Ulan bir insan
pazar gününü nasıl geçirmeli? Daha yazının başında "ulan" diye başladığıma göre, böyle geçirmemeli belli ki.
Eskiden pazar günleri, kutsal bir tören havasında yaşanırdı. Sabah kalkılır,
bütün aile efradı pazar kahvaltısı masasında bir araya gelir, o masada illa ki
sucuklu yumurta olur, sonra TRT'nin yegâne kanal olduğu televizyon karşısında
toplanılır, hep birlikte Walt Disney
filmi izlenirdi pazar sineması menüsünde. Elbette hâlâ böyle mutlu pazarlar
yaşanıyor ve fakat çok uzun zamandır mutlu olunası bir ülkede yaşamıyoruz.
İnsanların yüzü beş karış asık, sürekli düşünceli bir ifade, sokağa çıkası
gelmiyor insanın. Zaten çıksan ne olacak? Irzına
geçilmiş bir İstanbul'un her gün talan edilen sokaklarında, giderek artan bir
görgüsüzlükle salınan bunca insanın arasında dolaşmanın nesi keyifli? Hayır
efendim, hiiç öyle elitist bir küstahlık içinde değilim. Bir metropolde doğmuş,
toplu yaşama kurallarını bilen, şehirde yaşamanın kurallarına riayet etmeye
özen gösteren herhangi bir bireyim sadece.
Sabah çok da keyifsiz kalkmadım esasen. Tam olarak sabah mı öğle mi karar verilemeyen bir saatinde uyandım günün. "Güne başladım" diyecek bir durumum yok; gün beni iplemeden çoktan başlamış, ben onu yakalamaya çalışıyorum. Pencerenin hemen kenarındaki yatakta doğrularak perde çekilecek, birkaç dakika sersem sersem dışarı bakıldıktan sonra kahveye arkadaş bir sigara yakılacak, laptop açılacak ve bok var gibi günün haberlerine göz atılacak, sözlük, Twitter şöyle bir okunacak... Daha önceleri hıyar gibi yataktan kalkıp mutfağa giderek, kettle'da suyun ısınmasını bekleyerek, kahveyi hazırladıktan sonra tekrar aynı yatağa dönüp beş dakika önceki pozisyonuma geçiyordum. Epey uzun bir süre sonra bu gerzeklikten vazgeçip yeni bir kettle daha aldım, yatağın yanına bir sehpa iliştirdim, sehpanın hemen altına 7'li grup priz koydum, kettle, fincan, kahve, şeker, çay kaşığı ve bir sürahi suyu hazır bulundurmaya başladım. Yataktan kalkmadan basıyorum kettle'nin düğmesine, iki dakika sonra kahve hazır. Pencerenin altındaki kalorifer peteği de diğer yanımda sehpa görevi görüyor. Laptop zaten uzanma mesafemde. Yataktan kalkmama gerek kalmıyor artık.
Bastım kettle'nin düğmesine, kahveyi yaptım. Pipo tütünü kalmamış, sigara içilecek. Laptop'u açtım, rutin gezinmelerimi yapıyorum. Fena değildi yani, hatta gayet yerindeydi keyfim ilk saatlerde. Sonra kahvaltı faslı işte falan derken, deniz kenarına inmek üzere çıktım evden.
Pazar günü gülümseyerek çıktığın evden sahile nasıl inersin? Sokak köpekleriyle oynayarak, varsa o gün yemeklerini vererek, mahalle esnafıyla selamlaşarak, borçlu olduğun büfeciye görünmemek için bir arka sokaktan sıvışarak, dükkânın önündeki çiçekleri sulamak için eğilmiş bijuterici sarışın fıstığın eşofmanla daha bir harika görünen nefis kalçalarına her zamanki gibi iç geçirerek kaçamak bir bakış atıp bir gün sevişme ihtimalini düşünerek, karşı kaldırıma geçmek isteyen teyzenin koluna girip arabaları durdura durdura teyzeyi kaldırıma ulaştırarak ve en nihayetinde denizi görünce durup gözler kapalı bir şekilde derin bir nefes alarak... Bütün bunları veya en azından bir kısmını hiç yapmayıp mal gibi başın önünde bodoslama yürüyerek ineceksen o deniz kıyısına, hiç inmesen de olur.
