ANA SAYFA

31 Ocak 2016 Pazar

Kırk yaşım merhaba!

Hapisliğinin on birinci yılında, “Ben içeri düştüğümden beri, güneşin etrafında on kere döndü dünya” der, Nazım. Güneşe sorarsak, “Lafı bile edilmez, mikroskobik bir zaman”, Nazım’a göreyse “On senesi ömrümün”… Ben “içeri” düştüğümden beriyse güneşin etrafında kırk kere döndü dünya. Güneş için yine mikroskobik bir zaman elbet ama, bana göre “bütün bir hayat…”

Yaşımı “3” ile başlayan sayılarla ifade ettiğim 30’lu dönemlerimi devirip, telaffuzunda –en azından şu an için- zorlandığım yeni bir döneme giriyorum. Sancılı bir doğumun ardından kucağına alacak beni anam; birkaç saat sonra, 40 yıl önce…

Kırk yılın muhasebesini, muhakemesini yapıyorum. Geride kalan yılların envanterini yazarken, kendini olumlar çoğu zaman insan. Hoş, özel gün kutlamaları da, insanın kendisine gereğinden fazla önem vermesinden başka bir şey değildir ya… Benimki de pek kutlama sayılmaz işte. Kızılderili rehberin öyküsü gibi belki;

Meksika’da İnka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyulurlar. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılarlar. Aynı hızla, tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup, birden yere oturur ve böylece beklemeye başlar. Tabii, Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremez. Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyulur ve sonunda tepenin üstündeki görkemli İnka tapınaklarına ulaşırlar. Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere sorar;

- Hiç anlayamadım, niye yolun ortasında oturup saatlerce yok yere bekledik?‘

Yaşlı rehber, yanıtlar;

- Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik.

Büyükşehrin hoyrat yıkıcılığı arasındaki koşuşturmalarımız boyunca hırpalanmış, orasından burasından çekiştirilerek lime lime edilmiş ruhlarımız, tecavüze uğramış adalet tanrıçası gibi üstü başı perişan bir vaziyette karşımıza çıktığında nasıl karşılarız onu, bilmiyorum. Bildiğim, Leyla’sına kavuşmak ümidiyle çölde biçare dolanan Mecnun’un çatlamış dudaklarının hasret kaldığı bir damla suyun serabı gibi kof bir vuslat değildi beklediğim. Hayır hayır, “Bakın, ben ne denli nazenin bir insandım da siz getirdiniz beni bu hale” gibisinden küstah bir arabesk kurgulamıyorum. Ne münasebet? Yaşadığım her şey, kendi tercihlerimin doğal sonucuydu; birkaç istisna hariç. Bir de benim kırıp döktüklerim, incittiğim ruhlar var. Affetsinler…

Önceki yıl dönümlerimde daha fazla şey yazdım sanırım. Galiba artık, hayatın o kadar keskin olmadığının farkındayım. Hiç kimseye “Kırk yaşından öğütler” vermek niyetinde de değilim. O kadar aklım olsa kendime kullanırım. Zaman zaman düştüğüm bu durum da, insan egosunun doğal bir sonucu olsa gerek. Şimdiyse, bir yanda yazabilecek çok şeyim var, bir yanda hiçbir şeyim yok… Klavyede bastığım her harf, sıradan bir günceye düştüğüm nottan daha fazlası değil; belki yirmi yıl sonra okurum diye…

“Zaman akıyor” demiştim birkaç gün önce. Bunu görmek için takvim yapraklarını tek tek koparmaya gerek yok; her gün baktığım aynada giderek beyazlayan saçlarımdan, sakalımdan görebiliyorum. “Boğazlanan bir çocuğunun kanı gibi aktı zaman…” ve kırk yılımı devirdim bu dünyada…

Hayatıma bir şekilde girmiş, hayatlarına bir şekilde girdiğim, dokunduğum, dokunan insanlar… Bazılarının sadece yüzlerini anımsadığım, sayılarına dair hiçbir fikrimin olmadığı insanlar… Birbirimize bilinçli veya bilinçsiz dokunmasaydık, şimdiki ben olmazdım. Hepsine ayrı ayrı teşekkür ederim.

Daha yazacaklarım var elbet. Ne var ki erken başladı kutlamalar. Reel, sanal kimliklerimle kutlamaları yanıtlamalıyım. Kırk yaş dökümünü daha sonra, tekrar, temize çekerek yaparım.

Kırk yaşım, merhaba!


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder