ANA SAYFA

25 Aralık 2015 Cuma

Ekşi Sözlük'te Silinen Regus Ofis Entry'sinin Tam Metni

Ekşi Sözlük'te açılan "25 Aralık 2015 Regus Ofis Rezaleti" başlığında, firma tarafından mağdur edildiğini anlatan "querrey" nickli Ekşi Sözlük yazarı arkadaşın entry'si, GG (götümüze girebilir) gerekçesiyle silindi. Başlığı açan yazarı tanımam, olayın doğruluğunu bilemem, hiçbir şeye de kefil değilim. Ancak; hemen her gün her firma hakkında bu tarz başlıklar açılırken ve bunlara yönelik hiçbir şey olmazken, bu başlığın ilk entry'si aynı gün, birkaç saat içinde silindi. Entry'de, hukuka aykırı bir detay göze çarpmıyordu. Hukukçu olmadığımdan, yine de bu konuda çok iddialı konuşmak istemiyorum. Ben o silinen entry'i, noktasına dokunmadan aşağıda paylaşıyorum. 


25 Aralık 2015 Regus Ofis Rezaleti


türkiye dahil dünyada 120 ülke ve 900 şehirde hizmet veren global bir şirket olan regus'un istanbul selenium plaza ve istanbul bölge müdürlerinin, şirkette yaptığı şaibeli işlemler ve usulsüzlükleri afişe edeceğim ve başlarına büyük iş açacağım, muhtemelen ''sonucunda kovulacakları, olay kanıtlandığında da belki de tutuklanacakları'' rezalettir.

yaklaşık 1 senedir regus adlı uluslararası bir hazır ofis şirketi ile çalışıyorum.

bilenler bilir. bu tarz şirketler büyük plazaların birkaç katını komple kiralayıp, bu alanları bölerek küçük şirketlere ve freelance çalışan kişilere kiralarlar. ayrıca her şirkete birer telefon hattı vererek aynı zamanda sekreterlik hizmeti verirler. siz orada olmasanız bile, sizin için çalışan sekreterler şirkete gelen telefona bakarak, aramayı cep telefonunuza aktarırlar. ücretlendirmeleri de normal ofis kirası + türk telefon faturası olarak gelir. telefon ücretlendirmesi ise sekreterin size telefonu aktarırken '' ... bey sizi şu kişi arıyor, müsaitseniz aktarıyorum'' dediği sadece sekreterle olan 4-5 saniyelik kısa görüşmenin ücretlendirilmesi şeklinde olur. yani bir ayda 600 görüşme 30 dk eder. hadi telekom 1 saniyeyi bile 1 dakika saysın 600 dk eder.

gelelim olayın hortum boyutuna:
bu şirket bana, normal kiramın dışında bana her ay 200-250 tl telefon faturası çıkarıyordu. ben de heralde o kadar konuşuyorum, koskoca şirket, yalan söylecek halleri yok ya diyerek itiraz etmeden ödüyordum. daha doğrusu kredi kartı bilgilerimi aldıkları için faturalar otomatik olarak ödeniyordu.

ancak ne zaman ki telefon faturaları 450-500 tl gelmeye başladı olaydan şüphelenmeye başladım. şirketin ofisine gittim. 600 dakika için bu fiyatların normal olduğunu, türk telekom faturası dışında kesinlikle ekstra bir ücret charge etmediklerini yinelediler. ikna olmadım ve araştırmaya başladım. çünkü dakikası yaklaşık 1 tl'ye geliyordu.

birkaç arkadaşıma bahsettiğimde, evlerinde 30-35 lira gibi rakamlara cep telefonu dahil her yöne 1000 dakika konuştuklarını söylediler. yani ben 30 tl ödeyenler bile 1000 dakika konuşurken, benden koskoca ay 20-25 dakika konuşmam için yaklaşık 500 tl istiyorlardı. ardından türk telekom ile de görüştüm. kendilerinin varolan en yüksek tarifelerinin dk 37 kuruş olduğunu, ayrıca bunun şahıslar için olduğunu, şirketlere özel tarifelerin bundan kat kat daha ucuz olduğunu, hele de böyle yüzlerce hatta sahip olan şirketlerin neredeyse sembolik rakamlara bu hizmetleri aldıklarını, burada bir dolandırılma söz konusu olabileceğini söylediler.

ardından hizmet aldığım ofisin (regus selenium plaza) müdürü ile konuşmak istedim. kendisinin 3 ay kadar peşinden koştum ne bir telefonuma çıktı ne randevu alabildim. bu sırada yüksek faturalar gelmeye devam ediyordu. şirket yetkililerine bana verdikleri hatta gelen telefon faturasını görmek istediğimi söyledim. gösteremeyiz yasak, zaten bu ofiste 100 şirket bulunuyor hepsinin faturası tek fatura olarak kesiliyor, biz bölüyoruz dediler. ben de ''eğer bana faturayı gösteremiyorsanız o zaman hiçbirinize 1 lira ödemiyorum'' dedim ve kredi kartımı mail order'a kapattım. şüphelerim daha da artmıştı. tanıdığım bir telekom bayisinden şirketin toplam 100 şirket için aylık toplam 2000 tl ödediğini tespit ettim.

tekrar ofislerine gittim. 100 şirket için toplam 2 bin tl öderken nasıl herkesten 400-500 tl istediklerini sordum. bu şekilde 100 şirketten telefon için her ay 50 bin tl toplayıp, 2 bin tl'sini telekoma ödüyorlar ve kalan 48 bin tl nasıl oluyorsa bir şekilde buharlaşıyor. kendilerine sözleşme imzalarken telekom faturası dışında telefona kar koymadıklarını söylediklerini hatırlattım. kimse itiraz etmiyor, size bir belge gösteremeyiz ama 2 bin tl ödediğimiz doğru dediler. ancak üstüne kar koyabiliriz dediler. ben de bana sözleşmeyi telefona kar koymuyoruz diyerek imzalattınız dedim. (sözleşmede fiyat yazmıyor, fiyatlar regus'un bilmemne ekindedir yazıyormuş ama ortada ek falan kesinlikle yok) ama ispatım yoktu. bunu ispat edebilmek için regus'un merkezini yeni bir müşteri gibi aradım ve telefon konuşmasını kaydettim. oradaki müdürleri bana sözleşme satarken kira dışında telefondan bir kar marjı olmadığını açık açık defalarca belirtti. artık elimde sahte vaatlerinin kanıtı vardı. gizli kayıt yapmak birçok durum için yasadışı olsa da kamu yararı için yapıldığında suç değildi. sonuçta ben de kimsenin özel hayat görüntülerini kaydetmiyordum. dolayısıyla bu kaydı da işledikleri suçu ispat edip benim gibi başka yüzlerce üyeden haksız aldıkları paraları iade etmeleri için yaptım.

ben müdürlerine ulaşamazken ofisin müdürü değişti. apar topar yeni müdüre gittim. elimde kayıtlar olduğunu söyledim. kendisi beni dinledi ve aldıkları istenen paranın açıklamasını yapabilmek için 1 hafta zaman istedi. tamam deyip ayrıldım o da bir daha telefonlarına çıkmadı ve izne ayrıldı.

bu arada ofisin diğer yetkilileri ile görüşmelerimde bunun dışında sözleşmede bu tutarla geç ödendiğinde ''regus kendi belirleyeceği bir miktarı ceza olarak ekleyebilir'' diye bir madde koymuşlar. ben 150 dolarlık faturayı kabul etmediğim için bir de 100 ceza koymuşlar bu maddeye istinaden. bunu yapamazsınız dediğimde sözleşmedeki bu maddeyi gösterdiler. ben de bunun üzerine 100 dolarlık faturaya 100 dolar ceza mı olur? ne yani regus bu maddeye dayanarak bana ceza olarak 100 bin dolar kesse, bunu mu ödeyeceğim? bu apaçık sahtekarlık olur dedim. ve sözleşmemi iptal etmemi istedim, ancak bunu yapamayacaklarını, sözleşmenin senelik otomatik yenileme tarihinden 3 ay önce bunu yazılı olarak bildirmem gerektiğini söylediler. sözleşme yenileme hatırlatmasının herkese mail olarak gönderildiğini söylediler ama bana gönderdikleri hatırlatma mailini çıkartıp gösteremediler. ve bir sene daha bizimle çalışmak durumundasınız dediler.

sonunda zor da olsa telefonla istanbul bölge müdürleri olan m. k. adındaki şahsa ulaştım. telefondaki ilk sözü ''merhaba querrery bey, şu anda benim de sesimi kaydediyor musun acaba?'' oldu. demek ki benim şirkete attığım onlarca mailden onun haberi vardı ve beni daha ismimi duyduğu anda saniyede tanımıştı. yani konudan çoktan haberi vardı ama hiç birşey yapmamıştı. hayır elimde yeterince kanıt olduğu için artık kayda gerek duymuyorum dedim. kendisinden şirkette dönen işleri ona anlatmak ve mağduriyetimi belirtmek için bir randevu aldım, gittim görüştüm: böyle böyle müdürleriniz yüzlerce üyenizden haksız kazanç sağlıyorlar, ben bu istenen tutarın açıklamasını istiyorum. bu ya bir zimmete geçirme olayı, ya da regus'un çirkin bir stratejisi ve ikisi de birbirinden kötü dedim. dinledi ancak bir cevap vermedi. bana 2 gün verin bu ücretlerin izahını yapayım dedi. peki dedim ama izah edecek birşey yok ortada. telefon faturası neyse o dediniz ama faturayı göstermiyorsunuz dedim. bizim tarifemiz bizi ilgilendirir. belki biz bedava alıyoruz telekomdan size ne dedi. ben de o zaman insanları fatura dışında bir bedel almıyoruz diye kandırarak satmayacaksınız dedim. ben size telekomdan bir tarife bulurum o zaman o ücreti çıkarmak için dedi ve yardımcılarına telekom'un en yüksek tarifesini araştırtmaya başladı. ve benden bu araştırma için 2 gün zaman istedi. ancak 15 gün oldu ne telefonlarıma çıkıyor ne geri dönüş yapıyor. belli ki o da bu kirli çarkın içindeydi. sözleşmemi bile feshetmiyorlar. ben parayı ödemeyince hizmeti durdurdular ancak her ay fatura kesmeye devam ediyorlar.

bu yazıyı da bu çirkin adamları afişe etmek için yazdım. bu yazının linkini google adwords'e yapıştırıp regus keyword'üne sponsorlu reklam veriyorum. `google'a regus yazınca sonuçlarda ilk sırada bu yazı çıkacak`. pazartesi de selenium ofisi eski müdürü m. e. , yeni müdür o. ö. ve istanbul bölge müdürü m. k. hakkında nitelikli dolandırıcılıktan istanbul cumhuriyet başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunacağım. ayrıca diğer 100 şirkete mail atıp bizlerden fazladan alınan ücretleri geri istemelerini bildireceğim. problemi ise artık hukuk çözecek.

bu arada asıl büyük davayı açması gereken kesinlikle türk telekom'dur. çünkü bu adamlar türk telekom gibi büyük bir şirketin ticari itibarını zedelemişlerdir. benim gücüm yetmese bile telekom'un avukatlarının gücü regus'a rahat rahat yetecektir. çünkü telekom'un tarifesini normalden çok daha yüksek gibi göstererek telekom'un marka imajına zarar veriyorlar.

regus'la anlaşacak olan varsa bence bir daha düşünsün.

ya da boşverin şimdi regus düşünsün..



3 Aralık 2015 Perşembe

Cumhuriyet ve Gerçek Gündem'in Sessiz Sedasız Troll'lenişi

İnternetin, özellikle de sosyal medyanın kullanımıyla beraber dilimize yerleşmiş bir kavram var: Troll'lemek/troll'lenmek. Nereden geliyor peki bu sözcük? Trol, balık yakalamak için kullanılan bir deniz aracı. Denize ağ atan gemilerden farklı olarak taraklı bir mekanizması var. Bu tarak, denizin dibini tarayarak balık yuvalarını vs dağıtıyor. Mekanizma yüzeye çekilirken denizin dibindeki kumu da kaldırdığından, ortalık ciddi anlamda bulanıyor. "Denizlerin katili" olarak tanımlanan bu troller, balıkların üremelerine engel olduğu ve "denizi kuruttuğu" için yasaklandı neyse ki. Ancak deyim olarak dilimize de yerleşmiş bulundu. Troll'lemek; ortalığı karıştırmak, ortalığı bulandırmak, kandırmak, (argo) keklemek, (duruma göre) kızdırmak, damara basmak vb anlamlarda kullanılıyor.

Sosyal medyada yaygın olarak kullanılan troll'lemeden zaman zaman medya da nasibini alıyor -ki bu durum, iletişim fakültelerinde ders olarak işlenmeli bana göre. Şimdilerde işleniyorsa da bilmiyorum tabii.

Dün gece de (2 Aralık 2015/Çarşamba) bu sosyal medya troll'lemesinden nasibini alan iki gazete oldu. Bu durum artık sıradanlaştı belki ama çok daha ilginç bir boyutu var işin.

Rusya ile Türkiye arasında yaşanan kriz nedeniyle Akit yazarı Abdurrahman Dilipak, Twitter hesabından bir anket yayınladı. Anket, çok kısa bir süre içinde çok sayıda kullanıcı tarafından oylandı ve sonuç Dilipak'ın beklediği gibi olmadı. İşin bu kısmı, ayrı bir haber konusu olarak basında yerini aldı. İlginçlik, tam da bundan sonra başladı.

Dilipak'ın anket sonucu, Rusya'nın Ankara Büyükelçiliği tarafından Twitter'da paylaşıldı. Tweet'in altında dikkat çeken bir detay vardı: Dilipak'ın, "Bu savaş demektir" şeklinde yanıt verdiği görülüyordu.







Bu detayı yakalayan Cumhuriyet gazetesi, internet sitesinde "Yandaş Dilipak'tan Rusya'ya: Bu savaş demektir" manşetiyle haber yaptı. Cumhuriyet'in haberini de Özgür Mumcu yine Twitter'dan paylaştı. Aradan çok geçmeden, aynı haber Gerçek Gündem'in internet sitesinde de yer aldı ve yine Twitter'dan paylaşıldı. Ancak sorun şuydu ki, o tweet'i atan Abdurrahman Dilipak değil, onun adıyla açılmış sahte bir hesaptı. Dilipak'ın gerçek hesabı "aDilipak" şeklinde iken bu sahte hesap "aDillipak" kullanıcı adını taşıyordu. Yani sahte hesapta iki tane "L" harfi vardı. Ekran görüntülerini alarak kendi Twitter hesabımda Cumhuriyet'i ve Özgür Mumcu'yu etiketleyerek paylaştım bu durumu; 




Daha sonra aynı haberi yapan Gerçek Gündem'in Twitter hesabıyla da paylaştım aynı tweet'i. Hiçbiri görmemiş olmalı ki, tweet'ime herhangi bir tepki gelmediği gibi, haberler de yayından çekilmedi. Buraya kadar olan durum bile anlaşılabilir, bir yere kadar. 

Bu haberlerin üzerinden şu an itibariyle 16 saat geçti. Sahte hesap kapatıldı. Ancak her iki gazetenin dün gece yarısı yaptığı haber aynen duruyor;







Haber linkleri:

Cumhuriyethttp://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/440413/Yandas_Dilipak_tan_Rusya_ya__Bu_savas_demektir.html

Gerçek Gündemhttp://www.gercekgundem.com/medya/172732/dilipaktan-rusyaya-bu-savas-demektir


Bana göre gariplik burada başlıyor. Bu troll'lenmeyi hiç kimse görmedi, kimse de bu iki gazeteyi uyarmadı. Peki, Dilipak ve Akit? Onlar da mı görmedi, dikkatini çekmedi? Türkiye'nin en köklü gazetelerinden birinde Dilipak gibi bir yazarın Rusya Büyükelçiliği'ne "savaş" yanıtı verdiği haberi var ve konunun muhatabı Dilipak'tan çıt yok. Hadi, Akit bu malzemeyi kullanıp Cumhuriyet'le dalga geçmedi, Dilipak da çıkıp, en azından Twitter hesabından "O yanıtı veren ben değilim, sahte hesap" vs gibi bir şey söylemez mi? Basının birbirinden bu kadar bihaber olması normal mi? Üstelik de Cumhuriyet ve Gerçek Gündem'in haberinden sonra Dilipak'la dalga bile geçildi Twitter'da. Hiçbir basın organının mı dikkatini çekmedi?

Yoksa, başta Türkiye'nin en köklü gazetesi Cumhuriyet olmak üzere iki gazetenin sessiz sedasız troll'lenmesi ve muhatabının bile buna bir şey söylememesi (ki muhatap da yine bir gazete yazarı) bir tek bana mı tuhaf ve komik geldi?

Ekleme: 20 Mart 2016. Olayın üzerinden neredeyse 4 ay geçti ve haberler hâlâ duruyor. 

4 Kasım 2015 Çarşamba

Seçim, Mücadele ve Döşek Üzerine...


Diken'den Murat Sevinç, 1 Kasım seçimlerine dair güzel bir değerlendirme yapmış ve yazısını "Küsüp gitmek olmaz. Enayice mücadele etmek gerek" diyerek bağlamış. Yazının büyük bölümüne katılmakla beraber, eksik bıraktığını düşündüğüm kimi yanları da var -ki eminim kendisi de bunu biliyordur, fazla detaya girmemek adına yazmamıştır. Ancak yazının sonunda değindiği "Küsüp gitmek olmaz, enayice mücadele etmek gerek" bölümü için aynı fikirde değilim. 






Öncelikle bu seçimlerin hilesiz hurdasız yapıldığına, dosdoğru sonuçları verdiğine inanmadığımı söyleyeyim. O %49'luk oranı hiçbir şekilde doğru kabul etmiyorum. Ancak bu yazıda buna değinmeyeceğim, apayrı bir yazı konusu o. Bu sonuçların doğru olduğunu kabul edelim ve ona göre devam edelim.

Sevinç'in düşüncesine itiraz ettiğim noktaya geçmeden önce, çizdiği genel tabloya bazı eklemeler yapmak istiyorum. 

Söz konusu yazıda da belirtildiği gibi, 1950'den bu tarihe olan seçim sonuçları incelenirse, Türkiye'de sağ oyların %70, sol oyların ise %30 civarında seyrettiği görülür. Bir tek Ecevit dönemi istisna olmuş bu konuda, onun da nedenleri zaten az çok biliniyor. Yani öyle çok da aman aman derin analizler yapma gereği duymuyorum işin aslı. Eldeki kumaş bu. Türkiye toplumunun yarıdan fazlası, muhafazakâr sağ seçmen. Üstelik de öyle basitçe merkez sağ bir anlayıştan söz etmiyorum. Basbayağı Cumhuriyet'le sorunu olan ve Osmanlı özlemi duyan bir kitleden bahsediyoruz. Aziz Nesin, öz yaşam öyküsünü kaleme aldığı "Böyle Gelmiş Böyle Gitmez" adlı kitabında, kendi babasından örnek verir. Babasının, Mustafa Kemal'i pek sevmediğini anlatır Nesin. Babası aşağı yukarı şunları söylermiş Mustafa Kemal hakkında: "Bizi kandırdı. Biz küffara karşı padişahı ve hilafeti korumak için savaştığımızı sanıyorduk. O ise ikisini de kaldırdı." Anlaşılacağı üzere, 'Çılgın Türkler' hiç de öyle Cumhuriyet sevdasıyla falan savaşmamış Kurtuluş Savaşı sırasında. Dolayısıyla Cumhuriyet'le de hiç barışmamış toplumun ciddi bir kesimi. Askeri darbelerle, dipçik korkusuyla vs metazori bir şekilde ayakta durdu Cumhuriyet. Ancak halk da her serbest seçimde, askerin tam karşısındaki partiye/adaya verdi desteğini. 

Bu kadar bir hatırlatmanın yeterli olacağını düşünüyorum. Daha da uzatılarak çok net bir tablo çizilebilir belki ama, Sevinç zaten büyük oranda yapmış bunu. O yüzden, şimdi gelelim "mücadele" konusundaki itirazıma. Esasen "itiraz" demek de çok doğru değil; katılmadığım diyeyim.

Çok klişe bir tabir vardır; "Dibe doğru gidiyoruz ama ben inanıyorum ki, tıpkı bir top gibi dibe vurduktan sonra tekrar yükseleceğiz yukarıya doğru." Hayır, böyle bir şey olmayacak. Çünkü bunun olabilmesi için, topun çarptığı zeminin beton veya o ayarda sert bir zemin olması gerek. Oysa zemin balçık. Top, çarptığı gibi gömülür kalır yarıya kadar. Kaldı ki top da patlak; zemin beton olsa bile 'ploff' diye yapışır kalır çarptığı yerde. Zemini de topu da biraz açalım şimdi...

Türkiye'de %60-70 oranında sağ bir yapı olduğunu söyledik. Bu oran, 1960 ve 1970'li yıllarda gerek Halk Evleri gerekse Köy Enstitüleri ile değişmeye başlar gibi olmuştu. Sol hareketin en güçlü olduğu dönem 1970'lerin sonlarıydı ve "Bu kış Türkiye'ye komünizm gelebilir" iddiası, hiç de mesnetsiz değildi. Buna önlem olarak 1980 darbesi yapıldı. Peki ne oldu sonrasında? İki örgütün dışındaki tüm yapılar, kavalcının arkasından giden fareler gibi itaat etti otoriteye. Ordunun en çok çekindiği yapı DİSK idi. Eldeki istihbarat verilerine göre 160 bin civarında silahlı üyesi vardı DİSK'in. Darbeden hemen sonra haklarında yakalama/tutuklama kararı çıkarılan DİSK'e bağlı sendikaların başkanları ve yöneticileri, bir an evvel gidip tutuklanmak için birbirleriyle yarıştılar adeta. Hem de böyle koştura koştura, en önce teslim olup tutuklanmak için birbirlerini çiğneye çiğneye karakolların, kışlaların, spor sahalarının yolunu tuttular. En örgütlü yapılardan birinin, hem de darbecilerin en çok çekindiği yapının içler acısı durumu tam olarak buydu. 

