ANA SAYFA

28 Mart 2016 Pazartesi

Ha Aktroll ha Kemalist

Bugün Twitter’da saldırıya geçen Kemalistlere dair yazmak istediğim bir şeyler vardı. Ancak yine flood yaparak timeline’ı işgal etmek istemediğimden burada yazmaya karar verdim. Bu nedenle pek derli toplu bir blog yazısı olmayacak bu. Flood’dan hallice bir şey diyelim. İleride bu blog yazısı okunduğunda konuda kopukluk olmaması için, önce olayın başını bir anımsayalım.

Diyanet İşleri Başkanlığı, çocuklara yönelik bir dergide şehitliğin güzel bir şey olduğunu anlatan bir çizim yayınladı. Şöyle bir şey;



Konu, basında da işlenip tepkilere neden olunca, ben de şöyle bir tweet attım;


Daha sonra bu tweet’i flood olarak sürdürdüm. Tamamını okumak için TIKLAYIN 

Sonra nasıl oldu bilmiyorum, beni takip etmeyen kişiler, flood’un ortasından kel alaka bir bölümü alıntılayarak paylaşmış. O paylaşım müthiş bir hızla yayıldı ve gün içinde onlarca Kemalist, salyalar saçarak hücuma geçti Twitter’da.  

Bu Kemalist tayfaya söylemek istediğim ilk şey, Aktroll’lerden zerre farklarının olmadığı. Akit gazetesinin o lağım çukuruna benzeyen ağzından en ufak bir farkı yok Kemalistlerin ağzının. Aynı iğrençlik, aynı sığlık, aynı küfür, aynı basitlik… İslamcı putperestlerden tek farkınız, onların rengi yeşilken sizinkinin kırmızıya çalışıyor olması. Yoksa putperestliğiniz bile aynı. Bir İslamcının yanında İslamiyet’i eleştirmek neyse, Kemalistlerin yanında Kemalizm’i eleştirmek hemen hemen aynı. Kutsalına sövülünce zıvanadan çıkan insanın refleksidir bu; hem İslamcılardaki hem de Kemalistlerdeki.

Kudurmuşçasına salyalar saçarak küfredenlerin dışında 2-3 kişi oldu gerçekten yanıt vermeye değer gördüğüm. Gerçekten oturup tartışılabilir dediğim ise sadece bir kişiydi. Küfür edenleri direkt engelledim, ki sayılarını hatırlamıyorum bile. Küfür etmeden sadece saçmalayanları engellemedim, yanıt da vermedim. Bu kitlede öyle bir akıl tutulması var ki, Kemalizm eleştirisi yapan herkesi doğrudan İslamcı sanıyorlar. Nitekim dinci/İslamcı olduğumu düşünerek, “Cumhuriyet düşmanı” deyip saldırıya gelenlerin sayısı hiç de az değildi. İşin acınası tarafı, flood’un tamamını bile okumamışlar, ortasındaki bir tweet’ten yapılan alıntıyı görüp onun üzerine gelmişler. Saldırıp küfrettikleri kişinin kim olduğuna, inancına, ideolojisine vs dair en ufak bir fikirleri yok. Ama sorun hepsine; AKP’liler koyun, cahil, sorgulama ve araştırmadan uzaklar, kendileri ilerici, aydın, zeki ve sorgulayan kimseler. Koyunlukta birbirlerinden en ufak bir farkları olduğunu düşünmüyorum oysa. Sorgulama, araştırma, anlamaya çalışma yetenekleri sıfırın altında. Bu kadar içler acısı bir durum. Basit bir örnek;




Böyle bir gerizekalının nesiyle ne konuşabilirim örneğin? Adam flood’u bile okumamış, flood’un sonlarındaki bir tweet’i almış, ne demek istediğimi de anlamamış, üstelik de hakkında fikir yürütüp liboş dediği kişinin ideolojisine dair bilgi kırıntısı bile yok, bu kadar sefil vaziyetteyken kendini aydın ve ilerici olarak görüyor bu zihniyet. Tam anlamıyla kara mizah…  

Her şeyi, ama her şeyi geçtim, o hayat bilgisi derslerini falan da bir kenara koydum, beden eğitimi dersi adı altında askeri talim yaptığını, o iğrenç gırtlaktan çıkan çatlak “raaattt… hazroooollll” sesleriyle itaat eğitimi aldığını ve bunun da o bahsettiğim militarist eğitim sisteminin bir parçası olduğunu bile göremeyecek kadar kör, ümmi bir kitle var ortada.

İki – üç istisnayı saymazsak, hemen hiçbirinde söylediğim şeyi çürütecek bir argüman yok, tipik bir “Beğenmiyorsan siktir git” yaklaşımı var. Tıpkı bugün AKP’lilerin yaptığı gibi. Bir başka arkadaş tweet atıyor; “haksızsın.” Neden? Orası belli değil. Önemi de yok zaten, Kemalizm eleştirisi yaptın, haksız olman için yeterli bir neden. Fatih Altaylı’nın programındaki kız geldi aklıma. Altaylı, “Atatürk’ü seviyor musun?” diye sorduğunda, “Bu ülkede Atatürk’ü sevmeme hakkı var mı?” yanıtını vermişti o türbanlı kız. Durum tam olarak bu. Eleştiriye bu kadar kapalı bir zihniyetten kime ne hayır gelir ki? Bu blogda yayınladığım yazılara yığınla eleştirel yorum geldi. Bir kısmını o kadar saçma sapan buldum ki, yanıt dahi verme gereği duymadım (zamansızlıktan yanıt veremediklerim üzerlerine almasın lütfen). Ama hepsini onaylayarak yayına verdim. Şimdiye dek onaylamadan sildiğim yorum sayısı sadece bir, o da direkt küfrettiği için. Aradaki farkın da görülmesini istiyorum. Bu arada ben Atatürk’ü sevmiyor da değilim. Bu konuda nötrüm demek daha doğru.

