Hapisliğinin on birinci yılında, “Ben içeri düştüğümden
beri, güneşin etrafında on kere döndü dünya” der, Nazım. Güneşe sorarsak, “Lafı
bile edilmez, mikroskobik bir zaman”, Nazım’a göreyse “On senesi ömrümün”… Ben “içeri”
düştüğümden beriyse güneşin etrafında kırk kere döndü dünya. Güneş için yine
mikroskobik bir zaman elbet ama, bana göre “bütün bir hayat…”
Yaşımı “3” ile başlayan sayılarla ifade ettiğim 30’lu
dönemlerimi devirip, telaffuzunda –en azından şu an için- zorlandığım yeni bir
döneme giriyorum. Sancılı bir doğumun ardından kucağına alacak beni anam;
birkaç saat sonra, 40 yıl önce…
Kırk yılın muhasebesini, muhakemesini yapıyorum. Geride kalan
yılların envanterini yazarken, kendini olumlar çoğu zaman insan. Hoş, özel gün
kutlamaları da, insanın kendisine gereğinden fazla önem vermesinden başka bir
şey değildir ya… Benimki de pek kutlama sayılmaz işte. Kızılderili rehberin
öyküsü gibi belki;
Meksika’da İnka
tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle
yola koyulurlar. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede
yarılarlar. Aynı hızla, tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi
aralarında konuşup, birden yere oturur ve böylece beklemeye başlar. Tabii,
Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremez. Saatler sonra, yerliler kendi
aralarında konuşup tekrar yola koyulur ve sonunda tepenin üstündeki görkemli
İnka tapınaklarına ulaşırlar. Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere sorar;
- Hiç anlayamadım,
niye yolun ortasında oturup saatlerce yok yere bekledik?‘
Yaşlı rehber,
yanıtlar;
- Çok kısa sürede çok
hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize
yetişmesini bekledik.
Büyükşehrin hoyrat yıkıcılığı arasındaki koşuşturmalarımız
boyunca hırpalanmış, orasından burasından çekiştirilerek lime lime edilmiş
ruhlarımız, tecavüze uğramış adalet tanrıçası gibi üstü başı perişan bir
vaziyette karşımıza çıktığında nasıl karşılarız onu, bilmiyorum. Bildiğim,
Leyla’sına kavuşmak ümidiyle çölde biçare dolanan Mecnun’un çatlamış dudaklarının
hasret kaldığı bir damla suyun serabı gibi kof bir vuslat değildi beklediğim. Hayır
hayır, “Bakın, ben ne denli nazenin bir insandım da siz getirdiniz beni bu hale”
gibisinden küstah bir arabesk kurgulamıyorum. Ne münasebet? Yaşadığım her şey,
kendi tercihlerimin doğal sonucuydu; birkaç istisna hariç. Bir de benim kırıp
döktüklerim, incittiğim ruhlar var. Affetsinler…
Önceki yıl dönümlerimde daha fazla şey yazdım sanırım. Galiba
artık, hayatın o kadar keskin olmadığının farkındayım. Hiç kimseye “Kırk
yaşından öğütler” vermek niyetinde de değilim. O kadar aklım olsa kendime
kullanırım. Zaman zaman düştüğüm bu durum da, insan egosunun doğal bir sonucu
olsa gerek. Şimdiyse, bir yanda yazabilecek çok şeyim var, bir yanda hiçbir
şeyim yok… Klavyede bastığım her harf, sıradan bir günceye düştüğüm nottan daha
fazlası değil; belki yirmi yıl sonra okurum diye…
“Zaman akıyor” demiştim birkaç gün önce. Bunu görmek için
takvim yapraklarını tek tek koparmaya gerek yok; her gün baktığım aynada
giderek beyazlayan saçlarımdan, sakalımdan görebiliyorum. “Boğazlanan bir
çocuğunun kanı gibi aktı zaman…” ve kırk yılımı devirdim bu dünyada…
Hayatıma bir şekilde girmiş, hayatlarına bir şekilde
girdiğim, dokunduğum, dokunan insanlar… Bazılarının sadece yüzlerini anımsadığım,
sayılarına dair hiçbir fikrimin olmadığı insanlar… Birbirimize bilinçli veya
bilinçsiz dokunmasaydık, şimdiki ben olmazdım. Hepsine ayrı ayrı teşekkür
ederim.
Daha yazacaklarım var elbet. Ne var ki erken başladı
kutlamalar. Reel, sanal kimliklerimle kutlamaları yanıtlamalıyım. Kırk yaş
dökümünü daha sonra, tekrar, temize çekerek yaparım.
Kırk yaşım, merhaba!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder