ANA SAYFA

23 Temmuz 2016 Cumartesi

OHAL'in ardından

Her şey göstere göstere geldi.

Ama bitmedi...

Yıllardır yazıp çizdiklerimi, anlatmaya çalıştıklarımı ve bunlara verilen tepkileri düşünüyorum şimdilerde. Tüm uyarılarıma "Korku senaryoları yazıp duruyorsun, içimizi karartıyorsun" diyen arkadaşların şimdi ne düşündüğünü bilmiyorum. Hiç de sormadım kendilerine. Başlarda, 15 Temmuz gecesi ve takip eden üç gün boyunca kafalarına dank edeceğini düşünüyordum. Şimdi o konuda bile zerre inancım yok.

Çoğunluğun kafasındaki tablo şu: 15 Temmuz gecesi bir darbe girişimi oldu. Hükumet bu girişimi püskürttü. Üç aylık OHAL ilan edildi. Bu üç ay boyunca cemaatçileri temizleyecekler, sonra ortalık durulacak, biz de kaldığımız yerden devam edeceğiz. Cemaatçi olmadığımız için bizi ilgilendiren bir şey yok.

Hayır, böyle olmayacak. Gazeteci Ceyda Karan'ın geçenlerde bir televizyon programında söylediği gibi; "Devlet çöküyor şu an." Mevcut tabloyu tam olarak betimleyip olası senaryoları, ihtimalleri yazmaya artık gerek duymuyorum. Bunların hiçbir önemi kalmadı artık benim açımdan. Son bir gayretle çırpındığımız zamanlarda Pokemon kovalayıp "Laiklik beee" tweet'leri atanlarla bir şey yapılamayacağı gibi, bir şey anlatmak da gereksiz. Bir toz bulutu var havada ve ardından çok daha büyük bir karanlığın çökeceği aşikâr.

Artık geldiğimiz noktada, "Ne darbe ne diktatörlük. Üçüncü bir yol için neler yapabiliriz?" diye sorması, düşünmesi gereken kitle hâlâ gayet rahat bir biçimde hayatlarını sürdürüyor ve sanki hiçbir şey yokmuş gibi eğlencelerine devam ediyorsa, söz anlamını yitirmiş demektir son kertede. 

Zaman zaman söylediğim bir söz var: Bu ülke için asıl tehlike AKP değil, solculardır. Okumuşun cahili çok tehlikelidir, derim hep. Ülke bugünlere gelirken hiçbir şey yapmayıp keyfini sürdüren, eğlencesinden feragat etmeyen, uyaranlara burun kıvırıp felaket tellallığıyla suçlayanlar, kendilerini solcu olarak tanımlayan başta ulusalcılar, Kemalistler ve sosyalistlerin bir kısmıydı. Yine aynı kitle durumun o kadar farkında değil, o kadar umursamaz, o kadar rahat bir tutum içinde ki, tehlike dediğim şeyi de bu oluşturuyor. Bu kadar tembel, bu kadar lakayt, bu kadar kendi keyfine düşkün, bu kadar kör, bu kadar kibirli, bu kadar ben merkezci bir muhalefetin varlığı, otoriter bir iktidarın varlığından çok daha tehlikelidir.

Şu son bir haftada yaşananların ardından artık silkelenip kendilerine geleceklerini düşünürken görüyorum ki, büyük çoğunluk aynı tas aynı hamam devam ediyor. OHAL'in sadece cemaate yönelik olduğunu, üç ay sonra kalkacağını ciddi ciddi düşünen bir halk var. Sokağı izliyorum, aynı rahatlık. Sosyal medyaya bakıyorum, aynı umursamazlık... Ara ara o aptalca umut telkin eden sözlere denk geliyorum: "Her gecenin sonu aydınlıktır", "Türkiye bir gün bu baskıcı rejimden kurtulacak" vs... Çok güzel temenniler bunlar ama nasıl olacağına dair hiç kimsenin somut bir şey söylediği yok. Evet, her gecenin sonu aydınlıktır da, kutuplarda altı ay sürüyor o gece! İran devrimi 37 sene önce yapıldı ve İran hâlâ aydınlığı görmüş değil. 37 yıl, insan hayatı için çok önemli bir zaman dilimi; insan ömrünün yarısı. Süslü, boyalı sözlerle çıkmayacağız aydınlığa. O çok özlediğimizi söylediğimiz "Tek derdimizin falanca olduğu yıllar", peri kızının sihirli değneğiyle gelmeyecek.

"En dibi görmeden yükselemiicez. Böyle top gibi, en dibe vurucaaaazzz, sonra oradan tekrar çıkıcaaaz" fasaryasını yıllardır dinlerim. 1 Kasım seçimlerinden sonra bu blogda yazdığım yazıda buna verdiğim yanıtı belirtmiştim. Yine bu ezberi tekrarlayan bir siyasetçiye, aynen şunları söyledim yıllar önce; "O topun yükselebilmesi için zeminin beton olması gerek. Oysa zemin balçık. Fıs diye gömülür kalır o top çarptığı yerde. Dahası, top da patlak. Sert bir zemine vursa bile yükselemez!" 

Tamam, peki, durum kötü. Peki ne yapacağız? Hiçbir şey!... Soranlara söylüyorum; bu halkla hiçbir şey yapılamaz! Bugün hâlâ şu tabloda bile nasıl örgütlenip nasıl mücadele etmek gerektiğini, darbeyi de diktatörlüğü de reddedip üçüncü yol arayışına girmeyi konuşmak yerine aynı lümpenlikle, aynı rahatlıkla, aynı vurdumduymazlıkla zevzek zevzek yaşayan bu halkla hiçbir şey ya-pı-la-maz!

Diğer olasılıkları geçerek söylüyorum; bu hükumet ve OHAL ile devam eden süreç salt cemaatçileri vurmayacak. AKP, kendisine muhalif olan tüm kesimleri hedef alacak; apolitikleri bile! O yüzden önereceğim yegâne şey; imkânı olanlar yurtdışı seçeneklerini çok hızlı bir şekilde değerlendirsin. Hiç vakit kaybetmeden, hemen bugün, şimdi!

