkek olarak ama anlattıklarımızı içselleştirip yaşama biçimi haline getirmediğimiz de bir gerçek. Nitekim bilinçaltlarında yatan erkek egemen anlayış, bir süre sonra ilişki içinde kadını bastırmak, sözlü ve/ya fiziki şiddet olarak çıkıyor ortaya.

Velhasıl; kadına yönelik şiddete karşı çıkmakla, "Kadına el kaldırılır mı ulan" demekle, mutfakta kadın yemek yaparken salata hazırlıyor olmayı marifet saymakla olmuyor o eşitlik anlayışı. Ferhan Şensoy, çevrecilik konusundan bahsederken şöyle der: "Türkler, arabanın camından yola bira şişesi atmamayı çevrecilik sanıyor. Atmanın bir ayılık olduğunun bilincinde değiller." Hah işte, özellikle bizim ülkedeki erkeklerin durumu da tam olarak böyle.

Yok mu peki bunu gerçekten, ama gerçekten içselleştirerek yaşam biçimi haline getirmeyi başarmış erkekler? Bir elin parmakları kadar işte, daha fazla değil. Geri kalan çoook büyük çoğunluk, büyük bir samimiyetsizlik içinde.

Ne kadar bilinçli, ne kadar farkında ve ne kadar aydın bir adamım, di mi? Evet, ben de kadın olsam, bunları okuyunca bana hayran olurdum muhtemelen. Hiç öyle değil be güzelim. Benim, bu anlattığım belki %90'lık, 95'lik erkek kitlesinden tek farkım, olsa olsa aynı samimiyetsizliğe dahil olmayışım olabilir. Evet, o bilinçaltına da indim, kendimle de yüzleştim, yazdıklarımın hepsini içselleştirmeye de çalıştım ama... ama'sı var işte. Onu yıkabilmek, yıllar içinde oluşmuş o bilinci komple söküp atabilmek kolay değil. Ki ben bir de daha avantajlıydım bu konuda. Üç kardeşin tek ve en büyük erkeğiyim. Annem hiçbir zaman erkek egemen bir anlayışla yetiştirmedi beni. Yani kız kardeşlerime, "Abin su istiyor, kalk su getir" denmedi bizim evde. Tam tersine, "Kalk kendi suyunu kendin al" dendi. İki kız kardeşimin üzerinde de öyle abi hakimiyeti kurmadım; "Şunu giyemezsin, oraya gidemezsin" gibisinden bir ilişki olmadı aramızda. Yani bizimkiler, böyle bir şeyi desteklemedikleri gibi, asla da izin vermediler. Ama buna rağmen, özellikle ergenlik dönemimde, yine de erkek üstün anlayış mekanizması harekete geçti bende; özellikle de bir küçüğüme karşı. Bunu yıllarca çok düşünmüşümdür, neden diye. Aslında gayet doğalmış. Dedem, babaannem, anneannem (ki onların da ilk torunuyum ve baba tarafındaki tek erkeğim) aşırı pohpohlamışlardı beni çocukken. Ek olarak dedemin babaanneme yaklaşımı, hatta bana kardeşlerim üzerinde hakimiyet kurmama izin vermeyen babamın anneme olan yaklaşımı ve çocukluğumdan beri bunları izleyişim, üstüne bir de toplumsal roller falan derken, o baskın anlayışın daha çocuklukta oturmuş olması hiç şaşırtıcı değil.

Bunca farkındalığıma (ulan bu sözcükten de nefret ediyorum ya neyse...) rağmen hâlâ ve hâlâ bilinçaltımda ev işlerinin aslında kadında olduğunu, biz her şeyi yukarıda anlattığım şekilde paylaşsak bile bu yaptığımın kadın tarafından bir lütuf olarak algılanmasını istediğimi de farkettim. Bunu yok etmek için de epey bir uğraştım, uğraşıyorum. Sonuç konusunda henüz bir şey söyleyemiyorum.