Devrimciler, sosyalistler, kısacası sol, tam anlamıyla yenilmiş, teslim olmuş, daha da vahimi itaat etmişti. Elbette direnenler hep oldu ve mücadele 80'lerde de 90'larda da sürdü. Ancak hep aynı kitle, hep aynı yüzler, hep aynı bir avuç insan; sağdan say yüz kişi, soldan say yüz kişi... Halk desteği olmadığı gibi, halk tarafından zaten "bölücü anarşist" olarak görülüyorsunuz. Darbeden sonraki 33 yıl, aşağı yukarı bu şekilde geçti.

Artık herkesin iyice umutsuzluğa gömüldüğü, yenilmişlik hissinin ayyuka çıktığı ve o ayyuktan bir türlü inmediği bezgin zamanlarımızda, Gezi Olayları patladı. Tam da memleketi bırakıp gitme isteğinin zirveye çıktığı ve bu yönde planlara başladığım dönemde yaşanan bu gelişme, yine herkeste olduğu gibi bir umut, hatta bir inanç uyandırmıştı içimde. Halk hareketi kitleselleşmiş, en apolitik yaşayanlar bile sokağa dökülmüştü. 

Peki ne oldu Gezi? Ne çıktı o hareketten? Bana göre hiçbir şey. Devletin gerçek yüzüyle tanışan, "penguen medyası" gerçeğiyle yüzleşen kitle, Gezi'den hiçbir şey anlamayıp döndü evine. Gezi'nin turnusolü Kürt sorunudur bana göre. Zira "devlet terörü" ve onun "penguen medyası"yla haşır neşir olmuş bir toplum, Kürtler söz konusu olduğunda hâlâ Gezi'den önceki ezberlerini tekrarlıyor ve devlet ağzıyla konuşuyorsa, Gezi'nin Türkiye toplumunu değiştirip dönüştürdüğüne ikna edemez beni hiç kimse. Bu konuda da Ekşi Sözlük'te, bir tartışma üzerine sinirle yazdığım, o dönem sosyal medyada deli gibi paylaşılan bir yazı var, isteyen okuyabilir: (Gezi'de SolcuLice'de Faşist Takılan Tip


ENAYİCE MÜCADELE
Şimdi eldeki tabloya bakalım: Toplumun yarıdan fazlası zaten hâlihazırda sağ seçmen. Solu; sosyalistler, komünistler, anarşistler, sosyal demokratlar vs şeklinde ayırmadan, tek çatı altında topluyorum. Ülkenin en fazla %30-35'lik bir dilimini oluşturuyor sol. Bunun içinde de gerçekten mücadele edebilecek bölüm, bir elin parmaklarını geçmez. Evinde çekirdek çitleyerek izlediği haberlere bakıp "cık cık cık" çeken kitleden değil, elini gerçekten taşın altına koyup alanlara, meydanlara çıkabilecek kitleden söz ediyorum. Evet, sadece bir avuç insanız hepi topu... 

Biz, bu ülkede İç Güvelik Yasası gibi bir zıkkımın çıkmasına izin verdik, daha ötesi var mı? O dönem yine Ekşi Sözlük'te çokça yazıp çizdim, dikkat çekmeye çalıştım konunun önemine. Orada da bir avuç yazar uğraştık işte. DİSK, KESK gibi örgütlerle iletişim kurmaya çalıştım. Bana göre genel grev en başta olmak üzere her türlü eylem hayata geçirilmeliydi. Hiçbir şey olmadı oysa, hiçbir şey... 

Yıllarımı, topluma bir şeyler anlatabilmek için yazarak, çizerek geçirdim ve 39 yaşımın sonlarına geldim. Gördüğüm şu oldu: Bırakın "diğer mahalle"yi dönüştürmeyi, kendi mahallemizdekilerin bile hantallığını, ataletini değiştirip dönüştürmeyi başaramadık. Kendimi, Aziz Nesin'in "İyi Olur İnşallah" adlı öyküsündeki Yusuf Efendi gibi hissediyorum. 


Dolayısıyla bu "enayice mücadele" fikri bana hiç sıcak gelmiyor. Kimle beraber mücadele edeceksin? Sittin senedir mücadele ettiğin hep aynı bir avuç insanla mı? Üstelik mücadele yöntemleri de aynı derecede enayice. Yine bu blogda sokak eylemleri üzerine bir yazı yazdım. Özetle; TOMA'sı, akrebi, panzeri, copu, tabancası, gaz tüfeği olan polisin karşısına "Melabaaa, biz temiz bi dayak yiyip eve dönmeye çalışıcaz. Ölmez de sağ kalırsak tabii" dercesine pantolon üstüne tişörtle elini kolunu sallayarak çıkmanın, gayet hıyarca olduğunu anlatmaya çalışmıştım. Bir yere varmayan, bir kazanım getirmeyen eylemlerle herhangi bir şeye karşı mücadele edilebileceğine de inanmıyorum. 


UZUN VADEDE?
Sevinç, yazısında "Bu iş öyle üç beş yılda da olmaz, daha uzun zaman gerek" diyor örneğin. Bu kadar kısa sürede bir şey olmayacağı konusunda zaten hemfikiriz. Peki uzun vadede, diyelim 20-30 yılda ne olabilir? Bugün, "En az üç çocuk" yönlendirmesine riayet edip bu yolda çalışmalarını sürdüren kitle, yine bugün "Ben böyle bir dünyaya çocuk getirmek istemiyorum" veya "Bir çocuk yeterli" diyen kitlenin en az üç katını oluşturacak gelecekte. Varsayımsal matematik hesabı bunu gösteriyor en azından. 

Bu yaşadığım kadar daha yaşar mıyım, bilmiyorum. Ömrümün geri kalanını aynı şekilde beyhude bir biçimde çırpınarak geçirme fikri, dediğim gibi hiç sıcak gelmiyor bana. Bir parça, sadece bir parça, hani iğne ucu kadar umut olsaydı içimde, tereddüt bile etmeyebilirdim belki. Oysa elimdeki verilere bakınca, böylesi bir umuda kapılmak için en ufak bir haklı neden göremiyorum. Çünkü biliyorum ki yarın bir darbe yapılacak olsa, muhalefetin tamamına yakın çoğunluğu tıpkı 1980'de olduğu gibi itaat edecek erke. 

Hayır, hiç kimseye "Boş verin, değmez" demiyorum. Herkes kendi tercihini yapacak elbette. Ancak toplumu doğru yönlendirmek gerektiğine veya en azından sonuç getirmeyecek bir çabaya karşı motive etmeye çalışanların daha bir sorumlulukla davranması gerektiğine inanıyorum. 

Sözün özü; zemin balçık, top patlak. Döşeği ayrı sarmıyorum, olduğu gibi size bırakıyorum. 



11 Mart 2015 Çarşamba

Yine Bir Gün Kokoreççiyim

Çok yakın bir akrabamın kokoreç tezgahı var sahilde. Seyyar araba değil; sabit, büyük bir tezgahı olan ve 6 masası bulunan bir açık hava mekanı. Zaman zaman uğrarım oraya; bazen sırf kokoreç yemek için, bazense ayaküstü laflamak için. Geçen hafta sonu kokoreç yemeğe gittim. Hafta sonu nedeniyle öyle bir yoğunluk vardı ki, müşterilere yetişemiyorlardı. Öz abim gibi de sevdiğim biri olunca, yardım edeyim dedim. Müşterilerin kalktığı masaları temizledim, siparişleri masaya götürdüm falan filan işte.

Geçen akşam abim aradı. Kendisinin acil bir işi çıkmış, ortağı da yokmuş orada ve yardım gerekiyormuş. Gelip gelemeyeceğimi sordu. Aslında üzerinde çalıştığım bir iş ve o işe bağlı beklediğim bir telefon vardı. Üstelik benim için gerçekten önemli ve dönüm noktası olabilecek bir iş ve yeni tanıştığım önemli birinden beklediğim telefon… Saat 23.00’den sonra arayabileceğini söylemişti. Öte yandan abimi de severim, çocukluğumdan beri beni koruyup kollamış yakın akrabam. Durum da acil olduğu için hemen hazırlanıp gittim tezgaha.


- Keysi hoş geldin. Benim acilen bir yere gitmem lazım. Sen kasaya baksan yeter.


Kasa dediği de, sandalyeye oturup baktığınız bir yazar kasa değil. Cebinden çıkardığı bir tomar para ve elime tutuşturduğu bir fiş koçanına kasa diyoruz. Parayı alıp cebime, fişi de tezgahın üstüne koydum. Abim gitti.

Kokoreç doğrayan bir usta, servise bakan bir eleman ve bir mobil kasa benden ibaret üç kişilik bir ekibiz. Başlangıçta fazlaca yoğunluk olmadığı için sıkıntı yoktu. Sonra birden bastırdı müşteri. Servise bakan arkadaş tek başına yetişemeyince ben de sipariş alıp servis yapmaya başladım. Üstümde açık renk bir keten pantolon, marka olduğu anlaşılan ve kolları katlanmış bir gömlek var. Bakımlı bir pis sakal, jöleli saçlar ve çerçevesiz gözlük... Çok benziyorum yani kokoreççiye! Masaya gidip "ben sivil polisim. Çıkarın lan kimlikleri" desem, kokoreççi olduğumdan daha inandırıcı olabilirim. Üç kız bir erkeğin oturduğu masadan sipariş alınacak. Elimde fiş, gittim masaya;


- Hoş geldiniz efendim. ne arzu ederdiniz?


Benimki de soru işte. Kokoreççi lan burası, etse etse ne arzu edebilir? Havaya girip "seni arzulamıştım" dese, olay zaten bambaşka bir boyuta geçecek.

Bu arada sesim de hiç öyle ince değildir. Tok bir sesten kararlı bir tınıyla gelen soruyla beraber masadakilerin kafası bir anda bana döndü, baştan aşağıya süzdüler beni. Adam, o görüntü ve o ses tonu karşısında birden ciddileşti. Basit bir kokoreççiye değil de, beş yıldızlı bir Fransız restoranının garsonuna sipariş veriyor sandı kendini.


- Mönüyü alabilir miyim?

+ Mönümüz henüz hazırlanmadı efendim.

- Anlıyorum. Ne alabiliriz peki?


Olay artık yarım ekmek kokoreç siparişi vermekten çıktı, kokoreç tezgahının alım ihalesine döndü.


- Kokoreç tavsiye edebilirim efendim.

+ Hmm… O halde bize dört adet yarım ekmek arası kokoreç verin.

- Baaşüstüne efendim.


Baaşüstüne efendim ney lan? Herifi nasıl havaya soktuysam, ben masadan uzaklaşırken arkamdan seslendi:


- Gelirken dört tane de ayran getir Sebastian!


Siparişleri iletmek için tezgaha gittim. Hüseyin abi tip tip suratıma bakıyor.


- Abi nabüyüsün sen?

+ N’apıyorum Hüseyin abi?

- Kokoreççi burası abicim, Hilton diil. Gidicen herife, “ne veriim abime” diicen, o sana siparişi söyliicek, “hemmmen geliyor abicim” diicen, oldu bitti.