Mücadele gibi bir şey söz konusu değil. Zira birlikte mücadele edebileceğin bir halk yok yanında. Hâlâ iyimser tablolar çizen, hâlâ bireysel lümpen hayatını sürdüren, hâlâ saç baş yolduracak cinsten vurdumduymazlık içinde milyonlarca insan var ve bunlar için nefes tüketmek bile zaman kaybı. Artık uzun uzun yazıp anlatma gereği duymuyorum hiçbir şeyi. O aşamayı geçtim. Somutlaştırmak için şöyle tasvir edeyim: İnşaat çöküyor, o büyük gürültüyü herkes duyduğu halde "Bana bir şey olmaz" diyerek sanki bir şey yokmuş gibi davranıyor, "Yahu kalkıp yerden kalas alın, şuraya destek verin, şuraya bastırın" diye bağırıyorsun ama kimsenin umrunda değil. İnşaat çöküyor ve sen elindeki kalasla tek başına hiçbir şey yapamazsın. Dışarı at kendini, yoksa enkazın altında kalacaksın.

Ya yurtdışına gitme imkânı olmayanlar? Geçmiş olsun... Eğer kafayı Game of Thrones'tan kaldırabilselerdi, bugün zaten bunu konuşuyor olmayacaktık. Bu kitle için de mücadele etmeye değmez zaten. Bazı devrimci yapılar kendi mahallelerinde mücadelelerini sürdürecektir. Onların durumu ayrı. Zaten onlara da bir parça kulak verilmiş olsaydı, şimdi bu toz bulutunun içinde boğulmuyor olacaktık.

Velhasıl; bir avuç insan koca bir ülkeyi sırtlayıp kaldıramaz. Geçmişte de olduğu gibi, o ağırlığın altında ezilir ve ağır bedeller öder. Kalan çoğunluğa, o bir avuç insana yardıma gelmeleri için seslenmeye gerek yok. Onların akıbetini, 1958 yılında Aziz Nesin yazmıştı; Ah biz eşekler... 


Aziz Nesin'in "Ah Biz Eşekler" adlı öyküsünü okumak için tıklayın: http://eksi-cassey-jones.blogspot.de/2016/07/ah-biz-esekler.html



22 Temmuz 2016 Cuma

İyi olur inşallah (Aziz Nesin)

Aşağıdaki hikaye, Aziz Nesin'in "Mahmut ile Nigar" isimli kitabında yer almaktadır. Türkiye toplumunun belki de en güzel tasvirlerinden biridir. 

Hikayeyi, birkaç sene önce yine kitaptan baka baka Ekşi Sözlük için yazmıştım (kopi peyst değil alın teri). Silinen entry'ler arasındadır bu da. Sözlükten buraya aktardığım için büyük/küçük harf ayrımı olmadı tabii. Ben de üşendim hepsini düzeltmeye. Aynen olduğu gibi aktarıyorum buraya.

Sonumun Yusuf Efendi gibi olması ise kuvvetle muhtemeldir...

************************************************************************







hafta arası bigün, bakırköy akıl hastanesine bir genç adam geldi. hastane kapısında beyaz gömlekli işçilerden birine,

- yusuf efendi'yi görmek istiyorum, dedi.

+ hangi yusuf efendi?

- mıcırlı yusuf efendi. .. aşağı mıcır'dan yusuf efendi...

+ hangi serviste çalışıyor?

- çalışmıyor. hasta. aşağı mıcır köyünden yusuf efendi... iki ay öncesi köyden alıp buraya getirmişler... yaşlı bir adam...

+ ziyaret günü geleceksin. canın istediği zaman hastayla görüşülmez. ziyaret günü gel!

- baştabibi görsem...

+ baştabibin işi var.

- nöbetçi doktoru?...

+ deyha, karşıda...

hastane bahçesinde, çamın altında oturan iki beyaz gömlekli doktoru gösteriyordu.

- ben, köy öğretmeniyim. burada bizim köyden bir hasta varmış... burada olduğunu daha dün öğrendim. adı, yusuf efendi. iznim bittiğinden, bu akşam işime dönmek zorundayım. kendisini göremez miyim?

genç asistanlardan biri,

- buyrun, oturun... dedi.

tombul asistan,

- akrabanız mı? diye sordu.

+ hayır. ben o köyden değilim. orda öğretmendim. iki yıldır başka bir yerde öğretmenim. bu yusuf efendi'yi çok severim de...

sarışın asistan,

- tanıdım, dedi, kırmızı yüzlü bir adam değil mi? elli yaşlarında...

+ evet. altmış yedi yaşında ama genç görünür.

- benim servisimde... şimdi yemek zamanı. biraz bekleyin. buraya çağırtırız, görüşürsünüz. çok sakin bir hasta.

+ nedir hastalığı?...

- fikr-i sabit var. konuşmuyor.

+ hiç mi?...

- konuşuyor ama, durmadan aynı sözleri tekrarlıyor. bütün dediği: "iyi olur inşallah!..."

öğretmen derin derin göğüs geçirdi. gözleri dolu dolu oldu.

- şimdi anladım, dedi, yazık olmuş yusuf efendi'ye... iyi adamdı, yazık olmuş...

tombul asistan,

- bir derdi mi vardı? diye sordu.

+ derdi vardı, büyük derdi. bütün mıcır'ın derdi, hepimizin derdi.

sarışın asistan,

- anlatsanız, belki tedavisi için faydalı olur, dedi.

öğretmen bir daha içini çekti.

- anlatayım, dedi. ben, aşağı mıcır köyüne öğretmen geldim. seksen evlik bir köy... okul dedikleri yer de toprak tabanlı bir oda... hem bu odada yatıp kalkacağım, hem çocukları okutacağım. benden önce okulun öğretmeni yokmuş... ne yapıp ne edeceğim diye düşünüp dururken, benden on onbeş gün sonra bu yusuf efendi geldi. ondört yaşında köyden çıkmış. istanbul'da çalışmış, sonra asker olmuş. askerlikten sonra gemici olmuş. yabancı gemilerde çalışmaya başlamış. bütün dünyayı gezmiş dolaşmış. üç yabancı dil öğrenmiş. fransa'da, ingiltere'de, isveç'te uzun yıllar yaşamış. kırk yaşından sonra amerika'ya gidip orada yerleşmiş. epeyce de para almış. epeyce dersem, azımsanacak gibi değil... bütün aşağı mıcır köyünü, toprağı, evleri, hayvanlarıyla satın alabilir. gözünde memleket tüter dururmuş. memlekete bir döneyim de evleneyim, çoluğum çocuğum olsun, dermiş... böyle diye diye yaşlanmış zavallı. sıla özlemine dayanamamış, hiç olmazsa memleketimde öleyim diye kalkmış, köyüne gelmiş. mıcır'dan çıkalı elli yıl olduğu için, onu ilkin köyde kimse tanımadı. bir de onun kim olduğunu öğrenince, köylüler bu gelişi hiç beğenmediler. en çok kızanlar da akrabaları oldu. babadan kalma malını mülkünü almaya geldi sanmışlar. yusuf efendi'de para çok. dünyayı da gezip görmüş. adam, para döküp, aşağı mıcır'ı avrupa'da, amerika'da gördüğü köylere benzetecek. niyeti bu... ona buna paralar, hediyeler verince, köylünün yüzü güldü. yusuf efendi çok hoşuma gitti. canlı, bilgili bir adam... hiç mıcırlılara benzemiyor. ama siz, mıcırlıları bilmezsiniz ki...

sarışın asistan,

- enteresan... dedi.

öğretmen devam etti:

- yusuf efendi gelmese, çıldıracaktım. allahtan, o geldi de yüreğime bir umut düştü. uyanık adam. cin gibi ihtiyar. "hani okulun çocukları?" diye sordu. "yok," dedim, "daha ben de yeni geldim buraya... söyledimse de, hiç aldırış eden yok. kimse çocuğunu göndermiyor." yusuf efendi, "bak öğretmen" dedi, "seninle elele verip çalışacağız. bu köyü canlandıracağız." "aman, ben dünden gönüllüyüm." "hadi, yürü kahveye gidip anlatalım." yusuf efendi'yle kahveye gittik. köy erkeklerinin çoğu orada... yusuf efendi,

- merhaba ağalar... dedi.

mırıl mırıl sesler çıktı:

- merhaba...

birikisi, elini göğsüne bastırıp selam verdi. saat tutsan, bir elini göğsüne götürüp indirmesi iki dakika sürer. yusuf efendi, murat ağa'nın yanına oturdu. hepsine birden okulun ne demek olduğunu anlattı. çocukları okutalım, dedi. anlattı, anlattı, anlattı... kimsede bir ses, bir kıpırdanış yok... yusuf efendi, yine anlattı. murat ağa'ya baktım, gözleri kaymış gitmiş. mıcır'ın en ileri geleni o...

yusuf efendi,

- ne diyorsunuz ağalar?... dedi.

ses yok...

- murat ağa, sen ne diyorsun?

murat ağa baktı baktı,

- ne diyek yusuf efendi, iyi olur inşallah... dedi.

yusuf efendi, sözü baştan aldı. okulu büyütmek gerekiyordu. bir öğretmen odası yapılacaktı. iki sınıf ilave edilecekti. damı aktarılacaktı. bunların parasını da yusuf efendi cebinden verecekti. yalnız mıcırlılar işçilikte yardım edecekti.

- ne diyorsunuz ağalar? diye sordu.

ses yok... bu sefer kahveci hıdır'a döndü:

- ne dersin hıdır ağa?...

hıdır ağa peykeye yayılmış, gözleri süzülmüş:

- ne diyek... iyi olur inşallah...

yusuf efendi'yle kahveden çıktık.

- hadi muhtar'a gidelim, dedi.

muhtar'ın dükkânı vardı. dükkâna gittik. yusuf efendi, kahvede anlattıklarını bir de muhtar'a anlattı. muhtar dinlerken dinlerken gözleri kaydı, süzüldü, daldı gitti.

yusuf efendi sözünü bitirince,

işler böyle muhtar, dedi, bu işi elele verip, hep birlikte yapacağız.

muhtar hiç kalıbını bozmadan, öylecene bakıyor. yusuf efendi,

- ne diyorsun muhtar? dedi.

muhtar,

- iyi olur inşallah... dedi.

oradan ayrıldık.

- ne yapacağız yusuf efendi? dedim.

+ uğraşacağız... dedi, olmazsa gündelikçi çalıştırıp okulu yaptıracağız...

yusuf efendi kireci, kumu, çakılı, çimentoyu, keresteyi, herbir aracı, gereci yığdı. sarı musa, yapıdan anlarmış. yanına da altı delikanlı aldı. hespi de yusuf efendi'den gündelik alıyor. bunlar başladılar işe... ama, iş yürümez bitürlü...

- hadi, sarı musa...

+ olur yusuf efendi, olur... iyi olur inşallah...

yusuf efendi ertesi akşam geliyor. anlatıyor anlatıyor sarı musa'ya... sarı musa oralı değil... yusuf efendi'nin sözü bitince,

- sen gam etme yusuf efendi, iyi olur inşallah... diyor.

bir ay geçti, duvarlar diz boyu yükselmedi. bunun üzerine yusuf efendi, kasabadan adam getirtip okulu yaptırdı. şimdi de çocuk yok... imam'a gittik. imam, yirmi yıl önce mıcır'a gelmiş, burada yerleşip kalmış. yusuf efendi,

- aman, dedi, senin sözünü dinlerler imam efendi...

boyuna anlatıyor. imam'ın gözleri yusuf efendi'de... derken derken imam'ın gözleri bulandı, kaydı. sanırsın başka bir dünyaya göçtü. yusuf efendi sustu.

imamda ses yok...

- aman imam efendi... hep birlikte...

imam sakalı sıvazladı,

- iyi olur inşallah... dedi.

biz uğraşa didine okula onaltı çocuk alabildik. bir gece hep kahvede oturuyoruz. birden içeriye sarı musa girdi. ama, her zamanki sarı musa değil... bir canlanmış, bir telaşlı... çırpınıp duruyor. ineği sancılanmış...

- hayvancık ölecek ağalar... diyor.

bir murat ağa'ya gidip anlatıyor, bir kahveci hıdır'a... sarı musa bağırıyor:

- murat ağa, murat ağa... bişey de canım... bişey de de, yapalım; hayvan gidiyor be...

murat ağa'nın dudakları kıpırdıyor:

- iyi olur inşallah...

kahveci hıdır'a koşuyor:

- aman hıdır emmi, bildiğin bir ilaç var mı?

kahveci hıdır,

- telaşlanma, diyor, neyse o olur...

+ hayvan ölecek be!...

- iyi olur inşallah...

sarı musa, hepsine söğüp sayığ çıktı dışarı kahveden. ..

bigün kuyubaşında oturuyoruz. sarı musa ile hıdır da yanımızda... bir de baktık imam, cübbesinin etekleri uça uça koşup geliyor:

- aman ağala yandım!...

sesi titriyor, neredeyse ağlayacak. kıpırdanan yok. imam,

- koş musa, ocağına düştüm sarı musa... koş! harmanı yaktılar!... diye çırpınıyor.

sarı musa, esner gibi,

- dur canım, diyor, dur hele bir. ne olmuş? telaşlanma... iyi olur inşallah...

imam bağırıyor:

- ulan, ocağı batası, gayri iyisi kötüsü mü kaldı... harmanı yaktılar diyorum. koşsanıza...

hıdır, uyku sersemi bir sesle,

- ortalığı gürültüye verme, diyor; iyi olur, iyi olur inşallah...

imam, muhtarın dükkânına doğru koştu.

her gece yusuf efendi'yle oturup dertleşiyoruz. o bana,

- ne yapacağız? diye soruyor. ben ona,

+ ne yapacağız? diye soruyorum.

kış geldi. mıcır, temelli uyuştu kaldı. bir gece yarısı acı feryatla uyandım. ses kahveden geliyor. giyinip gittim. kahveci hıdır ağlayıp dövünüyor. karısını muhtar'la bastırmış. anlatıyor, bağırıyor, ağlıyor.

imam esniyor:

- iyi olur inşallah...

+ yahu, imam...

- iyi olur, iyi olur. hıdır ağa... iyi olur inşallah...

+ ulan imam, inşallahı maşallahı mı kaldı? muhtar'ı bastırdım diyorum. kendi samanlığında be...

murat ağa,

- sabırlı ol, diyor, allah'ından bulur. iyi olur inşallah...

hıdır köpürmüş, hepsine ağız dolusu sövüyor.

ertesi gün, olanları yusuf efendi'ye anlattım.

- kendi başına bir iş gelen canlanıyor, dedi.

ama, ertesi gün unutulur. mıcırlılar, günde beş kez ağızlarını açıyorlarsa, beşinde de "iyi olur inşallah" diyorlar. yusuf efendi olmasa, çıldıracağım. o da bana, "sen olmasan öğretmen, çıldıracağım" diyor.

bahar geldi. karlar kalktı. bigün muhtar'ın dükkânında, imam, sarı musa oturuyoruz. o koca murat ağa,

- muhtaar! muhtaar! diye bağırarak geldi.

murat ağa, yerinde çekirge gibi sıçrıyor. sakallarından yaşlar süzülüyor:

- muhtar, aman muhtar... aslan gibi yiğit oğlum gitti... koş muhtar!...

murat ağa'nın oğlunu pusuya düşürüp vurmuşlar. murat ağa hem ağlıyor, hem anlatıyor:

- bişey de muhtar, bişey de...

+ ne diyek ağam... iyi olur inşallah... başka ne diyek?...

- ulan gavat muhtar, ulan ırz düşmanı muhtar...

+ iyi olur inşallah, murat ağa...

- daha bunun iyisi mi olur, alçak muhtar. koca yiğit oğlum kanlar içinde yatıyor. öldü be... sarı musa, oğlum yandı.

+ iyi olur murat ağa, iyi olur inşallah...

neredeyse çıldıracağım. yusuf efendi, o gece bana geldi,

- bunun sonu ne olacak? dedi.

ben şaşırıp da,

- iyi olur inşallah yusuf efendi... demeyeyim mi?

yusuf efendi hırsından bayılıyordu:

- sen de mi öğretmen, sen de mi?...

+ vallahi değil, tövbe değil; ağzımdan kaçtı yusuf efendi...

aradan bir zaman daha geçti. bir sabah kahvedeyiz. küt diye kapı açıldı. muhtar alı al, moru mor içeri girdi:

- aman ağalar, aman...

hiç kimse de,

- ne oldu muhtar? diye sormuyor.

muhtar, saçını başını yoluyor:

- kalkın ağalar, kalkın! benim kızı kaçırdılar!

muhtar, bir murat ağa'nın önüne gidip dert yanıyor, bir hıdır'a gidip anlatıyor. imam da başını kaşıyor:

- yahu imam, kızı kaçırdılar, benim kızı...

sarı musa'nın sesi duyuluyor:

- olur olur... iyi olur inşallah muhtar emmi...

+ murat ağa kardeş, sana diyorum...

- iyi olur inşallah...

bir hafta geçti geçmedi, imam'ın gelinini dağa kaldırdılar. daha sonra hıdır'ın ikinci karısını kaçırdılar. sarı musa,

- karım ölüyor, yetişin! diye bağırdı.

sarı musa'nın kardeşini vurdular.

en küçük bir kıpırtı yok. çokça dürtütklenirlerse, kendilerini avutuyorlar:

- iyi olur inşallah, iyi olur inşallah...

bir akşamüzeri mezarlığın önünden geçerken başıma bir taş geldi. kafam yarıldı. kanlar içinde yusuf efendi'ye gittim:

- ben artık bu köyde duramam!... diye başladım. bütün içimi döktüm. anlattım da anlattım. baktım. yusuf efendi'nin gözleri dalmış gitmiş...

- aman yusuf efendi, bişey söyle canım...

+ ne söyleyeyim oğlum, iyi olur inşallah... demez mi?

okul tatil oldu. ben daha bu köyde kalmam, dedim. yusuf efendi üzüldü, ağlayacak gibi oldu:

- gitme, sen de gidersen, ben burada çıldırırım... dedi.

köyden ayrılacağım sabah, yusuf efendi, saçını başını yolarak kahveye geldi. zavallının evine hırsız girmiş.

- kim yapar bu işi... diye soruyor.

kimsede ses yok...

- kim yapar? bişey söyleyin!...

murat ağa,

- ne söylesek boş, iyi olur inşallah... dedi.

yusuf efendi, başını duvara vuruyor.

- paralar gitti... bunun da mı iyisi mi olur?...

ben, mıcır'dan ayrıldım. başka bir köye tayinimi yaptırdım. iki aydır istanbul'dayım. dün bir de duydum, bizim yusuf efendi çıldırmış.

tombul asistan,

- vah vah... dedi, çağırtalım da görüşün...

biraz sonra, kırmızı yüzlü, dinç bir ihtiyar getirdiler. öğretmen, sesi titreyerek,

- merhaba yusuf efendi, dedi.

yusuf efendi,

- iyi olur, iyi olur inşallah... dedi.

+ beni tanımadın mı yusuf efendi?

- iyi olur inşallah...

öğretmenin gözleri doldu:

- nasılsın yusuf efendi?

yusuf efendi'yi götürdüler. giderken, "iyi olur inşallah..." diye söyleniyordu. öğretmen, genç asistanlara teşekkür etti.

- iyi olur mu acaba? diye sordu.

sarışın asistan,

- iyi olur inşallah... dedi.

öğretmen de,

- iyi olur inşallah... dedi.


Aziz Nesin


20 Temmuz 2016 Çarşamba

bir yazar annesinden gençlere mektup (yanıtım)

Ekşi Sözlük'te "bir yazar annesinden gençlere mektup" başlığına, sözlük yazarı bir gencin annesi tarafından yazılan bir entry vardı. Aynı başlıkta 23 Temmuz 2015 tarihinde yazıp daha sonra protesto nedeniyle sildiğim entry'mi, istek üzerine buraya aktarıyorum. Annenin yazdığı entry'i, yanıtımın altına ekledim.

---------






anne 40'lı yaşların ortasındaymış, abla demek uygun düşer bana, öyle hitap edeyim. 40'a bir şey kalmadı benim için de.

sevgili abla,

12 eylül 1980 darbesiyle apolitik, lümpen, ben merkezci, bireyci ve embesil bir gençlik oluşturmak istediler ve başardılar da. sırf sizin şu tavırlarınız, şu diliniz sayesinde oldu bu.

demişsin ki, "bırak dert etme, yeterince endişelenen var zaten hayat için, anlam için, iş için, ekmek için, özgürlük için sen yaşa sadece, hisset sadece, emin ol bir yolunu bulursun, emin ol her şey yoluna girer…"

iş için, ekmek için, özgürlük için endişelenenler keriz de bir siz mi uyanıksınız? evet, başkaları endişeleniyor, başkaları taşın altına sokuyor elini, başkaları bedel ödüyor, başkaları hapislerde çürüyor, başkaları ölüyor, onların sayesinde kazanılmış haklardan hiç utanmadan, vicdanınız sızlamadan, gayet pişkince siz de faydalanıyorsunuz sonra. oysa böyle lümpen ve bencil bir gençlik yetiştirmek için çağrı yapacağınıza o gençlere onurlu insan olmayı, hakkını aramayı, haksızlığın karşısında yer almayı öğretseydiniz, bunu yapabilenler bir avuç kalmayacaklar ve ölmeyeceklerdi. sadece hakkını arayan masum bir üniversite öğrencisi öldüyse, o cinayetin katilleri arasında sen de varsın.

ablacım,

memleketin içine siz sıçtınız. bu ülke bu haldeyse, sizin yüzünüzden bu halde. gençlere felsefe oku diyorsun, bilim oku, edebiyat oku, mizah oku... nereye okuyacaklar? 12 sene boyunca ülkeyi yöneten iktidar ne felsefeci bıraktı, ne bilimci, ne edebiyatçı. evrim teorisi yerine yaratılış teorisi okuyor bu çocuklar. mizahçılar, edebiyatçılar ya yasaklı, ya içeride, ya da bezginler, bir şey üretmiyorlar. seviş diyorsun gençlere. kızlı erkekli bir evde kalabilseler sevişecekler zaten. gençlerin bu konuda hiçbirimizin aklına ihtiyacı yok. sorun şu ki, gençlere sevişmek bile yasaklandı bu ülkede. malum iktidar, ülkede bunları yapabilecek bir alan bırakmadı. neden peki? sizin gibi ben merkezci pasifistler yüzünden. hukukun anasını bellediler, bir şey yapmadınız. hırsızlık, yolsuzluk, usulsüzlük aldı yürüdü, bir şey yapmadınız. o baş üstünde tuttuğunuz atatürk'ün ilkelerine tecavüz ettiler, seyrettiniz. cumhuriyetinizin dibine dinamit döşediler, seyrettiniz. bu pasifist tutumunuzla ülkenin içine sıçtınız, çok iyi bir halt etmişsiniz gibi gençlere de aynı aklı veriyorsunuz.

bak, o gençler, sizin içine sıçtığınız ülkenin pisliğini temizlemek için gezi direnişi gibi, hayatınız boyunca sahip olamayacağınız onurlu bir işe imza attılar. onların sayesinde korktu iktidar. ama bunun da bir bedeli vardı işte. o bedeli ali ismail ödedi, abdocan ödedi, ethem sarısülük ödedi, berkin elvan ödedi, ahmet atakan ödedi, mustafa sarı ödedi... haa, diyorsan ki gezi yapılmasaydı, herkes evinde otursaydı, kimse ölmeseydi diye, kusura bakma da bacım sen ülke değil mera istiyorsun, ev yerine de ağıl.

bu gençlik, 80 darbesinin kayıp kuşaklarının ardından ilk kez iyi kötü bir şeyleri sorgulamaya çalışan, bir şeyler için harekete geçen bir gençlik. bizim kuşağın ve üst kuşakların tavsiyelerine uyarak koyun gibi yaşamayı reddediyorlar. sizlerin varlığı hiçbir işe yaramadı bu memlekette, zerre faydanız dokunmadı, bari bırakın bu gençler bir şey yapsın.

gençlerin eleştirilecek bir şeyi yok mu? bana göre elbette var. tıpkı bizim üst kuşaklarımızın bizim gençliğimizi eleştirdikleri gibi, tıpkı şimdiki gençlerin bizim yaşlarımıza geldiklerinde dönemin gençlerini eleştirecekleri gibi... bu döngü zaten gidecek böyle. örneğin birbirlerine tahammülleri yok, dinlemeyi bilmiyorlar, okumayı bile bilmiyorlar, öldüresiye bir nefret hakim çoğunda. bu eleştirilebilir belki.

itidal çağrısı yapmak başka bir şey. hele de ülkenin şu sıcak gündeminde herkes birbirinin gırtlağını sıkmaya hevesliyken itidal çağrısında bulunmak pek yerinde olur. ama öte yandan siz o steril fanuslarınızın içinde konforlu bir bencillik yaşarken, bu dünyada, memlekette, hatta burnunuzun dibinde olup bitenlerden haberiniz yok. umrunuzda da değil zaten. her gün polisin zulmüne uğrayan, işkencelerden geçirilen, hapse atılan insanlar zerre kadar umrunuzda değil. bu memlekette, kendini korumak ve hayatta kalmak için silahlanmak zorunda olduğunu öğrenen 15 yaşında çocuklar var. ne acı ki var. sen bu çocuklara hangi felsefeden, hangi bilimden, hani mizahtan ve hangi sevişmeden bahsediyorsun? bu çocuklar, hem de senin mektubu yazdığın saatlerde hayatta kalma mücadelesi veriyordu ülkenin kimi sokaklarında. güvenli evinde oturup klavye başında geyik yaparak bisküvisini yiyen çocuklara akıl vermek çok kolay. işte bu çocuklar, senin ve benzerlerinin verdiği akıl yüzünden, acı çeken başka insanlara karşı kör, duyarsız ve bencil organizmalar olup çıktı.

tekrar söyleyeyim; bu memleketin içine senin bu bencil zihniyetin sıçtı abla. 2002 seçimlerinden kısa bir süre sonra -senden iyi olmasın- yaşça senden biraz daha büyük bir ablamızla konuşurken, "hiçbir şey yapamazlar, ordu var!" demişti kendileri. o gün orada söylediğim şuydu: "sıçtığımızın resmidir!" sebebini soranlara şu açıklamayı yaptım: "ablam demek istiyor ki, 'bunlar ülkenin içine sıçarsa sakın bana güvenmeyin, ordu kurtarır anca.' kendisine değil de başka bir kişiye, kuruma güvenen kişiden bu memlekete hayır gelmez. yarın orduyu tarumar ettiklerinde ne olacak? ablam deseydi ki 'hiçbir şey olmaz, biz buradayız' diye, o zaman korkmazdım." aynen de bu söylediklerimi yaşadık. şimdi senin yaptığın da böyle pasifist gençler yetiştirip, memleketin içine sıçılırken, hukukuna tecavüz edilirken mal gibi izlettirmek. ben sana bir şey söyleyeyim mi? böyle hiçbir boka yaramayan embesil gibi mal mal yaşamaktansa, onurlu bir şekilde ölmek bile daha iyi. nasıl olsa öleceğiz hepimiz; ha üç gün önce, ha beş gün sonra. hayır hayır, hiç kimsenin ölmesini falan istiyor veya çocuklara ölümün kutsallığına inandırmaya çalışıyor değilim. sadece, senin çizdiğin mal gibi bir hayatı yaşamanın, ölümden daha iyi olmadığını anlatmaya çalışıyorum.

bu memlekete bir iyilik yapın; şu 12 eylül darbecilerinin diliyle konuşup gençleri uyuşturmaktan, embesilleştirmekten vazgeçin. bu çocuklar, enselerine vurulunca ağızlarındaki lokmayı verecek salaklara dönmesin. eğer herkes bu kadar bencil, bu kadar pasifist olursa, bu ülke, görmeyi hiç arzu etmeyeceğiniz bir yere döner. o zaman ne felsefe kitabı bulabilirler okumaya, ne edebiyat kalır, ne bilim. kadınla erkeği aynı sokakta görmek bile hayal olacağından, o sevişmeyi de ancak evde "el yordamıyla" yaparlar.

ülkenin içine sıçtınız, bari gençlerin temizleme çalışmalarına engel olmayın...


cassey jones - ekşi sözlük                           #53425247 23.07.2015 11:30 ~ 12:19


---------------------------------------------------------

Ekşi Sözlük'te yer alan anneye ait entry;


bu sözlerim sadece genç insanlara, henüz 20’lerinde olanlara, ben bir anneyim 40’lı yaşların ortasında hayatını kendi kazanmış kendi kurmuş bir anneyim, bir erkek çoçuğu annesiyim, bir sölük yazarı annesiyim, oğlumun izniyle onun hesabından size yazıyorum, son günlerde yaşananlar, yazılanlar, konuşulanlar olan bitenler beni bu yazıyı yazmaya itti, birilerine bir şeyler söyleyebilirsem birileri bu sözlerimi işitirse kulak verirse diye yazıyorum….

umarım okursunuz…

yapmayın.

kendinize bunu yapmayın, birileri ideolojik hırslarını tatmin edecek diye, birileri saçma savaşlarını sürüdürecekler diye, birileri daha çok silah satacak diye, birileri din bezirganlığı ile bu dünyada saltanatlarını sürüderecek diye, birileri ceplerini dolduracak diye, birileri özgürlüğü ölümle taçlandıracak diye, birileri sosyal medyadan profil resimlerini karartacak ölümü övecek diye, öleni şehit ilan edecek diye ölmeyin.
arkandan ne övgüler, ne methiyeler, ne sloganlar, ne protestolar... fotoğrafların paylaşılır binlerce sosyal medya hesabından, insanlar fotoğrafını profil resmi yaparlar, arkandan yazarlar "ölümsüzdür" diye.

inanmayın.

yalan. bunların hepsi yalan, hepsi geride kalanların kendilerin tatmininden başka bir şey değil, herkes sever başkasının acısını, herkes sevinir içten içe benim başıma gelmedi diye, herkes sevinir aslında -benden uzak -diye, hepsi gizliden gizliye bunların dışa vurumudur, ne kadar üzülürsek o kadar uzak kalırız belki diye gizli bir duadır sadece, ne kadar yanarsak bizim başımıza gelmez belki diye içten içie bilinç altının şükürle karışık pazarlığıdır, görevimi yaptım, üzüntümü paylaştım ve herkese ilan ettim, kınadım lanetledim, kahroldum, korkarak yapılan vicdan rahatlatması o kadar.