Benim için hiç kimse, hiçbir fikir -kendim de dahil- yüzde yüz doğru da olamaz yanlış da. Bir fikir üzerine tartışırken, duygularımı tamamen bir kenara koyup objektif bir şekilde konuyu incelemeye, anlamaya çalışırım önce. Bunu başarıp başaramadığım ayrı bir konu. Kemalizm konusunda Kemalistlerle tartıştığım kadar, sosyalistlerle de tartışıyorum. Bizim cenahın ilk eleştirisi, “Atatürk, burjuva devrimi yaptı” ile başlıyor zira. E, o yıllarda Osmanlı’da proletarya mı vardı devrim yapacak? Osmanlı hükümdarlığı boyunca tamamen tebaa haline gelmiş, birey olma bilincinden yoksun, hayata tümden din penceresinden bakan bir halk var ortada. Böyle bir malzemeyle yapılabilecek en iyi şeylerden birini yaptı belki de Mustafa Kemal. Ancak sonrasında o ulus devleti oluşturmak için kurduğu sistem, başka arızalar doğurdu. Bunların sancısını da bugün yaşıyoruz işte.

Bir üstteki paragrafı yazmamın nedeni, bir fikrin hem tezlerini hem de antitezlerini bilerek tartışmanın gerekliliğini göstermek. Bugün Kemalistlerin, özellikle de gün boyunca Twitter’dan salya akıtanların asla ve kata anlayamayacağı bir şey bu belki ama, arada çıkan istisnalara ulaşabilme umudu işte benimki.

Beni sözlükten takip edenler, ulusalcılara, Kemalistlere ne kadar öfkeli olduğumu iyi bilir. Ateist olmama rağmen siyasal İslamcılara bu kadar öfkeli değilim. İslamcılara hissettiğim şeyin adı iğrenme, Kemalistlere hissettiğim ise öfke. Bir yandan şu süreçte asıl uğraşılması gerekenin Kemalizm olmadığını görüyorum. Zira zaten halihazırda devletten tasfiye edilmiş kadrolardır Kemalistler. Mevcut tehlike siyasal İslam. Öte yandan, siyasal İslam’dan kurtulsak bile yerine gelecek alternatifin tekrar bu zihniyetteki Kemalistler olacağını görmek korkutucu. Korkutucu, çünkü bugün ülkenin bu hale gelmesindeki asıl sebep de Kemalistlerdir, AKP’nin bu kadar büyümesinde pay sahibi olanlar da Kemalistlerdir. Zaten AKP’den kurtuluşumuzun önündeki en büyük engel de Kemalistler, öfkemin asıl nedeni bu. Bu paragrafı da daha sonra başlı başına bir yazıyla açacağım.

Bir önceki blog yazıma gelen yorumlardan birinde, “Siz de ulusalcılara üstten bakıyorsunuz. Bu üslubu yumuşatırsanız, çok daha iyi ifade edebilirsiniz kendinizi” şeklinde bir cümle vardı. Tespit sonuna kadar doğru ama bunu zaten özellikle yapıyorum. Çünkü AKP’lilere üstten bakan, onları cahil olmakla, aptal olmakla, koyun olmakla, gerici olmakla, biat eden olmakla, dogmatik olmakla suçlayıp beğenmeyen, hor gören bu ulusalcıların Kemalistlerin, özünde onlardan zerre farkları olmamasına rağmen kibirli şekilde ortalarda dolaşıp kendilerini zeki, aydın, düşünen, ilerici vb şekilde tanımlamaları sinirimi bozuyor. Yazılan bir yazıyı dahi anlamadan, hatta okumadan, yazan kişinin profiline bakıp azıcık inceleme gereği dahi duymadan, kafadan etiketi yapıştırıp direkt küfre başlayan kitle ile Aktroller arasındaki tek fark renkleri. Yani bu kof özgüvenin midesine midesine vurmak gerekiyor bazen. Hem onlar da diğerleriyle farklı bir şekilde konuşmadığından, anlayabilecekleri tek dili kullanıyorum, biraz da zorunlu olarak.

Şu yazıyı yazdığım dakikalarda bile hâlâ abuk subuk menşınlar geliyor. Onlara karşı tavrımı da yine Twitter hesabımda anlattım; https://twitter.com/hakiki_cassey/status/714452139020566529


İŞTE O TAVIR!