+ Abi ben, hani müşteri memnuniyeti falan…

- E öyle seksi seksi konuşarak yatırıp sikseydin bari adamı? Hepten memnun olurdu?

+ Yok abi, estağfurullah...

- Neyse abicim. Neyi var şimdi onların?


Hüseyin abi aldı siparişi, elinde bıçaklarla takkada tukkada başladı kesmeye. Gözüm sürekli telefonda ve saatte. Beklediğim telefon için zaman var henüz. 23.00’den sonra arayacaktı.

Müşterinin biri gidiyor biri geliyor. Bir yandan siparişleri vermeye çalışıyorum, bir yandan hesap alıyorum, bir yandan ne alındı ne verildi tek tek yazıp kasa tutuyorum. Hüseyin abi seslendi;

- Benim arkada biraz malzeme yapmam lazım. Sen şu tezgaha geçsene.

+ Abi ben ne anlarım tezgahtan?

- Yav anlaşılmiicak bi’şey yok. Domotez doğrar gibi dilimliicen işte. Gel gösteriim.

+ Abi yok, valla beceremem.

- Yav bi gel beyaaa.


Haydaaaa… Yapacak bir şey yok, mecburen geçtim tezgahın başına. Hüseyin abi nasıl yapacağımı gösterdi. Çekmeceden bir bandana çıkarıp verdi, önlük taktı, eldivenleri de geçirdim elime, başladım kokoreç kesmeye. 


- Saat kaç?

+ On bire beş var.

- Hasssssiktir amına koyiiiimmmmm.

+ N’oldu abi?

- Hiç… Yok bir şey…


O telefon ben bu tezgahtayken gelirse sıçtık. O vaziyette zaten telefonu cebimden çıkarıp açmam pek mümkün değil de, açsam daha beter olacak. Gayet entelektüel geçmesi gereken bir görüşme var ve ben kokoreç tezgahındayım! Şansımın içine edeyim yaaa…

Kafamda bin bir düşünceyle kokoreç kesiyorum. Bir ara yorulup durdum, kafamı kaldırdım….. Hassiktir, hasssssiiikkttttttiiiirrrr, haaaaaasssssiiikktttiiiiiiiiiiirrrrrrrrrrrr…… Ebru geliyor! Şimdi sıçtım, şimdi sıçtım, hem de çok fena sıçtım! 15 gündür bu kızı tavlamak için uğraşıyorum. Kız beni gazeteci olarak biliyor. Allahım, n’apıcam ben şimdi? Tezgahı bırakıp uzaklaşamam, kokoreçler yanar yoksa. Zaten sipariş bekleyen müşteriler var. 


- Şşttt Ercan… Lan ercan… Ercaaaaaaaannnnnn!

+ Efendim abi?

- Çabuk gel.

+ N’oldu abi hayırdır?

- Soluma geç lan, çabuk.

+ Niye abi?

- Soru sorma Ercan, soluma geç!


Ebru yaklaşıyor. Kestiğim kokoreçleri kenara ayırıyorum, ızgaradaki diğer parçayı alıp kesiyorum, kalanları da kontrol ediyorum yanmamaları için. Başım eğik, gözlerimi kaldırıp Ebru’yu kesiyorum, giderek yaklaşıyor.

Derken telefonum çaldı! Kesin o arıyor! Bütün gün beklediğim telefon bu.


- Ercan, sağ arka cebimde telefon var. Şunu çıkarıp kulağıma tut.

+ Tamam abi.

- Laaaannn sağıma geçme hayvan herif! Solumda kalıp elini uzat.


Elini cebime sokmaya çalışıyor. Ebru beni görmesin diye Ercan’ı solumda tutup yüzümü saklayacak biçimde cephe alıyorum. Keten pantolonun cebi zaten dar. Çocuk da o koşullarda telefonu çıkarmakta zorlanıyor haliyle. Beklediğim telefon olabilir düşüncesiyle acele ediyorum bakmak için.


- Abi çıkmıyor.

+ Çeksene abicim şunu.


Ben panikleyip acele ettirdikçe, çocuğun da eli ayağı birbirine dolandı, iyice beceriksizleşti. Rahatça çıkarabilsin diye hafifçe öne eğildim, o elini cebime daldırdı…

- Keysi?




Durdum. Durduk. Her şey durdu. Hayatın puase tuşuna basılmıştı sanki.


- Keysi?


Yavaşça çevirdim kafamı. Kokoreç tezgahının başındayım, üzerimde önlük, başımda bandana, eldivenli iki elimde iki adet büyük kokoreç bıçağı, arkamda götümü kurcalayan genç bir çocuk, faltaşı gibi açılmış gözlerle bana bakan bir Ebru… Ben öyle dona kalınca, Ercan’ın eli de götümde sabit kaldı, benle beraber dondu çocuk. Yani ben öyle olduğunu umuyorum. Belki de fırsattan istifade fantezi yapıyordu it oğlu it. Sonunda çıkardı Ercan telefonu. Hasssikktttiiiirrr, o arıyor!


- Ebru bi saniye, şu telefona bakmam lazım.


Ercan telefonu kulağıma dayadı.


- Alo?

+ Keysi selam.

- Selam Nilgün.

+ Yolladığın maili aldım, yazılarını okuyorum şimdi.

- Usta, bi yarım kokoreç çeksene.

+ İki dakka bekle abicim, geliyor.

- Efendim?

+ Yok, sana demedim Nilgün.

- Mailini diyordum, bir kısmını okudum.

+ Nasıl buldun?

- Fena değil. Haftaya Bursa’ya gitme durumum var. Orada yönetmenle ayrıca değerlendireceğiz.

+ Kokorice geeeeeeeelllllll…

- Keysi, o ses ne?

+ Hiçbir şey Nilgün… Ercan, gırtlağını sikiim senin, baarma lan pezemenk!

- Anlamadım?

+ Bi’şey yok, bi’şey yok.

- Sen nerdesin şimdi? N’apıyorsun?

+ Kokoriç kokoriç kokoriiiiiiiiiiiiçççççç….


Ağlamaklı yüzümden çaresizlik akıyordu artık. Nilgün telefonda iş için konuşmaya çalışıyor, Ebru az ötemde hâlâ aynı şaşkın yüz ifadesiyle beni izliyor.


- Nilgün, ben seni sonra arasam olur mu?

+ Ama bu gece halletmemiz lazımdı bu işi?

- Nilgün, bu gece beni hallediyorlar zaten, sen sıkma canını.

+ Anlamadım?

- Nilgün…

+ Tamam Keysi, bay bay…


Ercan telefonu kulağımdan indirdi, gözlerimi sıkıca kapatıp başımı gökyüzüne doğru kaldırdım, gözlerimi açtım, kafamı çevirip Ebru’ya baktım… Laaan, kokoreçler yanıyor! Hızla aldım ızgaradaki kokoreçleri, tezgaha koydum. Ebru’ya döndüm.


- Keysi n’apıyorsun burada?

+ Iııı… şeyyy… Ben…. Yaa ben buraya aslında bir röportaj için gelmiştim.

- Röportaj?

+ Hı hı, röportaj yapıyorum.

- Kokoreçlerle mi?

+ Evet… Yani şey, hayır… Bi yazı dizisi hazırlayacağım da, kokoreççinin psikolojisini anlamaya çalışıyorum.

- Kokoreççi psikolojisi?

+ Usta… Bizim yarım vardı, n’oldu?

- Geliyor abi, geliyor… Bi dakka Ebru, şu ekmeği vermem lazım.


Durumu lehime çevirebilir miyim diye düşünüyorum. Hani kadınlar güzel yemek yapan erkeklerden hoşlanır ya, belki hünerli görünürsem etkileyebilirim. Fakat şöyle bir sorun var ki, mutfakta hiç iyi değilim. Normalde yavaş yavaş kesiyorum kokoreci ama kızın gözü önünde o kadar beceriksiz bir vaziyette kesmek istemedim. Derin nefes alıp kokorece baktım. Ebru da beni izlediği için iyice heyecan yaptım, ellerim titriyor. İlk hamlede kokoreci ıskaladım. O sinirle ikinci hamleyi daha sert yaptım. Kesilen parça uçtu, tezgahtan dışarı fırladı.


- Keysi ben gideyim en iyisi. Hem senin de işin var…

+ Ebru, tam öyle değil aslında.

- Hadi size kolay gelsin, hayırlı işler…


Gece eve nasıl geldim, duşa nasıl girdim, kendimi nasıl attım yatağa bilmiyorum. Nilgün aramadı bir daha, hayatımın belki de en önemli imkanını kaçırmıştım. Ebru’nun sağda solda “Gazeteciyim diye bizi kandırıyormuş. Bildiğin kokoreççi adam” dediği geldi kulağıma. Bir de tam bir yeteneksiz kabzımalın önde gideniymişim.

İki gündür çıkmadığım evimde oturmuş içiyorken telefonum çaldı. Abim arıyor.


- Keysi, bu akşam bir işin var mı?

+ Var abi var. Muhitteki cümle kokoreççiye sabaha kadar verecem bu akşam!


(2014 sonbaharında bir arkadaş için yazıp ilk olarak Ekşi Sözlük'te yayınladığım bir yazı)


1 Mart 2015 Pazar

Pazar söylenmeleri (Cehaletin İktidarı)

Ulan bir insan pazar gününü nasıl geçirmeli? Daha yazının başında "ulan" diye başladığıma göre, böyle geçirmemeli belli ki. Eskiden pazar günleri, kutsal bir tören havasında yaşanırdı. Sabah kalkılır, bütün aile efradı pazar kahvaltısı masasında bir araya gelir, o masada illa ki sucuklu yumurta olur, sonra TRT'nin yegâne kanal olduğu televizyon karşısında toplanılır, hep birlikte Walt Disney filmi izlenirdi pazar sineması menüsünde. Elbette hâlâ böyle mutlu pazarlar yaşanıyor ve fakat çok uzun zamandır mutlu olunası bir ülkede yaşamıyoruz. İnsanların yüzü beş karış asık, sürekli düşünceli bir ifade, sokağa çıkası gelmiyor insanın. Zaten çıksan ne olacak? Irzına geçilmiş bir İstanbul'un her gün talan edilen sokaklarında, giderek artan bir görgüsüzlükle salınan bunca insanın arasında dolaşmanın nesi keyifli? Hayır efendim, hiiç öyle elitist bir küstahlık içinde değilim. Bir metropolde doğmuş, toplu yaşama kurallarını bilen, şehirde yaşamanın kurallarına riayet etmeye özen gösteren herhangi bir bireyim sadece. 