inanmayın.

hepsi boş hepsi hikaye;ölüler duymaz, ölüler bilmez, ölüler görmez., ölüler sadece ölüdür.

gerçek bu kadar çıkplak, bu kadar katı, sen ölürsün ardından bir kaç gün yasın tutulur biter gider, unutulursun geride kalanlar için işte hayat bu, gerçek bu.
bir başka gerçek ise geride bıraktığın annen. bir tek o unutmaz, nefes aldığı sürece bir tek o unutmaz…

ölmeyin.

ne özgürlük, ne bayrak, ne din, ne vatan, ne sistem, ne eğitim, ne iş, ne para, ne sanat, ne kavga ne sevgi ne saygı, bunların hiç biri yaşamı tek başına anlamlandırmıyor ne yazıkki, yaşam bir bütündür bunların ve daha pek çok şeyin birarada olduğu bütündür. onu sadece sen anlamlandırabilirisin sadece sen, bunu sakın unutma…

o yüzden dosyasıya yaşa; yaşayacak en güzel yaştayken sadece yaşa, saçmala, hata yap, sev, nefret et, delir, ağla, kıskan, seviş, kavga et, bağır çağır, gül … içinden geldiği gibi, tutkuların olsun sadece onların peşinden git, bırak dert etme, yeterince endişelenen var zaten hayat için, anlam için, iş için, ekmek için, özgürük için sen yaşa sadece, hisset sadece, emin ol bir yolunu bulursun, emin ol her şey yoluna girer…

oku; felsefe oku, bilim oku, edebiyat oku, mizah oku…okumak yalnızlığını azaltır sana tek tavsiyem bu kabul edersen tabi...


#53410481 22.07.2015 20:02 modern zaman gangsteri



19 Temmuz 2016 Salı

Ah biz eşekler

Aşağıdaki Aziz Nesin hikayesini 25 sene önce okumuştum.  Yıllarca anlatmaya çalıştım olabildiğince; olmadı... Birkaç sene önce kitaptan baka baka Ekşi Sözlük'e aktarmıştım hikayeyi. Sözlükten sildiğim entry'ler arasında bu da vardı. Burada dursun hikaye. Bir gün Türkiye'ye ne olduğunu soranlara gösterirsiniz...

**********

Bu hikaye, yurdumuzda basın ve söz hürriyetinin, yalnız kâğıt üstünde yazılı bir süs olarak bırakıldığı, aydınların konuşamaz duruma getirildiği günlerde, halkı bu duruma düşüren ve gerçekleri ancak kendi başı belaya girince söylemeye çalışıp da, artık söyleme olanağı da bulamayan Kara aydınları yermek için yazılmış ve yine o günlerde yayınlanmıştır.

(“Ah biz eşekler” hikâye kitabı ilk kez 1958'de 8000 adet basılmıştır. Yukarıdaki not hikayenin başına Aziz Nesin tarafından o tarihte konulmuştur.) 





AH BİZ EŞEKLER

Ah, biz!... Ah biz eşekler!... Biz eşek milleti de eskiden siz insan milleti gibi konuşurmuşuz. Bizim de kendimize özgü bir dilimiz varmış. Konuşmamız, müzik denli güzel, uyumlu, kulağa tatlı gelirmiş. Ne güzel konuşur, ne türküler söylermişiz. Biz eşek olduğumuzdan; sizler gibi insanca değil, eşekçe konuşurmuşuz. Ama eşekçe, yumuşak, tatlı, uyumlu zengin bir dilmiş.

Biz eşek milleti eskiden şimdi olduğu gibi anırmazmışız, sonradan anırmaya başlamışız.

Şimdi, biliyorsunuz, bütün isteklerimizi, duygularımızı, algılarımızı, acılarımızı, sevinçlerimizi, birbirimize ve siz insan efendilerimize anırarak anlatmaya çalışıyoruz. Anırmak nedir? «Aaa-ii, Aaaa-ii» diye arka arkaya bir kalın, bir ince, ağızdan iki uzun heceli ses çıkarmak. Anırmak işte bu... Bizim o zengin dilimiz, şimdi kala kala, bu iki heceli tek sözcüğe kaldı. Bir yaratık, bütün duygularını tek sözcükle nasıl anlatabilir!...

Nasıl olup da o zengin eşekçe ölmüş, bir ölü dil olmuş, sonra biz eşekler anırmaya başlamışız; bunu merak etmiyor musunuz? Merak ediyorsanız anlatayım. Kısacası, bizim dilimiz tutulmuş. Korkunç bir olayla aklımız başımızdan gidip de, dilimiz tutulunca, eşekçeyi tüm unutmuşuz. O günden sonra da yalnız anırarak, iki uzun heceyle bütün duygularımızı anlatmaya çalışmışız.

Biz eşeklerin dilimizin tutulması, epeyce eski bir olaydır.

Eski kuşaktan bir yaşlı eşek varmış. Bir gün, bu eski kuşaktan yaşlı eşek, kırlarda tek başına otlamaktaymış. Hem otlar, hem eşekçe türküler söylermiş. Bir ara burnuna bir koku gelmiş ama güzel bir koku değil, kurt kokusu...

Eski kuşaktan eşek, burnunu yukarı dikip, havayı derin derin koklamış. Hava, keskin keskin kurt kokuyormuş.

Yaşlı eşek,

- Yok canım, kurt değildir... diye avunup otlamağa başlamış. Kurdun kokusu gittikçe artıyormuş. Belli ki kurt yaklaşıyor. Kurt yaşlaşıyor demek, ölüm geliyor demek...

Eski kuşaktan eşek,

- Kurt değildir, kurt değildir... diye kendini avutmuş.

Ama kurdun kokusu da gittikçe ağırlaşıyor. Yaşlı eşek, hem korkuyor, hem de oralı değilmiş gibi görünerek, kendi kendine,

- İnşallah kurt değildir. Kurt buraya nereden gelecek, nereden beni bulacak?.. diyormuş.