Daha yazıp anlatmak istediklerim vardı ama kafa da bırakmadılar. Belki onları da daha sonra sakin bir kafayla derli toplu yazarım. Ancak bir ara mutlaka bu konuda uzun uzadıya bir şeyler yazmak istiyorum. O çok kutsadıkları Kemalizmin sorunlu yanlarına, taptıkları devletin ne kadar ceberrut bir şey olduğuna, o eğitim sisteminden çıkmış şimdiki hastalıklı beyin yapılarına dair uzun uzadıya bir şeyler yazmak gerek. 

19 Mart 2016 Cumartesi

Teröristle empati

Bir sorunun çözümünde başarılı olabilmenin temel kuralı, sorunun tam olarak ne olduğunu doğru tespit edebilmektir. Yani hastalığın tedavisi için, öncelikle doğru teşhis gerekir. Doğru tespit için de doğru sorular sormak, kavramları doğru şekilde tanımlayıp yerine koymak zorundayız. Ve sanırım toplum olarak en büyük yanılgılarımızdan biri, sorunu kendimizden başka her yerde ve herkeste arıyor oluşumuz. Çoğu kere de sorunun bizzat bir parçası olduğumuzu görmez, faturayı sürekli olarak başka yerlere kesmeye çalışırız.

13 Mart 2016 tarihindeki Ankara katliamına dair bir şeyler yazmak için, öncelikle saldırıyı kimin üstleneceğini bekledim. Hemen herkes gibi aklıma ilk anda TAK (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) geldi ama, varsayıma dayalı olarak bir şeyler söylemeyi doğru bulmadım. TAK’ın açıklamasından sonra ise farklı nedenlerle yazmak istememiştim. Ancak özellikle sosyal medyada okuduklarım, günlük hayatta dinlediklerim, bizim, konuyu hiç anlamadığımızı düşündürdü bana.

Saldırıdan iki gün sonra, CHP Milletvekili Selina Doğan, şöyle bir tweet attı: “1992 doğumlu bir kadını, vücudunu patlatarak ölüm saçmaya iten sebepleri konuşmadıkça terörle mücadele yalandır.” Bu tweet’in üzerine müthiş bir linç girişimi başladı Doğan’a karşı. MHP ve AKP’den beklenen tepki zaten geldi de, özellikle ulusalcılar, Makbule Cengiz ve Adnan Bulut gibi gazeteciler müthiş bir öfkeyle linç için hedef göstermeye başladı Selina Doğan’ı. Doğan’ın dışında başkaları da “O kadının bunu yapmasını sağlayan motivasyonu düşünüp anlamalıyız” biçiminde sözler söyledi ve hemen hepsi de teröristle empati yapmak, buna teşvik etmekle suçlandı. Yine görebildiğim kadarıyla gelen tepkiler, “Ben neden teröristle empati yapmak zorundayım?” içerikli oldu. Bunun üzerine ben de şöyle bir tweet attım;



Sonrasında, beklediğim açıklama geldi ve TAK, saldırıyı üstlendiğini duyurdu. Açıklamada, hedefin güvenlik güçleri olduğu, sivil kayıplar için üzüntü duyulduğu, Güneydoğu’da yaşananlar devam ettiği sürece de bu radikal devrimci mücadelenin artarak süreceği ifadeleri yer aldı.

Öncelikle ilk tanımımızı doğru şekilde yapalım. Bu saldırı devrimci bir eylem değil, düpedüz terör eylemidir. Dünyanın en meşru örgütü de olsa, milyarlarca destekçisi de bulunsa, sivillere yönelik gerçekleştirilen bu türden bir saldırının adı terör eylemidir. Bunun başka bir tanımlaması yok. Terörün tanımı da tam olarak böyle bir şey zaten. Üstelik de, devletin yaptığı terör tanımını ve yine devletin terörist etiketini hiçbir şekilde tanımayan biri olarak söylüyorum bunu.

Şimdi…

Burada öncelikle ulusalcıları muhatap alarak bir soru soracağım. Bu bir terör eylemi midir? Evet, terör eylemidir. Bunda hepimiz hemfikiriz. Peki, PKK bir terör örgütü müdür? Bu soruya da tereddütsüz evet yanıtının verildiğinden eminim. PKK bir terör örgütüyse, bir terör örgütünün terör eylemi düzenlemesi neden kabul edilemez geliyor size? Yani ortada bir terör örgütü var, bu terör örgütünün terör eylemi yapmış olması “kabul edilemez” bulunuyor. Bunu, saldırı sivillere yönelik gerçekleştiği için eleştiren çok sayıda kişi olduğunu gördüğümden söylüyorum. Bu akıl tutulmasının nedeni, sanırım şimdiye dek alışılagelen genel tarzın, eylemlerin güvenlik güçlerine yönelik gerçekleştirilmiş olmasıydı. Yani PKK asker öldürür, polis öldürür, alışılan bu. Ama yeri geldiğinde de Serap Eser’in ölümüne neden olan molotofun MİT tarafından değil de, PKK tarafından atılmış olduğu söyleniyor ısrarla. Bu konudaki gazete haberlerine rağmen. Ciddi bir kafa karışıklığı var ortada belli ki.