Sabah çok da keyifsiz kalkmadım esasen. Tam olarak sabah mı öğle mi karar verilemeyen bir saatinde uyandım günün. "Güne başladım" diyecek bir durumum yok; gün beni iplemeden çoktan başlamış, ben onu yakalamaya çalışıyorum. Pencerenin hemen kenarındaki yatakta doğrularak perde çekilecek, birkaç dakika sersem sersem dışarı bakıldıktan sonra kahveye arkadaş bir sigara yakılacak, laptop açılacak ve bok var gibi günün haberlerine göz atılacak, sözlük, Twitter şöyle bir okunacak... Daha önceleri hıyar gibi yataktan kalkıp mutfağa giderek, kettle'da suyun ısınmasını bekleyerek, kahveyi hazırladıktan sonra tekrar aynı yatağa dönüp beş dakika önceki pozisyonuma geçiyordum. Epey uzun bir süre sonra bu gerzeklikten vazgeçip yeni bir kettle daha aldım, yatağın yanına bir sehpa iliştirdim, sehpanın hemen altına 7'li grup priz koydum, kettle, fincan, kahve, şeker, çay kaşığı ve bir sürahi suyu hazır bulundurmaya başladım. Yataktan kalkmadan basıyorum kettle'nin düğmesine, iki dakika sonra kahve hazır. Pencerenin altındaki kalorifer peteği de diğer yanımda sehpa görevi görüyor. Laptop zaten uzanma mesafemde. Yataktan kalkmama gerek kalmıyor artık. 


Bastım kettle'nin düğmesine, kahveyi yaptım. Pipo tütünü kalmamış, sigara içilecek. Laptop'u açtım, rutin gezinmelerimi yapıyorum. Fena değildi yani, hatta gayet yerindeydi keyfim ilk saatlerde. Sonra kahvaltı faslı işte falan derken, deniz kenarına inmek üzere çıktım evden.  


Pazar günü gülümseyerek çıktığın evden sahile nasıl inersin? Sokak köpekleriyle oynayarak, varsa o gün yemeklerini vererek, mahalle esnafıyla selamlaşarak, borçlu olduğun büfeciye görünmemek için bir arka sokaktan sıvışarak, dükkânın önündeki çiçekleri sulamak için eğilmiş bijuterici sarışın fıstığın eşofmanla daha bir harika görünen nefis kalçalarına her zamanki gibi iç geçirerek kaçamak bir bakış atıp bir gün sevişme ihtimalini düşünerek, karşı kaldırıma geçmek isteyen teyzenin koluna girip arabaları durdura durdura teyzeyi kaldırıma ulaştırarak ve en nihayetinde denizi görünce durup gözler kapalı bir şekilde derin bir nefes alarak... Bütün bunları veya en azından bir kısmını hiç yapmayıp mal gibi başın önünde bodoslama yürüyerek ineceksen o deniz kıyısına, hiç inmesen de olur. 


Derin bir nefes aldıktan sonra açtım gözlerimi, kafamı hafif sağa çevirdim, denizin üstünde bir greyder! Şaka değil, denizin üstünde kocaman, eşek gibi bir greyder var. Denizi doldurup iyice ırzına geçmeye niyetlendikleri Marmara'yla yeni bir pazar sevişmesi. Sevişme de sayılmaz esasen, bariz tecavüz bu! Çünkü sevişme, iki tarafın da rızasıyla yapılan gayet keyifli bir etkinlik. Karşı taraf rıza gösterse bile zevk almıyorsa aslında o sevişmeden, görev gibi zorunluluktan eşlik ediyorsa sana, rızalı tecavüz olur o bile. Rıza'ya göre hava hoş tabiî, bahşişi de peşin vermiş, takılıyor öyle. Daha ilk dakikada tadım tuzum kaçtı işte. Keyifsiz keyifsiz yürüyorum çay bahçesine doğru. Hava fena değil diye bütün herkes atmış kendini deniz kenarına. Kalabalık. İnsanların arasından yürümeye çalışıyorum. Düz yolda yürümeyi becerememek için nasıl bir yetenek geliştirmiş olabilir bir insan, her defasında hayretle izliyorum. Fatih, Konstantinopolis'i alıp ortasına cami dikti diye bu kadar hoyrat davranmak gerekmiyor ki kente. Elindeki çikolata kağıdını çöp kutusundan üç metre uzakta yere atan hayvanlarla bu kez tartışmayıp içimden söyleniyorum. Hangi biriyle başa çıkacaksın bunların? 


"İstanbul'da ne işiniz var? Niye geldiniz köyünüzden buraya?" gibisinden lümpen bir küstahlık değil tavrım. Zira bu soruların muhatabı gelenler değil, devlet! 1960'larda dedem neden kalkıp gelmek zorunda kalmışsa, bunlar da aynı kaygı ve mecburiyetle geliyorlar işte. Yoksa köyünde, kasabasında, vilayetinde geçinebilme imkânı bulsa insanlar, bok mu var rahatlarını bozup tasarı tarağı toplayarak, ata yurdunu, toprağını, bağını bahçesini, evini bırakarak gelsin buraya? Ama madem geldin, gelmiş olduğun yerin geride bıraktığın gibi bir yer olmadığını, şehirde yaşama görgüsü diye bir şey olduğunu, bir takım kurallar içerdiğini de bil bir zahmet. Kural da son derece basit; burada yalnız yaşamadığını, başkalarını rahatsız edecek şekilde kafana göre takılma hakkın olmadığını, senin dışındaki insanların huzurlu yaşamalarına bir parça saygı göstermen gerektiğini bileceksin, hepsi bu. Başlangıç için en azından. 


Böyle kendi kendime düşünerek ilerlerken, önünden geçmekte olduğum büfenin camında kendimi gördüm. Yıllar içinde yüzümün aldığı meymenetsiz hâle bak. Oysa eskiden hiç böyle değildim ben. Daha güleç, temiz yüzlü, mütebessim bir adamdım. Gülümseyecek bir şey yok ki memlekette. Giderek artan bir cehalet, bu cehaletin ve kültürsüzlüğün nicelik olarak çoğunluğa ulaşmasından kaynaklı bir terbiyesizlik, haddini bilmezlik, görgüsüzlük ve en kötüsü cehaletin yüceltilmesi gibi dangalakça bir dönem yaşanıyor ülkede. Hayatı boyunca tek kitap okumamış insanların akademisyenleri aşağılama çalışmalarına, sanata burun kıvırdıkları yetmiyormuş gibi sanatçıya hakaret etmeyi marifet saymalarına, eğitimli insanlarla alay etmelerine, o kültürsüzlükleriyle, o cehaletleriyle, o görgüsüzlükleriyle övünmelerine tanık oldukça, iyice soğuyorum bu coğrafyadan. Fazıl Say'a bakıp "O da müzisyen mi", Ferhan Şensoy'a bakıp "O da tiyatrocu mu" diyebilecek kadar haddini bilmez öküzlerle yan yana, dip dibe yaşıyor olmak soluksuz bırakıyor. Nereden çıktı bu insanlar? Bu cüretin kaynağı ne? Kaynağı belli işte; az önce yanından geçerken sövdüğüm greyderi denizi doldursun diye gönderip bütün vizyonlarının ranttan ibaret olduğunu ortaya koyan zihniyetten alıyorlar bu cesareti. Çünkü liderleri çıkar da televizyondan "Eyyy Fazıl Say" diye başlarsa saydırmaya, tebaası daha da ileri taşır bunu. Sanatçıların üzerinde eskiden de vardı devlet baskısı ama en azından sanata saygı gösterirdi ülkeyi yönetenler. Turgut Özal’ların, Süleyman Demirel’lerin, diğerlerinin eşleriyle beraber tiyatro izlediği görüntüler yer alırdı televizyonda. Görürdük liderleri ekranda; tiyatroda, operada, balede, konserde... Onlar bizzat en önden izlerken örneğin bir oyunu, sahnede hicvedilirlerdi aynı anda. Gülerdi o liderler. Kendisini hicveden, eleştiren oyuncuya güler ve alkışlardı. Siz son 12 senede gördünüz mü böyle bir tablo? Yok, göremezsiniz. Çünkü öyle bir kültür, öyle bir birikim, öyle bir vizyon yok! Tam tersine; sanatçısıyla, aydınıyla, yazarıyla, çizeriyle, gazetecisiyle sürekli kavga eden, baskılayan, yasaklayan, dava eden, tahammül gösteremeyen, aşağılayan (ki bu çok önemli), değersizleştiren (daha doğrusu buna çalışan), dışlayan biri var. Nerede o az önce anlattığım mazide kalmış görüntüler, nerede bu? Bu tavrı gören bir kitle, liderini örnek alıp da lince kalkmaz mı tüm o saydığım kesimi? Kalkar elbet. Haddini bilmeyerek, dönüp kendisine bakmayarak, her yanından vıcık vıcık dökülen cehaletiyle, ağzından salyalar saçarak saldırır elbet. 


Eskiden insanlar, örneğin bir yerde yemek yenecekse, sağa sola bakıp çatalı bıçağı nasıl kullanacaklarını öğrenmeye çalışırdı. Çünkü görgüsüzlük yapmak istemezlerdi. Oysa şimdi, çatal bıçak kullanmamayı marifet sayan, kullanmanın dalga geçilmesi gereken bir tutum olduğunu düşünen, o görgüsüzlüğüyle övünen bir kitle var. İlkokul mezunu bir inşaat işçisi, bir profesörle konuşurken kılık kıyafetine çeki düzen verir, saygısızlık etmemeye dikkat ederdi. Şimdi bakıyoruz, cümle kurmaktan aciz zırcahil tipler, hiç utanıp sıkılmadan aydınlara, sanatçılara, akademisyenlere ağzı dolusu küfür edebiliyor sosyal medyada. Kast sistemi övgüsü falan değil bu anlattıklarım. Hele salt ekonomiye dayalı aristokrasiyi yüceltme hiç değil. Bilgiye, eğitime, kültüre gösterilen saygı bahsettiğim. Beş parasız filozofun önünde ceketinin düğmesini iliklemesi gibi lordun, kontun ve hatta kralın. Örneği Avrupa'dan verişim de ilginç aslında. Bilinçaltı dökümü gibi sanki. Bizden örnek verecek olsam, aşağı yukarı aynı kavramlara denk gelecek şekilde ağadan, paşadan, padişahtan bahsetmem gerekirdi. "Padişah bir gün bir ermişle konuşurken..." diye başlayan rivayetler çok var ama o padişahın kim olduğu, hangisi olduğu hiç bilinmediğinden, bizden böyle tevazu içeren örnek verilemeyeceğine kanaat getirmişim demek ki. Gerçi kaç tane lordla oturup rom içmişliğim var ki sanki, bilge karşısında eğilebileceklerini düşünüyorum? Lordla da rom içilmez ayrıca, içsen içsen şarap içersin. Rom, daha çok denizcilerin işidir ve tamamen içimdeki avamı ortaya koymuştur. 


On iki yılda geldiği nokta böyle bir şey işte ülkenin. Memleketin dört bir yanını betona çevirip sanatı, kültürü, edebiyatı toptan yok etmeye çalışan zihniyetin oluşturduğu toplum modeli böyle ucube bir şey işte. Estetikten, nezaketten, zarafetten, incelikten, letafetten uzak, kaba saba bir hayatın içinde savrulup duruyoruz bu insanlar arasında. 