Bunun böyle olmasında kadınların da büyük payı var elbette. Örneğin arkadaşlarla evde toplanırız, kadınlı erkekli 10-15 kişi oluruz. Ben gitar çalacağım için zaten "Üstat sen otur, senin işin ayrı" denilerek bir iş yaptırılmaz bana ama, genel tablo şu şekilde olur: Masa hazırlanacak di mi? Kızlar kalkar hemen ayağa, erkeklere "Siz karışmayın, biz iki dakikada hallederiz" derler. Erkekler genelde masada kalır, birisi mangalla ilgilenir, kızlar masa hazırlar. Çocukluğumdan beri nefret ettiğim tablonun tam içinde bulurum kendimi böylelikle. Bizimkiler akrabalarla toplanıyor diyelim. Erkekler balkonda rakı masasına oturur, kadınlar sürekli mutfakta bir şeyler hazırlayıp masaya servis yapar, biz çocuklar da ya salonda takılırız, ya evin önünde oynarız. Kadınlar, o işlerle uğraşırken ayaküstü sohbet eder, arada boşluk kalırsa salonda otururlar. Balkondan bağırır biri, "Ayşeeee, buz bitti." Ayşe Teyze, biten buzu yeniler. Az sonra başka bir ses, "Fatmaaaa, şu tabağı alsana." Fatma Teyze o tabağı alıp temiz tabak bırakır yerine. Nefret ettim bundan. Hep, "Büyüdüğümde asla böyle olmiicam. Karılarımız da bizimle beraber oturup yiyecek, içecek. Buzumu da gidip kendim alıcam" derdim. E, şimdi biz niyetleniyoruz işin ucundan tutmaya, kızlar zorla oturtuyor bizi masaya. Ben şimdi o bilinçaltını nasıl temizleyeceğim sorması ayıp?

Sevgililerim genelde hamarat, mutfak işlerinde gayet başarılı, epey hünerli kadınlardı. Yemek yapılacak evde, ben de işe girişeceğim, hemen uyarı, "Dur, sen karışma. Ben hallederim hızlı hızlı. Otur sen, sohbet ederiz bir yandan." İtiraz edecek olursam, "İyi bari, sen tabakları falan götür. Yardım etmiş olursun" cevabı. Bir de bunun üstüne iltifat alıyorum, "Çok düşünceli, ince bir adamsın" şeklinde. Böylelikle aslında lütufta bulunduğum fikri iyice yerleşiyor bende. Bu şekilde üst üste üç sevgiliden sonra dördüncü sevgilide bu kez ben bir işe el sürmeyince kavga çıkıyor. Neden o yemek hazırlarken ben oturup onu seyrediyormuşum? Ulan vicdansızlar, bir karar verin de ne bok yiyeceğimizi bilelim! Ailesiyle kalan sevgilim olur, evime gelir, ille bir yeri temizler. Kızım bırak, yapma şunu. Ama salon dağınıkmış, odamın silinmesi gerekiyormuş. Ya bırak işte, ben yapıyorum. Hiç olur muymuş.... Lisedeyken annemle kavga ederdim böyle.

- Yaa anne, odamı niye topladın?

+ E, dağınıktı evladım.

- E bırak, dağınıksa ben toplarım.

+ Üç gün oldu toplamıyorsun ama.

- Anne, güzel annem... Üç gün toplamam, beş gün toplamam ama altıncı gün toplamak zorunda kalırım. Sen her gün gelip topladığın için ben toplayamıyorum zaten. Bırak, alışayım şuna. İyi bir şey yapmıyorsun bana.

Annem önce tamam der, üç gün sonra yine aynı. Böylelikle, işlerimin bir kadın tarafından yapılmasına iyice alışıyorum. Alıştım da zaten. Sevgililer de öyle sağ olsunlar.

Demem o ki, erkeğin bu bilincinin oluşmasına en büyük katkıyı kadınlar sunuyor. Erkeklerse hiç bunlarla yüzleşmeden, gayet süslü cümlelerle nasıl eşitlikçi olduklarını anlatmaya çalışıyor kadınlara. E, samimiyetsizlik bu, ikiyüzlülük.

Heeeeee, kadınlar... Şimdi bir de gelelim size. Okurken "Oh! Ne güzel de sıçtı erkeklerin ağzına bıraktı" falan dediyseniz, ikiyüzlülük konusunda erkeklerden baha beter bir yerde olduğunuzu söylemem gerek size de.

Erkeğin üstün olduğunu başından kabullenen, ev işleri vs gibi işlerin kadının görevi olduğunu kabullenmiş ve bu şekilde yaşayan kadınlara bir şey söylemiyorum. Onlar gerçekten tutarlı yaşıyor. Lafım, kadın erkek eşitliğini savunan, "Ev işleri kadının görevi değildir" diyen, kadına bu tür misyonlar yüklenmesine karşı çıkıp hayatın müşterek yaşanması gerektiğini söyleyen tiplere...