Ben bu ulusalcıların kafa yapısını bir parça tanıdıysam, düşünme algoritmalarını (ki düşünmek de demeyelim ona, ezber diyelim. Düşünen insan bu yargılara varmaz çünkü) bir parça çözdüysem, şu âna dek okuduklarından sonra benim PKK’yi güzellediğimi, masum göstermeye çalıştığımı ileri sürmüş ve bana karşı müthiş bir öfkeyle dolmuşlardır bile. Oysa buraya kadar PKK’nin ne olup olmadığını değil, ulusalcılardaki genel kafa karışıklığını ve eşyanın doğasına aykırı bir tavır beklediklerini anlatmaya çalıştım.

Teröristle empati meselesi
Haftalardır, hatta belki de aylardır benim de anlatmaya çalıştığımı özetlemiş bir tweet’le Selina Doğan. Bunu ciddi ciddi “Bakın ama, kendinizi onun yerine koyun. Kim bilir onun da ne kadar haklı gerekçeleri vardı. Onlar neler neler yaşamış ki bunu yapıyor. Kızmayın bombacılara, anlayıp hak vermeye çalışın” şeklinde yorumlayan kalabalık bir kitle var. Gerçekten bunu söylediğimizi, o motivasyonun düşünülmesini isterken bombacılara hak verilmesi gerektiğini ima ettiğimizi sanan, böyle anlayan, yorumlayan müthiş kalabalık bir kitle var. Burada bir itiraf yapmam gerekirse, bu kitlenin bu denli kalabalık oluşu, bu kalabalığın ciddi bir idrak sorunu yaşayışı ve ne yazık ki düzelme ihtimali bulunmayışı neden olmuştur biraz da asıl mesleğimi bırakmak istememde. Bir yazıdan sonra gelen yorumları okuyup “Gerçekten bu sonucu mu çıkardın?” diye hayretle baktığımı çok bilirim.
                                                                                
Hiç kimse, o saldırıları düzenleyenlere hak vermenizi istemiyor. Suçsuz günahsız, masum insanların öldüğü bir saldırının nesine hak verilir? Bir şeyi anlamakla, onu doğru bulmak arasında uçurum vardır ve ikisinin ayrımını yapamayan bir kitleden bahsettim bir üst paragrafta. En inançsız halimle bir IŞİD militanının neyi niye yaptığını anlayabilirim. Onu anlıyor olmam, ona hak verdiğim, onu doğru bulduğum anlamına gelmez. Sadece, doğru tedavi için doğru teşhisin ilk adımını atabildiğimi gösterir.

Yıllardır savaşarak bitirmeye çalıştığımız “terör” sorunuyla ilgili sorduğumuz bir soru var: “Peki, bu insanlar evlerini barklarını, çoluklarını çocuklarını, sevdiklerini bırakıp kendi hayatlarını gözden çıkararak dağın yolunu niçin tutuyor olabilir?” En milliyetçisinde bile bir yerde bir kırılma görüp, “E tabii, şimdi devletin de bazı hataları var, yok değil” yanıtını almışımdır. Sorunu çözmek için güzel bir adım esasen. Burada konuyu en başa taşıyıp “PKK niçin var, insanlar neden dağa çıkıyor” gibi konulara girmeyeceğim. Neden veya nasıl bir kenara, PKK var ve şu anda da Güneydoğu’da şehir savaşı yürütüyor. Bu savaş sırasında da çok sayıda sivilin; çocuğun, gencin, yaşlının öldürüldüğünü biliyoruz. Cenazelerin kaldırılmasına bile devletin izin vermediğini gördük. Peki bu savaş sırasında Türk tarafının tavrı ne oldu? AKP’ye en çok karşı çıkan, en muhalif, hatta Gezi’de polis şiddetini en sert şekliyle yaşamış kitle bile, Güneydoğu söz konusu olduğunda AKP’nin bu kirli savaş politikasına destek verdi, hâlâ da Erdoğan’ın değirmenine su taşımaya devam ediyor. “Sur’da temizlik var”, “Cizre’de temizlik var” söylemlerine, yine sözünü ettiğim sosyal demokrat, ulusalcı kitle eşlik etti.

Diktatörü diktatör yapan, elindeki askeri güç değil, arkasındaki halk desteğidir. AKP ve MHP tabanının kayıtsız şartsız destek verdiği bu savaş politikasına ulusalcı/Kemalist tayfa da eklenince, Erdoğan’ın eli tamamen güçlendi. Halktan aldığı bu destekle de savaşı daha kanlı ve acımasız hale getirmekte, gerekirse sivilleri de işin içine katmakta herhangi bir sakınca görmedi. Ancak Kürtler, Türk tarafının bu savaşı nasıl desteklediğini çok iyi gördü. Erdoğan’ın savaş politikasından vazgeçmesini sağlatacak adımlardan birinin, halk desteğini kesmek olacağını görmek için de müthiş bir teorisyen olmaya gerek yok.

Öncelikle düz mantıkla gidip komplo teorisinin üzerini örteyim. Yalın seçenekten devam edelim. Kürtler, savaşı niçin Batı’ya, Batı’daki sivillere çekmeye çalışıyor olabilir? TAK, bu saldırıların artarak devam edeceğini söylemekle ne mesaj vermeye çalışıyor bize? Akla gelen ilk iki seçenek; “Benim sivillerime karşı senin sivillerin” misillemesi olabilir. Erdoğan bunu önemser mi peki? Son açıklamalarına bakarak, hiç önemsemeyeceğini söyleyebilirim. İkinci mesaj, doğrudan biz sivillere olabilir; “Eğer bu savaş politikasına destek vermeye devam ederseniz, sizin de canınız yanar!”