Cahiline de cühelasına da bir kez daha sövüp oturdum çay bahçesine. Bu gidişle 20 sene sonra mahallede yanlış yere park eden otomobillerin sileceklerini kaldırıp her boka söylenen huysuz ihtiyar ben olacağım. Memlekete bak, ne hale getirdi beni. Çay söyledikten sonra çıkardım telefonu, âdet olduğu üzere önce sözlük ardından Twitter turu yaptım. Bir saat kadar oturduktan sonra da daha büyük bir keyifsizlikle kalkıp eve dönmek üzere yola koyuldum. Canım nasıl sıkılmışsa, dönüşte yine kapının önünde gördüğüm bijuterici sarışın fıstığın nefis kalçaları bile çekici gelmedi, bakmadan devam ettim. 


Bir insan pazar gününü nasıl tamamlamalı? Her zaman iç geçirerek baktığı sarışın fıstığın kalçalarını bile çekici bulmayacak kadar keyfi kaçmış tamamlamalı belli ki...

25 Şubat 2015 Çarşamba

İç Güvenlik Paketinin Tehlikesi

(Ekşi Sözlük'te yazdığım bir entry. Sözlükte büyük harf kullanılmadığından, burada düzenlemeden aynen yayınlıyorum)

bu entry'i özellikle apolitikler, "ben siyasete bulaşmam" diyenler, "dünya sikime minare götüme yaşarım ben hacı" rahatlığıyla takılanlar sonuna kadar ve sabırla okusun.

son zamanların modasıyla fon müzikli yazı okumayı seviyordunuz siz sanırım. bu da müziğiniz olsun (bunu daha sonra başka bir yerde daha kullanacağım): http://youtu.be/1HtCquBppTc

çok kişi durumun ciddiyetinin ve hassasiyetinin hâlâ tam olarak farkında değil. ne yazık ki siyasiler de sivil toplum kuruşları (stk) da medya mensupları da paketi eksik tarafından, büyük fotoğrafı görmeden, göremeden yorumlayıp anlatmaya çalışıyor. şu ana kadar anlatılan "bu paket yasalaşırsa türkiye bir polis devleti olacak. polis istediği zaman evinize girecek. evde boş bira şişesi bulsa sizi alıp götürecek" vb şeklinde. keşke sadece bununla kalacak olsaydı...

önce önümüzde duran manzaraya bakalım: 3 ay sonra bir seçim var. seçimden sonra da başkanlık sistemini getireceğini söyleyen bir cumhurbaşkanı.

bu ülkenin 12 yılda nereden nereye geldiği zaten ortada. taa 12 yıl önce yaptığımız uyarıları "eki eki eki... uçmuş bunlar" diye alaya alanlar, "aaa bugün de şeriat gelmedi" diye dalgaya vuranlar, bugün o uyarılarda anlatılanların gerçekliğini gayet net olarak görüyor. niçin "köprüden önce son çıkış" diye bas bas bağırdığımızı da anlatmaya çalışayım.

bu ülkede hukuk bitti! 17 aralık 2013 ihale ve rüşvet operasyonu sürecinde, türkiye cumhuriyeti'nde bir ilk yaşandı. devletin savcıları, bir şüphelinin gözaltına alınması emrini verdi polislere ve devletin polisleri, mevcut yasaları da hiçe sayarak savcının emrine uymayı reddetti! polisler, bilal erdoğan hakkında verilen gözaltı emrine uymadı. üzerine, emniyet teşkilatı, sağlı sollu tokat atılırcasına tarumar edildi; emniyet müdürleri ve polis memurları görevden alındı, sürgün edildi... aynı şekilde hakim ve savcılara da benzer bir operasyon uygulandı.

bakın bunun daha ötesi yok, bitti! o biten hukuğun ardından son birkaç haftada yaşananlara bakın. bir cumhurbaşkanı, ilk kez çıkıp bir siyasi partiye oy istedi bu ülkede! askeri darbe zamanlarında seçime gidilirken işaret edilen lider/parti oldu geçmişte ama sivil yönetim döneminde, cumhuriyet tarihinde bir ilk yaşandı ve bir cumhurbaşkanı, bir siyasi parti için oy istedi. bakın, seçimlere henüz 3 ay var bu paket henüz yasalaşmadan oluyor bunlar.

şu saatlerde de tbmm'de devam etmekte olan iç güvenlik paketi oylamaları sırasında, tbmm'de alenen hukuksuzluk yaşanıyor. türkiye büyük millet meclisi'nde iç tüzük hiçe sayılarak iktidar partisinin hukuk dışı uygulamaları devam ediyor. hem de canlı yayında, hem de gözümüzün önünde oluyor tüm bunlar. üstelik bu paket henüz yasalaşmadan...

bu paket yasalaşırsa, sen sadece tesadüfen geçtiğin yere atılan biber gazından ötürü yüzünü kapattığın için ceza almayacaksın. bu kadar basit bile olmayacak. eldeki verileri ve öngörüleri birleştirerek bakalım bence tabloya.

"köprüden önce son çıkış" diyoruz ya, köprünün öte tarafında ne olduğunu görelim o zaman.

ilk önce, ot gibi yaşayanları hemen ilgilendirmeyecek kısımdan başlayalım. üç ay sonra seçim var. tayyip erdoğan, daha şimdiden başladı akp'ye oy istemeye. seçime bir ay kala parti genel başkanı gibi seçim otobüsünün üstüne çıkıp açık açık oy istemeyeceğinin garantisini kim verebilir? "hassiktir lan, uçma o kadar" mı dediniz? bunun olması durumunda, hangi hakimin, hangi savcının erdoğan hakkında ceza uygulayacağını, bir ceza kesilse bile hangi polisin o ceza gereği kendisine dokunabileceğini de söyleyebilir misiniz? bakın, daha şimdiden oy istiyor işte hepimizin gözü önünde. daha bunun uçması mı var? sen diyelim ki "aaa, n'oluyor lan" deyip protesto etmek için sokağa çıktın, basit bir yürüyüş yapacaksın. bu yasa çıktıktan sonra o yürüyüşte başına gelecekleri artık biliyorsun ama di mi? daha bugün söylenene bakın: (bkz: sokağa çıkmak demokratik hak değildir)

aslında bu bkz bile korkutucu bu haliyle. çünkü bu yasa geçtikten sonra seçim çalışmaları kapsamında sokağa çıkanlara bir şey yapılıp yapılmayacağı bile sorgulanabilir.

şu şartlar altında nasıl bir seçim bir yaşayacağımızı ben kestiremiyorum açıkçası. gerek parti çalışmalarına, gerekse seçim sandıklarına polisle müdahale edebilirler. çünkü paket maddeleri buna izin veriyor. parti çalışmasına katıldın ve yorgunluktan kola içtin diyelim ki. polis seni elindeki boş kola şişesinden ötürü alıp götürebilir, "molotof yapma ihtimali vardı" diyerek. üzerindeki kıyafet ve/ya herhangi bir aksesuar, bir terör örgütünün sembolünü "andırıyor" diye polis seni götürebilir. çünkü meclisten geçen maddeye göre hakim "evet, bence benziyor" dediği anda terör örgütü üyeliğinden hapistesin. evet evet, "bence" vurgulu "mmm.. bence benziyo valla" demesi yeterli hakimin. sadece giysin, kolyen, küpen, bilekliğin, anahtarlığın nedeniyle bile götürülebilirsin.

şu yukarıda bahsettiğim tablo, gayet yasalara uygun bir şekilde gerçekleşmiş olacak. kimse de bir şey yapamayacak... bu şekilde geçirilen bir seçimden sonra olacaklara bakalım bir de.

ot kardeşim, bundan sonrası seni de ilgilendiriyor.

bu paket geçti, ardından da başkanlık sistemi geldi. o ak-saray'ın neden yapıldığını söylememe gerek yok sanırım? bundan sonrası, rejimin bitmesi demek zaten. cumhuriyet rejiminin fiilen ve tamamen bitmesi...

hani sen sadece işten eve gidip gelen, en fazla kahvede okey oynamaya çıkan, günü genelde evde pc oyunu oynayarak geçiren, başörtüsü takmayan, namaz kılıp oruç tutmayan, akarı kokarı olmayıp kendi halinde takılan bir tipsin diyelim ki. memlekette fişlenmeyen kimse kalmadığını biliyorsun. sırf başın açık olduğu için sana uyuz olan akp'nin polisi, sen işten çıkıp eve gitmek üzere otobüs durağına doğru yürürken kolundan tutup meçhul bir yere götürebilir seni bu yasa sonrası. bak, hiç etliye sütlüye karışmayan insansın. başın açık ve akp'nin dinci polisi uyuz oldu sana. bu yeterli işte götürülmen için.

tek derdi, işten çıkıp iki bira alarak eve gidip içmek olan adamsın. aynı polis sana uyuz olmayacak mı sanıyorsun? alkol sattığı gerekçesiyle akp'li melih gökçek'in zabıtalarının esnaf dövdüğü memlekette yaşıyorsun. alkol almana uyuz oldu adam. elindeki bira şişeleri, sen marketten çıktığın anda o siyah poşetin içindeyken bile suç delili artık. bırak öyle evine girip boş şişe aramalarını falan.

yani dindar değilsiniz diye, başörtüsü takmıyorsunuz diye, iş yerinde namaza gitmiyorsunuz diye, kısacası akp tabanından olmadığınızdan çok belli diye; top sakalınızdan, uzun saçınızdan, mini eteğinizden, askılı bluzunuzdan ötürü akp polisinin hedefine girebilir ve terörist diye götürülebilirsiniz. gayet de yasalara uygun olur bu ve kimse de bir şey yapamaz.

daha olabilecekleri söyleyeyim mi? yine geçen seneki yerel seçim sürecini hatırlayın. twitter'a erişim engellenmişti hatırlanacağı üzere. tayyip erdoğan çıkıp ne dedi? "gerekirse twitter'ı da youtube'yi de kapatırız. kimse kusura bakmasın." kapatabilirler. hatta bu yasanın ardından geçilecek başkanlık sistemiyle birlikte twitter, youtube komple erişime engellenmekle kalmaz, fazlası bile olur. ne mi? ekşi sözlük! evet evet, şaka değil. islamcı tayfanın sözlüğe nasıl gıcık olduğunu, dinci basının burayı her fırsatta nasıl hedef gösterdiğini biliyorsunuz. kapatma bahanesi çok kolay: "dini değerlere hakaret." tayyip erdoğan'ı eleştiren bir başlık, bir entry olması yeterli. son günlerde artan, "cumhurbaşkanına hakaretten tutuklama" olaylarını bilmeyeniniz var mı? varsa, işte o haber; sözlük kapandığında protesto edebileceğinizi düşünmüyorsunuz artık herhalde?

sizin anlayacağınız, bu yasadan sonra en ot takılan kişilerin bile güvenliği kalmayacak. interneti falan da unutmaya başlayın yavaş yavaş.

çok açık ve net bir şey söyleyeceğim: bu yasa çıkarsa, imkanı olanlar hiç beklemeden terk etsin ülkeyi! şaka değil, ironi değil, abartı değil. yasanın ardından yaşanacak seçimle beraber her şey bitecek. tünelin ucundayız ve son sürat bir tren geliyor üzerimize doğru.

o yüzden herkes aklını başına alsın. saçma sapan işlerle uğraşmak yerine olanı biteni ve olacakları, anlatabildiği herkese anlatsın. sosyal medyada paylaşsın. bire bir konuşsun, söylesin. twitter'da bir arkadaşın tespiti gayet doğru çünkü: "sokağın nabzını bildiriyorum: iç güvenlik yasası mı? o ne? haaa, molotoflu kürt çocukları, tabii tıksınlar içeri. "

şu an bu olup bitenler karşısında türkiye halkının gevşekliği akıl almaz bir durumda. yapılan protesto gösterileri yeterli değil. hükumet de baktı ki kimsenin iplediği yok, rahat rahat takılıyor.

umarım durumun ciddiyetini bu kez yeterince ve herkes için anlatmışımdır.