Böylece kendi kendini avutma içindeyken kulağına sesler gelmeye başlamış. Ama güzel ses değil, kurt sesi... Yaşlı eşek kulaklarını dikip sesi dinlemiş; evet kurt sesi...

Gönlü bir türlü kurdun gelmesine razı olmadığından,

- Yok canım, bu ses kurt sesi değil, bana öyle geliyor... der, otlamaya devam edermiş. Ama ses de gittikçe yaklaşıyor... Eski kuşaktan eşek yine avunurmuş:

- Kurt değildi. Hayır, bu ses kurt sesi olamaz! O korkunç ses, büsbütün yaklaşmış. Eşek kendi kendine söylenirmiş:

- Yok, yok... Dilerim bu kurt olmasın... Kurdun işi yok da, buraya mı gelecek! ...

Bir yandan da yüreğini korku sardığından gözü çevresindeymiş. Bir de bakmış; karşı dağın tepesinde, sisler, dumanlar içinde bir kurt ...

- A-ah, demiş, bu benim gördüğüm, kurt değil, başka bir şey...

Başını otlara sokmuş.

- Bana öyle geldi galiba, hayal gördüm. Evet, evet, hayal olacak ...

Az sonra, çalıların arkasından koşan kurdu görünce, korkusu artmış. Ama kurdun gelmesini hiç istemediğinden, yine kendi kendisini kandırmaya çalışıyormuş:

- Kurt değildir, inşallah değildir. Başka yer kalmadı da burasını mı buldu gelecek? Gözlerim iyi seçmiyor da ondan... Çalıların gölgesini kurt sandım.

Kurt yaklaşmış. Aralarında eşek adımı ile üç-dört yüz adım kalmış.

Eski kuşaktan eşek,

- Aman Tanrım, yoksa bu gelen gerçekten kurt mu?

Hayır, olamaz. Olmamalıdır, Ah... Yok, yok, kurt değil... diye inlemeye başlamış.

Kurtla aralarında elli adım, kalınca, o yine avunuyormuş:

- Şu karşımda gördüğüm yaratık kurt değildir inşallah. Canım, ne diye kurt olsun... Belki devedir, belki fildir, belki de başka bir şey, belki de hiçbir şeydir. Ben de her şeyi kurt görmeye başladım.

Kurt sırıtarak yaklaşmış, yaklaşmış. Aralarında ancak birkaç adım kalınca, yaşlı, eşek,

- Biliyorum, bu gelen kurt değil, evet kurt değil, ama ben şuradan azıcık uzaklaşsam kötü olmaz.. demiş. Başlamış yürümeye. Başını geri çevirip bakmış, kurt sırıtarak, ağzının suları akarak arkasından geliyor. Eski kuşaktan eşek yakarmaya başlamış:

- Ulu Tanrım, bu gelen kurt bile olsa, kurt olmasın ne olur... Kurt değil canım, ben de boşu boşuna korkuyorum.

Böyle deyip adımlarını açmış. Kurt da onu izliyormuş. Kart eşek koşmaya başlamış. Kurt da onun ardından koşmuş...

Eşek,

- Ah, ben de ne budalayım... diyormuş. Yaban kedisini kurt sanıp kaçıyorum. Hayır, kurt değil...

Ayaklarının var gücüyle kaçıyor, bir yandan da içinden şöyle geçiyormuş:

- Kurtsa da kurt değildir... İnşallah değildir. Yok canım, ne diye kurt olsun...

Başını çevirip arkasına bakmış, kurdun gözleri ışıl ışıl yanıyor. Eşek dört nala kaçar, hem de,

- Vallahi de kurt değil, billahi de kurt değil.. Allah belamı versin ki kurt değil, diye söylenirmiş.

Eşek kaçmış, kurt kovalamış. Kuyruğunun dibinde, kurdun kızgın kızgın solumasını duyunca, yaşlı eşek kendi kendine,

- Bahse girerim ki bu kurt değil.. Kuyruk altımda solumalarını duyduğum bu yaratık kurt olamaz... diye söyleniyormuş.

Kurdun ıslak burnu, eşeğin apış arasına değince, yaşlı ,eşek de sıfırı tüketmiş. Bir de başını çevirip bakmış; kurt, üstüne atıldı atılacak.. Artık adım atacak gücü kalmayan kart eşek, kurdun sert bakışları altında kıpırdayamaz olmuş; oracıkta kalmış. Kurdu görmemek için gözlerini yumup,

- Kurt değil canım, boş ver... İnşallah değildir. Sanki ne diye kurt olsun, diye kekelemiş.

Kurt, sağ kabasına bir pençe atınca, oracığa yıkılan eşek,

- Biliyorum, biliyorum, sen kurt değilsin. Arkamla oynama, gıdıklanıyorum. El şakasını da hiç sevmem.. demiş.

Azgın, aç kurt keskin dişleri ile eşeğin sağrısını ısırmış, budundan büyük bir parça koparmış. Can acısıyla yere yıkılan eşeğin birden dili tutulmuş. Bildiği eşekçeyi, korkudan unutmuş. Kurt, boynuna, gerdanına saldırmış. Eşeğin her yanından kanlar fışkırmaya başlamış. İşte ancak o zaman eşek,

- Aaa kurtmuş... Aaa o imiş... Aaa, o imiş!... diye bağırmaya başlamış. Kurt onu parçalar, o da dili tutulduğundan, yalnız:

- Aaa, o imiş ... Aaa, Oo-ii... Aaa-iii... Aaa·iii! diye bağırır, inlermiş.

Kurdun dişleriyle parçalanan eski kuşaktan eşeğin dağı, taşı inleten son sözlerini bütün eşekler duymuşlar:

Aaaa-iii, aaa-iii...

İşte o günden sonra, biz eşek milleti, konuşmasını, söylemesini unutmuşuz, her duygumuzu, her düşüncemizi, anırtı ile anlatmaya başlamışız. O eski kuşaktan eşek, tehlike kuyruk altına girinceye dek, kendini avutup, kandırmamış olsaydı, bizler de konuşmasını bilecektik.

Ah biz eşekler, ah biz eşek milleti: Aaaa-i, aaa-iiii

Aziz NESİN