Şimdi o yukarıda bahsettiğimiz “motivasyonun kaynağı”ndan söz edebiliriz. Bir örgüte katılan kişi, öncelikle kendi canından vazgeçmiş, ölümü hiçleştirmiş demektir. Emin olun, silahlı bir örgüte katılan hiçbir militan, uzun süre yaşayacağını düşünmüyor. O yolda öleceğini en başından bilerek, bunu göze alarak, hatta bunu kabullenerek katılıyor örgüte. Kendi hayatından vazgeçmiş bir insanın, senin benim ölümümü önemsemesi beklenemez herhalde? Bu “feda eylemleri”ni gerçekleştiren insanlar, “Benim halkım baskı altında ve acı içinde yaşarken, bu topraklarda başkalarının da mutlu olma hakkı yoktur” diyor. TAK’ın açıklamasından da çok net bir şekilde anlaşılacağı üzere, Batı’daki şehirlerde gerçekleştirilen saldırının amacı, Güneydoğu’daki baskıyı kaldırmak. Bunun için de canımızı olabildiğince yakmaya hazır olduklarını belirtiyor örgüt. Yani burada birkaç bomba daha patlar, acı ete gerçekten değmiş olur, gerçekten canımız yanar, biz de bunun üzerine bu savaş politikasına destek vermekten vazgeçer ve hükumete bu konuda baskı yapmaya başlarız. Yok ama, bu baskıyı, “Ey hükumet, terörle savaş ve bu saldırıların son bulmasını sağla” diyerek yapmaya devam edersek, patlayan bombaların sokağımıza kadar gelebileceği anlamını taşır bu. Zaten iş o noktaya gelirse, jeton da yavaş yavaş düşmeye başlayacaktır.

Teröre teslim mi olalım?
Sanırım zurnanın asıl zırt dediği yer de burası. Yine adım gibi biliyorum ki, bir üst paragrafı okuyan milliyetçiler, ulusalcılar vs “Devlet teröre teslim mi olsun?”, “Ne münasebet? Üç beş çapulcu karşısında boyun mu eğelim?”, “Teröristle pazarlık yapılmaz”, “Terörle müzakere değil, mücadele edilir” ezberlerini milyon kere söylemiştir sinir içinde. Çünkü bize sittin senedir öğretilen, ezberletilen, kafamıza kazınan dil bu. Yedi ceddine sövülmüş gibi hissederiz “pazarlık” konusu dile geldiğinde.

Şimdi sizden, anlatacağım mizanseni zihninizde çok iyi canlandırmanızı rica edeceğim. Yani ciddi ciddi gözünüzü kapatın ve o sahneyi zihninizde canlandırın. Bir süpermarkettesiniz. Yanınızda da çocuğunuz, kardeşiniz, yeğeniniz (çok sevdiğiniz kimse işte) var. İçeriye silahlı soyguncular geliyor ve çocuğunuzu rehin alıyor. Olay yerine polis intikal ediyor. Soyguncular, kasadaki parayı alıp gitmek karşılığında çocuğunuzu serbest bırakacak. Ancak polis, “Biz eşkıyayla müzakere yapmayız” deyip, böyle bir pazarlığı kabul etmiyor. Ne yaparsınız? Çocuğunuzu kurtarmak için eşkıyayla pazarlığı kabul mu edersiniz, yoksa “Eşkıyayla pazarlık olmaz, vurun geçin” deyip hem soyguncuların hem de çocuğunuzun ölmesine razı mı gelirsiniz? “Yaa, ne alakası var? Aynı şey mi?” demeden önce iyice bir düşünün bu sahneyi. Eğer gerçekten de çocuğunu gözden çıkarıp eşkıyaya galip gelmeyi tercih ediyorsanız, alın hayrını görün memleketin.

“Ulan ne alakası var? Biri basit bir market soygunu, diğeri devletin bekası. Devletin bekası için seve seve canımı da veririm” dediniz, değil mi? Size bunu kim öğretti? Böyle düşünmeyi, bu cümleleri kurmayı, bu dili kullanmayı nereden öğrendiniz? Devletten… Nedir devlet, kimdir? Hükumet değildir, onu şimdilik kabul edeyim. Kim peki? Yani bunu yazan, dile getiren, söze, sese dönüştüren kim? En neticede bir insanın beyninde oluşup dilinden çıkıyor bu cümle. Kim o? Kimler veya? Hükumetten bağımsız birileri. Peki, size yıllarca, teröristle asla pazarlık yapılamayacağını, terörle müzakere değil mücadele edileceğini söyleyen o kimselerden herhangi birinin oğlunun, yakın akrabasının, herhangi bir tanıdığının cepheye gittiğini gördünüz mü? Duydunuz mu? Şehit ya da gazi olmayı da geçtim, sadece cepheye gittiğini bile hiç duydunuz mu? Benim askerliğimde bir tümgeneralin oğlu, evinin hemen dibindeki orduevinde, her türlü denetimden uzak bir şekilde tamamladı askerliğini. Orduevinde görevli astsubay, hatta binbaşı bile, çocuğun yanına gidip keyfinin yerinde olup olmadığını, bir ihtiyacının bulunup bulunmadığını soruyordu. Kendi oğluna böyle bir askerliği reva gören baba ise, cephede vatan için ölmemiz adına bize her türlü kahramanlık hikayesini anlattı, devletin bekasının her şeyden önemli olduğunu söyleyip durdu. Ancak nedense, bu “devletin bekası” denen şeyi sürdürmekle mükellef sadece bizler olduk hep. Ben bir tane cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, milletvekili, asker, üst düzey bürokrat, devlet yetkilisi vs oğlunun vatan için, devlet için cepheye gittiğini görmedim. Hükumeti dışarıda bırakarak konuşayım hatta, devlet kademelerinde bulunan ve buranın kaymağını yiyenlerin bir tekinin çocuğunun cephede kelle koltukta beklediğini ne gördüm ne duydum. Oysa bekası devam edecek olan devletin rantını da yine bu kişiler ve onların çocukları yiyecek!