önümüzdeki günlerde akp'nin hem ülkeyi hem sözlüğü trolleme çalışmalarını da görebiliriz. onları da yazmak niyetindeyim. tabİi o sürede götürülmezsem :)

konu şimdi kafasına dank etmiş olanlar için bir yazı önerim: https://eksisozluk.com/entry/49442186

17 Şubat 2015 Salı

Ekşi Yazarları ve Şiddet Kültürü

Toplumsal olaylarda memleketin topyekûn tırlatmasıyla ilk kez karşılaşmıyoruz. Bu ülke insanının akıl ve ruh sağlığının tehlikeli boyutta olduğu da daha önce çok kez dile getirildi. Özgecan Aslan katliamıyla beraber iyice ayyuka çıkan bu toplumsal cinnet hali, artık parçası olmaktan iyice rahatsız olduğum Ekşi Sözlük'te de dehşet bir şekilde görülüyor. 


Bir olay karşısında herkesin aynı anlayış ve tepkiyle hareket etmesi beklenemez elbette. Farklı fikirler, farklı bakış açıları, farklı anlayışların olması kadar doğal bir durum olamaz. Ancak doğal olmayan, bu farklı düşünceye verilen tepkinin biçimi.


Önce Özgecan'ın katilleri için tüyler ürperten vahşet senaryoları yazıldı. Bir önceki yazımda bunu anlatmaya çalıştım.(1) Daha sonra dün, Özgecan'ın babası çıkıp bir açıklama yaparak, tüm topluma sevgi çağrısında bulundu. Sözlük yazarları kısa bir süre afalladı önce. Bunu beklemiyorlardı çünkü. Onlar, kendileri gibi linç sevdalısı bir çığlık, katliam hevesli bir baba görmek istiyordu. Bekledikleri tepkiyi bulamayınca da babanın samimiyetini sorgulamaya başladılar. Adamın şoktan çıkamadığı için bu açıklamayı yapmış olabileceği, hatta aldığı sakinleştiricinin etkisiyle o sözleri söylemiş olabileceği yazıldı. Başka türlüsünün mümkünü yoktu çünkü onlara göre. Bu konuda bir şeyler daha yazdım ama yayınlamaktan vazgeçip kenara kaydettim. Şunlar yazılıydı;


anlamıyorsunuz değil mi? anlayamıyorsunuz. siz günlerdir "kan isterük", "kelle isterük" diye bağırırken, evladı katledilmiş bir babanın sevgiden bahsetmesini, "onlar da zulüm görmesin" demesini anlayamıyorsunuz. sizi anlayabiliyorum. hissiyatınızı anlayamıyorum tabi de, zihniyetinizi anlıyorum. size göre bu adam ya tehditle korkutulmuş olmalı ya şoktan çıkamamış ya da sakinleştiricinin etkisinde... başka türlü bir yaşam, başka türlü bir düşünce, başka türlü bir inanç tahayyül edemiyorsunuz çünkü. oysa bu dünyada herkes sizin gibi kanla beslenmiyor. herkes linç çığlıkları atmıyor. sizi anlıyorum, çünkü tanıyorum. şu sözlükte "rezalet" başlıkları altında mağdur olan insanları bile linç etmeden duramayışınızdan anlıyorum. 
siz bilmiyorsunuz ama, bu dünyada kan görmeden yaşayabilen insanlar da var. bu dünyada nefretin nefretle çözülemeyeceğini bilen, sevgi olmadan hiçbir yere varılamayacağını çok iyi bilen insanlar da var. siz, bunun mümkün olacağına inanmadığınız için, herkes sizin gibi kan içici diye düşündüğünüz için inanmıyor ve samimi bulmuyorsunuz adamı. 
sizin içinizde potansiyel bir katil olması, içinizde bir canavar yaşıyor olması, herkesin sizin gibi olduğu anlamına gelmiyor. adam sizler gibi kan istemiyor işte, bunu neden anlamak istemiyorsunuz?

Ardından Suphi Altındöken'in annesi Naciye Tan bir açıklama yaptı. O da "oğlumu asıııınnn" diye bağırmadığı için sözlük yazarlarının hışmından nasibini aldı. İş bununla da kalmadı, Suphi Altındöken'in 2 yaşındaki (bazı kaynaklarda 4) çocuğu konu edilmeye başlandı. Sözlük yazarlarına göre bu çocuğun genlerinde potansiyel bir katil bulunuyor ve bu nedenle ileride cinayet işlemeye çok elverişli. Dolayısıyla bu çocuk gözetim altına alınmalıydı. Dehşete düşürücü değil mi? Kesinlikle... Bunun üzerine bir entry yazdım sözlükte.(2) 

Bunların dışında yine sözlükte dönen çok sayıda tartışma arasından iki tanesi dikkatimi çekti. Biri, "aracımıza binen kadın namusumuzdur" başlığı, diğeri "filli boya" başlığı. İlk başlıkta, bir minibüs şoförünün aracına astığı yazı tartışılıyor. Bir grup yazıyı eleştirirken, diğer grup yerinde veya masumane görüyor. Diğer başlıkta da Filli Boya tarafından Özgecan için televizyona verilen reklamın tartışması sürüyor. Her iki tartışmada da eleştirilere karşı çıkanlarca kullanılan dil aynı ve tartışma üslubu "bazı orospu çocukları", "ekşici piçler", "amın oğlu", "amına kodumun çocuğu" gibi ana avrat dümdüz gidecek şekilde. Hatta öyle hırslılar ki, entry oylama butonunda "çok kötü" seçeneğine tıklamak kesmediğinden, monitöre çıkıp o butonun üstünde hırsla zıplamak istediklerini tahmin ediyorum. Böyle bir öfke, böyle bir nefret, böyle bir şiddet kültürü örneği az bulunur. Yeni bir tavır veya salt Özgecan konusuyla ilintili bir tutum değil bu tabi ki. Hemen hemen her başlıkta bu tavır zaten uzunca bir zamandır hâkim ama burada hem kadınlara yönelik duyarlılık taslayıp hem de en ufak bir anlaşmazlıkta eril bir dille kadın üzerinden taarruza geçiliyor olması mide bulandırıcı. Örneğin Filli Boya'nın reklamını savunup "farkındalık" oluşturduğunu iddia ederken "be amın oğlu", "ulan orospu çocuğu" gibi ifadeler kullanan bir erkeğin, kadına yönelik şiddet konusunda gerçekten duyarlı olduğunu söylemek mümkün mü?

Buraya kadar anlattıklarım, daha önce de gerek kendim gerekse başkaları tarafından zaman zaman parçalar halinde belirtilen şeyler. Şimdi bunu bir adım daha öteye taşımak gerek.

İçleri bu kadar nefret, bu kadar şiddet, bu kadar linç arzusuyla dolu, sürekli olarak nefret ve şiddet dilini kullanan yazarların sevgisiz bir çocukluk geçirdiğini görmek hiç zor değil. Ebeveynlerinden yeterli ilgi ve sevgiyi görmemiş, yetişkinliğinde de belki toplum içinde ya ciddiye alınmayan ya sürekli itilip kakılan, yani bir şekilde sevgi eksikliği taşıyan yazarların bu tahammülsüz halleri, gelecek nesiller açısından özellikle endişelendiriyor beni. Çünkü kendileri yeterli sevgi görmeden büyümüş kişilerin bugün gündelik hayatlarında kullandıkları bu nefret ve şiddet dili, varsa şimdiki çocuklarına ya da ileride doğacak çocuklarına etki edecek. Tıpkı kendileri gibi sevgisiz ve şiddet dilini kullanan çocuklar yetiştirecekler veya yetiştiriyorlar. Bu çocukların da gelecekte tıpkı Suphi Altındöken gibi toplum açısından potansiyel tehlike olacakları gün gibi aşikâr. Zira Suphi'nin annesinin açıklamaları dikkatle dinlenirse, çocuğunun sevgisiz bir ortamda ve sürekli şiddete tanıklık ederek büyüdüğünü anlattığı görülür. Tıpkı bugün o eril dille küfrederek kadına şiddeti eleştirdiğini sanıp aklınca duyarlılık taslayan yazarlar gibi, tıpkı sürekli olarak şiddet dilini kullanarak şiddeti meşrulaştıran yazarlar gibi...

Bu kitle, iyi kötü üniversite eğitimi almış veya almakta olan, yalapşap okuyup çalakalem yazan bir kesim. Bir de ülkenin geri kalanı düşünüldüğünde, gelecekte Türkiye'yi nasıl ciddi bir tehlikenin beklediği daha da net anlaşılır sanıyorum. 
  


14 Şubat 2015 Cumartesi

Özgecan Aslan ve Türkiye'nin Bilinçaltı



Türkiye, dünden beri Özgecan Aslan cinayetini konuşuyor. Yirmi yaşındaki üniversite öğrencisi genç kadının önce tecavüz edilip ardından öldürülmesi ve yakılması, ülkede tam anlamıyla infial yarattı. Gerek yaygın basında gerekse sosyal medyada, Özgecan Aslan'a dair haberler ve yorumlar paylaşılıyor. Özellikle Facebook ve Twitter paylaşımlarında en sık görülen yorum, idamın geri getirilmesi yönünde. Bu konuyla ilgili düşüncelerimi gündüz Ekşi Sözlük'te yazmıştım. (1)

Bu yaşanan olay, aslında bu toplumun hemen her ferdinin içinde potansiyel bir katil bulunduğunu gösterdi bizlere. Suçlulara uygulanması istenen ceza yöntemlerini okuyunca kanım dondu! Facebook, Twitter ve Ekşi Sözlük'te yüzlerce örneği görülebilecek ceza talepleri arasından, özellikle dikkatimi çeken Ekşi Sözlük entry'lerinden sadece birkaçını aşağıda sunuyorum:


ENTRY: "önce tek tek tırnakları sökülerek, ardından her parmakları tek tek kesilip, yok yok, önce kezzaplanıp, sonra tek yek kesilip, ardından gözleri önünde yakılıp. sonrasında, önce elleri ve ayakları bileklerden, sonra kolları ve bacakları diz ve dirseklerden kıtır kıtır kesilerek, gövdelerine ulaşana kadar budanması. son olarak da, penisleri köklerinden kesilerek, öylece bırakılması gerekmektedir. tüm bu işlem, 1 dakika gibi bir sürede yapılmalı ki, her anı hatırlayacak kadar ayık ve canlı kalabilsinler. öldürmeden ama, öldürmeden ve anestezisiz bir şekilde, bu halleriyle yaşatılmaları gerekir."