Basit bir örnek: Evliyiz, karı koca birlikte çalışıyoruz. (Yaa kızım misal veriyoruz burada. Evli falan değilim. Lan durduk yere kısmeti kapatıp dükkânın bereketini kaçırmayalım). Bir arabamız var, karı koca birlikte kullanıyoruz. Arabanın kadında olduğu bir gün telefon gelir;

- Aşkım yaaa... Bu sileceklerin suyu bitmiş.

+ E dolduruver bi'zahmet?

- Ben anlamam ki.

+ Kullanmayı biliyon ama?

- İyi de, bunlar erkek işi!

Efendim? İşitmedim? Heeee, bunlar erkek işi... Akşam evde konuşuruz erkek işini. Anca o kontağı çalıştır, sür götür. Bir günden bir güne kaputu açmak yok, arabanın yağını suyunu kontrol etmek yok, periyodik bakımını yaptırmak yok, arabada bir bok olacak olsa, "E ama aşkım, bunlar erkek işi!" O zaman ben tv karşısında gazetemi okuyup masanın hazırlanmasını beklerim aşkım; o da kadın işi!

Hayat müşterektir, deyip bütün ev işlerine sizi eşit şekilde ortak eden kadın, bir akşam çemkirir salonda;

- Yaa, mutfaktaki musluk su damlatıyor. Baksana şuna.

+ Sen niye bakmıyorsun?

- İyi de, o erkek işi.

+ Hayat müşterektir aşkım. Ben de gündüz senin gibi canım çıkana kadar çalışıyorum. Alet dolabını aç, boru anahtarı var orada. Kolay gelsin tatlım.

Başka bir gün evin bozulan prizleri için usta çağırmak gereklidir. Hayatın müşterek olduğunu söyleyen karınız arar sizi;

- Bi elektrikçi bulsana. Şu prizleri yapsın.

+ Sen niye bulmuyorsun?

- Ama bu erkek işi!

+ Hayır şekerim, erkek işi diye bir şey yok. Bu, tamamen toplumsal baskılarla oluşturulmuş bir bilinç. Her birimize biçilmiş roller var ve bu rolleri oynamamız isteniyor. Oysa biz ne yapıyoruz? Bu köhneleşmiş kalıpları reddediyoruz. Bir erkek de pekâlâ ev işleri yapabildiği gibi, bir kadın da aynı şekilde erkek işi diye şartlandırılmış işlerin üstesinden başarıyla gelebilir. İnternete girip bizim eve en yakın elektrikçiyi arayarak başlayabilirsin bu iç devrimine. Hadi bakiim hayatım, kolay gelsin!

Hele öyle "Ay sen de bir şey söylesene yaaa... Bir de erkek olcek!" kezbanlığına falan hiç girmiyorum bile. Bu kadar ilkel bir dili kullanan kadından zaten uzak durmak gerekir.

Anlayacağınız, kadınıyla erkeğiyle hep beraber dökülüyoruz bu kadın erkek eşitliği konusunda. Bizlerin tam ve gerçek anlamda o bilinç düzeyine ulaşması için birkaç yüz yıl daha geçmesi gerekiyor.

Ulan ya da bunlarla hiç uğraşmayıp mağarada kalsaydık zamanında, acaba daha mı iyiydi? Görev bölüşümü ve işin tanımı belliydi en azından!

Ekleme: kadınların ikiyüzlülüğünü sayarken önemli bir maddeyi yazmayı unutmuşum: Alışveriş! Kadındaki eğilim genelde şu yönde: alır eline kağıdı kalemi, bir alışveriş listesi hazırlar, tutuşturur erkeğin eline, "Sen şunları al gel." Neden? Prensesimiz yorulmayacak çünkü, eşya taşımakla uğraşmayacak. Bunlar erkek işi. Ben o mutfak alışverişine tek başıma gittim mi? Gittim. İş bölümü gereği de mutfaktaki işler aynen ellerinden öper bitanem.

Feminist geçinen kadınlardaki asıl yaklaşım da şu: Erkeği, ev işlerinin bütününe tamamen ortak bir şekilde dahil etmek, ama kendisini yoracak, zorlayacak işlerden kaçarak bu angaryaları erkeğin üstüne yıkmak. Oldu canım. bulursan getir, beraber öpelim.


(1 Şubat 2015 - Ekşi Sözlük)