“Teröristle müzakere edilmeeeezzz, mücadele ediliiiiirrrr” (Deniz Baykal tonlamasıyla okuyunuz) diyenler, o mücadeleden kendi çocuklarını ve yakınlarını çekerken, bizi sürüyor ön plana. Burada bir problem var. Bir kandırmaca var daha doğrusu. Bunun adını açık açık koyalım o vakit; biz hiç de öyle vatan savunması, devlet bekası falan için gitmiyoruz cepheye. Birileri daha rahat yaşasın, daha konforlu evlerde otursun, çocukları en rahat şekilde büyüsün, gezsin, tozsun, eğlensin diye basit bir piyon olarak sürülüyoruz namluların önüne ve bu kerizliğimizi örtmek için de “devletin bekası” gibisinden çok kutsi kavramlar kullanılarak tabular oluşturuluyor beynimizde. Tanrı gibi tıpkı.

Bu bir kandırmacaysa, bu savaşa devletin kurumlarına yerleşmiş üst düzey yetkililerin hiçbirinin çocuğu gitmiyor da sadece biz gidiyorsak “devletin bekası” adına, öncelikle bu aptal yerine konmayı reddetmemiz gerekiyor. Amaç devletin bekasıysa, önce bunu söyleyenlerin çocukları girecek o savaşa. Girmiyorsa… İşte o zaman biz de aptalca kendimizi, çocuklarımızı öldürtmek yerine, tıpkı o süpermarket örneğinde olduğu gibi, kendimizin, çocuklarımızın canını nasıl kurtaracağımızı düşüneceğiz. Müzakere mi? Evet, müzakere! “Teröristle müzakere olmaaaazzzz” diyene de, “Tamam o zaman, kendi çocuğunu yolla o halde” diyeceğiz. Hiçbiri bu kanlı savaşa kendi çocuğunu yollamayacağı için, mecburen o barış masasına oturacak. İşte o zaman o kanlı ve kirli savaş politikası iflas edecek ve bizim sokaklarımızda o bombalar patlamayacak.


Yukarıda, bu terör saldırılarıyla bizlere verilmek istenen mesajı anlatmaya çalışırken, “Öncelikle düz mantıkla gidip komplo teorisinin üzerini örteyim” demiştim. Örtüyü kaldırır da düz mantığın dışına çıkarsak, bambaşka bir ihtimalle karşılaşırız. Yukarıda anlattığım şeyleri düşünmeyecek, hatta bu satırları okuduysa bile benim ne büyük bir “vatan haini” olduğuma kanaat getirip bana en ağır küfürleri edecek kitlenin, sağduyu sahibi kitleden kat be kat fazla olduğunu ben de çok iyi biliyorum, devlet de, hükumet de, PKK de. Yine çok iyi biliyoruz ki, bu terör saldırıları devam ettikçe, AKP’ye en büyük muhalefeti yapan sosyal demokratlar bile, terörü çözmesi için AKP’nin askeri operasyonlarına, devletin iyice otoriterleşmesine ve şiddetin dozunu artırmasına destek verecek. Bu şekilde meşrulaşan askeri yönetim biçimi, bir süre sonra “başkanlık” rejiminin teminatı olacak. Erdoğan’ı başkanlığa götürecek yolun taşlarını, PKK’nin gösterdiği adresten alan savaş yanlıları, elleriyle döşeyecek. AKP ve MHP kitlesi neyse de, sıtmadan kaçmaya çalışırken ölüme açılan kapıda ucuz amelelik yapacak olan ulusalcı/Kemalist tabanın budalalığı, ileride tarih kitaplarında özel bölüm olarak işlenecek.

Not: Yazıyı yazıp bitirdiğim saatlerde İstiklal Caddesi’nde patlama meydana geldi. Saldırıyla ilgili kesinleşmiş bilgiler bulunmadığından herhangi bir şey yazmıyorum o konuya dair. Şimdilik.