ENTRY: "filmlerde falan olur ya hani, karısı yaparlar böyle tecavüzcü orospu çocuklarını, ondan beter yapsınlar bunları. kucaktan inmesinler. her gün bir parmaklarını yaksınlar bunların. hergün havlu tıkayıp ağızlarına, kova kova su döksünler. öldürmeden, kendi boğazlarını kesecekleri güne kadar tecavüz edip işkence etsinler. yo dostum, böyle şerefsiz kansızlara, ölüm kurtuluş olur. uzun uzun, ağır ağır işkence etsinler bunlara."


ENTRY:  "1- aşil tendonlarının kesilmesi. bir daha yürüyememeli ki benzer bir olaya adım atamamalı.

2- el parmaklarının tek tek kerpetenle kökünden kesilmesi.
3- avuç içlerine beton çivisi ile delik açılması. üstteki 2. madde ile bütünlük oluşturuyorlar. bu ikisi yapılmalı ki bir daha kimseye dokunamamalılar. bu üçünü toplarsak intihar etmelerini de engellemiş oluruz. öyle yağma yok. ölüp kurtulamazsın hemen.
4- dilin kesilmesi. kesilecek ki bir damla suya muhtaç olduğunu kimselere diyemesin.
5- kastrasyon. yapılmalı ki bir daha sadece işemeden işemeye kullansın.
6- bu madde özellikle tecavüz suçluları için. burnun kesilmesi. bu damga bir ömür duracak ki yüzünde, herkes ne bok olduğunu bilsin."

ENTRY: "bu yaratıkların hepsine tek tek defalarca tecavüz edeceksin, tecavüz silsilesi bittikten sonra cinsel organlarını keseceksin, sonra onları yavaş yavaş yakarak öldüreceksin. biraz yakacaksın, sonra söndüreceksin. biraz bekleyip tekrar yakacaksın. ölümleri organlarının iflas etmesinden değil çektikleri acıdan olacak."


ENTRY:  "ibreti alem için önce yaralayıp sonra yakacaksın."


ENTRY: "salacaksın bu orospu çocuklarını meydana. vücutları lime lime olana kadar, şekilsiz et parçalarına kadar dönene kadar icabına bakacak halk. televizyonlar yayınlayacak."


ENTRY: "elime silah verseler ve deselerki 5 saniyeligine adam oldurmek suc sayilmayacak. ilk 3 saniyesini ucunun kafasina tek kursun sıkarak geri kalan 2 saniyesini de ustlerine tukurerek geciririm."


ENTRY: "bunu yapan orospu çocuklarına idam ödüldür. götlerine benzin döküp ateşleyerek yanmalarını izlemekten yemin ederim zevk alırdım."


Bunlar, sadece 10 dakikalık basit bir taramanın ardından seçtiklerim. "11 şubat 2015 özgecan aslan cinayeti" başlığı altına şu dakikaya dek girilen 860 entry arasında bunlar gibi çok sayıda ve çok daha korkunç örnekler var. 


Bunları yazanlar belki ailemizden biri, belki en yakın arkadaşımız, belki mesai arkadaşımız, belki sınıf arkadaşımız, belki her gün bir şekilde iletişim kurduğumuz insanlar. Bireylerin içindeki potansiyel katilin, potansiyel işkencecinin farkında mısınız? Yani her gün yanlarında güvenle yalnız kaldığımız, oturup yemek yediğimiz, bir şeyler içip sohbet ettiğimiz insanlar, içlerinde çok tehlikeli bir cani taşıyorlar ve en küçük kıvılcım, onları Özgecan Aslan'ın katillerinden çok daha vahşi ve merhametsiz davranmaya yöneltebilir. Bu istemler, "Aman canım, gerçekten yapacaklarından değil. Öfkeyle söylenmiş sözler" şeklinde geçiştirilebilecek şeyler değil. İnsanların bilinçaltlarında yatan potansiyel katil bir yana, bir insana yönelik işkence yöntemlerinde ne derece vahşileşebileceklerini, zihinlerinin bu konuda nasıl çalışabildiğini görüyoruz açıkça. 


Farkında mısınız bilmiyorum ama, hepimiz potansiyel katillerimizin arasında güven içinde yaşıyoruz. "Yok canım, o hayatta yapmaz öyle bir şey" diyeceğimiz insanların hemen yanı başında duruyoruz. 


Türkiye, dünden beri bilinçaltını kusuyor farkında olmayarak ve bu bilinçaltı, çok korkutucu bir gerçekle yüzleştirdi bizleri: Bu toplumun çok çok büyük bir bölümü potansiyel sapık ve katil!


Konuyla ilgili bir başka entry'im: https://eksisozluk.com/entry/49167430


13 Şubat 2015 Cuma

Sokak Eylemleri

Yıllardır türlü çeşitli protesto gösterilerine, yürüyüşlere, mitinglere katılırım. Hiç değişmeyen manzara şudur: Biz elimizi kolumuzu sallaya sallaya keklik gibi gideriz alana. Tam teçhizatlı polisler gelir, jopla, biber gazıyla, tazyikli suyla saldırır kitleye. Sonra biz yine aynı hıyarlıkla, hiçbir korunma önlemi almadan, yine elimizi kolumuzu sallaya sallaya gideriz ve yine dayak yiyip geri döneriz. Bu, yıllardır hiç değişmedi. İlk kez nasıl olduysa Gezi zamanında gaz maskesi takmayı akıl etti insanlar. Onu da bizim 40 yılın eylemci solcuları değil, ilk kez eyleme katılan apolitik "yeni yetme" 90 kuşağı düşündü. Yoksa biz ne güzel salak gibi gazı, biberi, dayağı yiyip dönüyorduk eve.

Her eylemde aynı dayağı aynı savunmasızlıkla yiyip bir sonraki eyleme aynı dayağı aynı savunmasızlıkla yemek amacıyla koştura koştura gitmek için ne kadar bir zeka geriliği gerektiği tahmin edilebilir sanıyorum. Bunun iki nedeni olabilir bana göre: 1) Her eylemde kafamıza aldığımız darbeler sonunda bizde ciddi bir oranda zeka geriliği oluştu. Beyin hücrelerimiz kalıcı olarak zarar gördü. 2) Dayak arsızı olup çıktık. İyice mazoşiste bağladık, o dayağı yemeden rahat edemiyoruz. Cem Yılmaz'ın söylediği gibi "Ardinal, bir hormon! Dayağa karşı isteği arttırıyor."


Özellikle televizyondan izlerken nasıl hıyar bir görüntüye neden olduğumuzu tek fark eden ben değilimdir sanıyorum. 10 tane polis, 100-150 kişiyi önüne katıp kovalıyor, yakaladığına ağız burun dalıp indiriyor yere. O kitle de bir kez olsun "Lan biz onlardan daha kalabalığız. Biz neden kaçıyoruz ki?" demiyor Allah rızası için.


İstediğimiz elbette ki şiddet değil. Tabii ki hiç kimsenin burnu bile kanamasın istiyoruz. Ama bunu sadece bir tarafın istemesi bir anlam ifade etmediği gibi, herhangi bir kazanıma da neden olmuyor. Özellikle son yıllarda artan hukuksuz gözaltılar, orantısız şiddet (ki bu gerzekçe tanımı da dilimize ve bilinçaltımıza oturttular. Şiddetin orantılısı ne ki? Sadece yürüyüş yapan insanlara saldırmak, vurmak, hangi oranda kabul edilebilir? Niye kabul ediliyor ki bu şiddet, "orantısız" olunca kızıyoruz sadece?) ve gerek yargının gerekse kolluk kuvvetlerinin her türlü hukuksuz uygulaması karşısında ya hiçbir şey yapmıyor ya da sadece sokaklarda iki tur atıp iki slogan patlatmakla yetiniyoruz. Ki bu da hiçbir şey yapmıyor olmakla eşdeğer.


Örneğin bugün, 13 Şubat 2015 tarihinde yaşanan hukuk dışı gözaltılar, protestoculara uygulanan aşırı derecede şiddet, bir kez daha kendini gösterdi. Birileri, hukuku hiçe sayarak yığınla insanı gözaltına alıyor, çok daha fazlasını dövüyor ve bizler sadece akşam saatlerinde "Onur Kılıç yalnız değildir" sloganları atıp basın açıklaması yapmakla yetiniyoruz. Ne geçti elimize? Neyi değiştirdik? Ne elde ettik? Biz öyle toplanıp bağırınca, yaptığından mı utanacak polis? Pişman olup serbest mi bırakacaklar tutuklananları? Hayır. Biz öyle keklik gibi yürüyünce, onlar için yeni idman tahtaları olmaktan daha öteye gidemiyoruz. "Onlar kesmediyse biraz da bizi dövün" der gibi, elimizi kolumuzu sallaya sallaya gidiyoruz yürüyüşlere.


Artık bu salaklığa son verip, gerçekten somut şeyler elde edeceğimiz bir şeyler yapmamız gerektiğini konuşmamız gerek. Polis, canının istediği gibi dövüyor, sakat bırakıyor, hatta öldürüyor bizleri. Hiçbir hukukî geçerliliği olmayan gözaltılarla hapsediyor. Peki, biz neden arkadaşlarımızı "almaya" gitmiyoruz? Neden üstümüze saldırılacağını bile bile kendimizi koruyacak, hatta nefs-i müdafaa yapacak şekilde hazırlıklar yapmıyoruz? Eğer ki polis, hiçbir yasal gerekçesi olmadan insanları alıp karakola götürebiliyorsa, o sokaklarda toplanan kalabalık da o karakollara gidip o insanları geri alabilmeli. Çünkü bugün ülkenin geldiği nokta artık tam anlamıyla bir polis devletidir ve bizler, bu açık faşizme izin veriyoruz sustukça. Sokaklarda çıplak bir şekilde açık av olmaktan vazgeçmek için bir parça zeka bile yeterli oysa. Polisin gelip bizi kafasına göre öldürmesini beklemekten vazgeçmek için, biraz zeka yeterli. Bu aptal yürüyüşlerle hiçbir şey elde edemeyiz, edemiyoruz. Biz çıkıp "Onur Kılıç serbest bırakılsın" diye bağırdığımız zaman serbest bırakılmayacak. Bunu görüp anlamak için ortalama bir zeka kâfi. Öyleyse? Öyleyse şartları eşitleyeceğiz ve bizi keklik gibi avlayamayacaklarını göstereceğiz. Hiç kimseyi kafalarına göre sorgusuz sualsiz alıp götüremeyeceklerini, bunun o kadar da kolay olmayacağını bilecekler!


O kadar insan öldürüldü, sakat bırakıldı, dayak yiyenin haddi hesabı yok ve bizim bu pasifist tutumumuz, onların giderek artan bir şiddetle bize saldırmalarından başka hiçbir işe yaramıyor. Eğer öyle olacaksa, evde oturup evlilik programlarını veya tarz yarışmalarını izlemek daha mantıklı. En azından boku bokuna ölmekten, sakat kalmaktan, dayak yemekten ve tutuklanmaktan kurtulmuş oluruz. Gezide ölenler ve sakat kalanlar, öldüğü ve sakatlandıklarıyla kaldılar çünkü.


Ben bu salaklığa daha fazla ortak olmak istemiyorum.