9 Mart 2016 Çarşamba

Ekşi Sözlük Protestosunun Nedenleri

Ekşi Sözlük’te 28 Şubat tarihinde başlayan, 6 Mart’ta alevlenen ve yazarların entry’lerini silmesiyle devam eden büyük bir protesto yaşanıyor birkaç gündür. Bu yazıyı yazdığım saat itibariyle 1065 yazar, toplamda 800 bin kadar entry’sini sildi, silmeye devam ediyor. Bu protestoya katılan yazar sayısı da her gün biraz daha artıyor. Gerek sözlükten takip edebildiğim, gerekse bana sorulanlardan gördüğüm kadarıyla da, bu protestonun neden yaşandığını, basit bir tema değişikliğine gösterilen tepkinin nasıl olup da buraya geldiğini bilmeyen, anlamayan çok sayıda insan da var. Hem onlar için, hem de hafıza oluşturmak adına yaşananları özetleyip, yazarların neyi ve niçin protesto ettiğini anlatmaya çalışayım.

Aslında sözlükteki birçok yazar, uzunca bir süredir yönetimin tavrından, yazarları iplememesinden, keyfiyetinden ve sözlüğün kalitesinin ciddi anlamda düşmesinden şikâyetçiydi. Bu nedenle sözlük hesabını kapatıp giden çok sayıda yazar oldu zaman içinde. Ama bu yazarların bir kısmı bunu sessiz sedasız, bir kısmı da bir veda yazısıyla yaptı münferit olarak. Dolasıyla bu gidişler, ayrılışlar, kitlesel bir tepkiye dönmedi genel olarak. “Yaprak dökümü” adını verdiğimiz kırılmaları saymazsak tabii. Bu yaprak dökümleri, 2000’lerin başından beri yaşanıyordu az sayıda yazarın topluca ayrılmasıyla. En büyük ve en ciddi yaprak dökümü ise 2011 yılında yaşandı. Sözlük yönetiminin yazar bilgilerini savcılığa vermesi, bundan da yazarlarını haberdar etmemesi, çok sayıda yazarın sürpriz bir şekilde savcılıktan gelen kâğıtla konudan haberdar olması büyük bir infial yarattı sözlükte. Sözlüğün önemli yazarları, 2011 yaparak dökümü’nde ayrılmıştı sözlükten. Bir yıl sonra moderasyon ekibinin toplu istifası da önemli bir kırılma olarak sözlük tarihindeki yerini aldı. Bunlara ek olarak keyfi biçimde yazar uçurmalar, sansürler, yazarlar üzerindeki baskı, sözlük yönetiminin kendi arkadaşlarına (şahıs veya ticari firma) yönelik sıradan ve basit eleştirel entry’lerin ahbap çavuş ilişkisi dahilinde silinmesi gibi birçok tavır, zaten yazarlarla yönetim arasında gerilimlerin yaşanmasına neden oluyordu. Buna rağmen alternatif bir platform bulunamadığı için de, tepkili olan yazarların çoğu, sözlükte yazmayı sürdürdü.

Tema değişikliği ve ilk tepki başlıyor
Bilindiği gibi 28 Şubat tarihinde bir tema değişikliği yapıldı sözlükte. Eski temadaki bazı işlevsel özelliklerin kaldırıldığı, görünüm olarak da gerçekten kötü olan bu yeni temaya, her tema değişikliğinde olduğu gibi yine tepki verdi yazarlar. Özellikle renk kullanımının göz yorduğu ve okumayı büyük oranda zorlaştıran temayla ilgili olarak  aynı gün, “28 şubat 2016 ekşisözlük direnişi” başlığını açan yazarlar, eski temanın geri getirilmesi talebinde bulundu. (Şimdi fark ettim ki, bu başlık sansüre uğramış. Başlığın doğru şeklini yazmak için sözlükteki arama çubuğuna “28 şubat 2016” yazdığımda, bu başlığın çıkması gerekirdi, çıkmıyor. “28 şubat 2016 ekşisözlük” yazdım, yine çıkmadı. “28 şubat 2016 ekşisözlük direnişi” yazdım, yine çıkmadı. Son yazdığımı tekrar yazıp enter’a tıkladığımda açıldı başlık ancak. Yönetim, bugüne dair bir hafıza kalsın istememiş sözlükte ve kimseye hissettirmeden, pislik yaparcasına kaldırmış arama kutusundan).

Buradaki ilk tepki, sadece tema değişikliğine yönelikti ve direnişe katılan yazarlar, eski tema gelene dek entry girmeyeceklerini belirtiyordu. Bu tepkiler biraz daha artınca, sözlüğün ceo’su olan kanzuk, böyle bir tepkiyi beklediğini, bunu göze aldığını, ancak değişime herkesin ayak uydurması gerektiğini belirten bir açıklama yaptı. Bu, yazarların daha da gerilmesine neden oldu. Tam bu arada, “otenazi isteyen elf” nick’li yazar, eylemi bir adım daha ileriye taşıyarak tüm entry’lerini sileceğini açıkladı. Yanlış anımsamıyorsam daha sonra da ssg’nin başlığına direnişle ilgili olarak, Kibar Feyzo filminin son sahnelerinden birinde geçen bir sözü yazdı: “Düğün havası değil bu ağam, cenk havası!” Yazar, bu entry’si üzerine sözlükten haksız bir şekilde uçuruldu! Uçurulmalar bununla da sınırlı kalmadı, başka yazarlarla devam etti.

Ekşi Şeyler
Tüm bunlar yaşanırken, sözlük yazarlarının önüne “Ekşi Şeyler” adlı bir site çıkarıldı. Site, Ekşi Sözlük’te yer alan entry’lerin derlemesinden oluşan, bazı editoryal düzenlemeler ve görsellerle birlikte entry’lerin sunulduğu, Onedio adlı sitenin “orijinal kopyası” niteliğinde bir yer. Yazarlar bu kez, “Zaten burada bedavaya yazdıklarımız üzerinden para kazanıyorsunuz. Bir de bize sormadan eserlerimizi, emeklerimizi ek gelir kapısı olarak başka bir yerde kullanamazsınız” şeklinde tepki göstermeye başladı. Burada da yazarlarla yöneticiler arasında “telif” ve “kullanım hakkı” gerilimi yaşandı. Zira sözlük yöneticilerine göre, yazarlara zorla dayatılan ve hiçbir hukuki geçerliliği olmayan Ekşi Sözlük Kullanıcı Sözleşmesi uyarınca, sözlükte yer alan tüm entry’lerden her şekilde gelir elde etme hakkı vardı Ekşi Sözlük sahiplerinin. Tartışma biraz daha büyüdü, bir yazar tarafından “suç duyurusunda bulunulacağı” noktasına geldi. Bu açıklamanın üzerine sözlük yönetimi, “Entry’lerim Ekşi Şeyler’de kullanılmasın” seçeneği getirdi ayarlar menüsüne. Entry’lerinin kullanılmasını istemeyen yazarlar, bu seçeneği işaretleyeceklerdi. Ancak bu da hakka ve hukuka uygun değildi. Tartışmalar ve tepkiler büyümeye, daha fazla yazar entry’lerini silmeye başladı sözlükten.

Gezi Direnişi’ne dönüyor…
Tepkiler büyürken, 5 Mart günü bir başlık açıldı sözlükte: “bütün yazarların bütün entry’lerini silmesi”. Her ne kadar gerçekleşmesi imkânsızın ötesinde de olsa, böyle bir şey, sözlüğü bir günde bitirecek bir hamle olurdu. Ancak fikre destek gelmeye başladı ve entry’lerini silen yazarların sayısı artış gösterdi. Buradaki amaç, sözlükte nitelikli entry bırakmamak, böylece kendileri üzerinden sözlüğe trafik akışı sağlanmasına katkı sunmayarak tepki göstermekti. Zaten uzunca zamandır var olan kızgınlıkların ve gerilimin birikimiydi bu. Eylem, “28 şubat 2016 ekşisözlük direnişi” başlığında da paylaşıldı ve çok sayıda yazar eş zamanlı olarak entry silmeye başladı. “bütün entry’lerini silen yazarlar listesi” başlığı açılarak da protestoya katılanlar tek başlık altında toplanmak istendi.

Sözlük yönetimi, bu dakikadan itibaren Gezi eylemlerindeki AKP iktidarı gibi, sözlüğün ceo’su da Erdoğan gibi davranmaya başladı. Önce başlıklar sansürlendi, sonra protestoya katılan yazarlar uçuruldu. Bir adım daha ileri gidilerek, entry silinmesi tamamen engellendi. Bir saat boyunca hiçbir yazar entry’sini silemediği gibi, başlıktaki entry’sini de edit’leyemedi. Farklı başlıklara entry girişi yapılabiliyorken, direniş başlıklarına entry girilemedi. Panikleyen yönetim zorbalığı ele aldıkça, diğer yazarlar da yönetimin bu tavrına isyan edip protestolara katıldı. Artık olay, tema ve Ekşi Şeyler olmaktan çoktan çıkmıştı. Yazarlara yapılan kabul edilemez uygulamalara tepki gösterdi diğer yazarlar da. Özellikle entry silinmesinin engellenmesi ve çok sayıda yazarın haksızca uçurulmasıyla beraber, iş tamamen çığrından çıktı artık. Protestolara katılan “belirlenebilmiş” yazar sayısı bini, silinen ve silinmesi devam eden entry sayısı 800 bini buldu. “Belirlenebilmiş” diyorum, zira eyleme katıldığı için uçurulan ve kendileriyle iletişimin kesildiği için listede adı yer almayan çok sayıda yazar da oldu.

Ekşi Sözlük’ün 17 yıllık tarihinde yaşanan bu en büyük protesto sonrası yönetim de geri adım atmak zorunda kaldı elbette. Son yapılan açıklamalar daha bir ılımlı, uzlaşmacı, yazarların istediği yönde bir dille gerçekleşti. Ancak bir yandan bu dili kullanarak yazarların gazını almayı amaçlayan yönetim, diğer yandan yazar uçurmaya ve çaktırmadan sansür uygulamaya devam etti ve ediyor. Bundan ötürü de birçok yazar, yapılan son açıklamalardan ikna olmadığı için eylemini sürdürüyor.

Halen birçok yazar, gösterilen bu tepkilerin basit bir tema değişikliği veya sadece Ekşi Şeyler nedeniyle olduğunu sanıyor. Oysa direniş başlıklarında da defalarca yazıldığı gibi, “mesele tema değil sen hâlâ anlamadın mı?”


Güncelleme: 12 Mart 2016 itibariyle entry silen yazar sayısı 1500'e yaklaştı, silinen entry sayısı 1 milyonu geçti.