Derin bir nefes aldıktan sonra açtım gözlerimi, kafamı hafif sağa çevirdim, denizin üstünde bir greyder! Şaka değil, denizin üstünde kocaman, eşek gibi bir greyder var. Denizi doldurup iyice ırzına geçmeye niyetlendikleri Marmara'yla yeni bir pazar sevişmesi. Sevişme de sayılmaz esasen, bariz tecavüz bu! Çünkü sevişme, iki tarafın da rızasıyla yapılan gayet keyifli bir etkinlik. Karşı taraf rıza gösterse bile zevk almıyorsa aslında o sevişmeden, görev gibi zorunluluktan eşlik ediyorsa sana, rızalı tecavüz olur o bile. Rıza'ya göre hava hoş tabiî, bahşişi de peşin vermiş, takılıyor öyle. Daha ilk dakikada tadım tuzum kaçtı işte. Keyifsiz keyifsiz yürüyorum çay bahçesine doğru. Hava fena değil diye bütün herkes atmış kendini deniz kenarına. Kalabalık. İnsanların arasından yürümeye çalışıyorum. Düz yolda yürümeyi becerememek için nasıl bir yetenek geliştirmiş olabilir bir insan, her defasında hayretle izliyorum. Fatih, Konstantinopolis'i alıp ortasına cami dikti diye bu kadar hoyrat davranmak gerekmiyor ki kente. Elindeki çikolata kağıdını çöp kutusundan üç metre uzakta yere atan hayvanlarla bu kez tartışmayıp içimden söyleniyorum. Hangi biriyle başa çıkacaksın bunların?
"İstanbul'da ne işiniz var? Niye geldiniz köyünüzden buraya?" gibisinden lümpen bir küstahlık değil tavrım. Zira bu soruların muhatabı gelenler değil, devlet! 1960'larda dedem neden kalkıp gelmek zorunda kalmışsa, bunlar da aynı kaygı ve mecburiyetle geliyorlar işte. Yoksa köyünde, kasabasında, vilayetinde geçinebilme imkânı bulsa insanlar, bok mu var rahatlarını bozup tasarı tarağı toplayarak, ata yurdunu, toprağını, bağını bahçesini, evini bırakarak gelsin buraya? Ama madem geldin, gelmiş olduğun yerin geride bıraktığın gibi bir yer olmadığını, şehirde yaşama görgüsü diye bir şey olduğunu, bir takım kurallar içerdiğini de bil bir zahmet. Kural da son derece basit; burada yalnız yaşamadığını, başkalarını rahatsız edecek şekilde kafana göre takılma hakkın olmadığını, senin dışındaki insanların huzurlu yaşamalarına bir parça saygı göstermen gerektiğini bileceksin, hepsi bu. Başlangıç için en azından.
Böyle kendi kendime düşünerek ilerlerken, önünden geçmekte olduğum büfenin camında kendimi gördüm. Yıllar içinde yüzümün aldığı meymenetsiz hâle bak. Oysa eskiden hiç böyle değildim ben. Daha güleç, temiz yüzlü, mütebessim bir adamdım. Gülümseyecek bir şey yok ki memlekette. Giderek artan bir cehalet, bu cehaletin ve kültürsüzlüğün nicelik olarak çoğunluğa ulaşmasından kaynaklı bir terbiyesizlik, haddini bilmezlik, görgüsüzlük ve en kötüsü cehaletin yüceltilmesi gibi dangalakça bir dönem yaşanıyor ülkede. Hayatı boyunca tek kitap okumamış insanların akademisyenleri aşağılama çalışmalarına, sanata burun kıvırdıkları yetmiyormuş gibi sanatçıya hakaret etmeyi marifet saymalarına, eğitimli insanlarla alay etmelerine, o kültürsüzlükleriyle, o cehaletleriyle, o görgüsüzlükleriyle övünmelerine tanık oldukça, iyice soğuyorum bu coğrafyadan. Fazıl Say'a bakıp "O da müzisyen mi", Ferhan Şensoy'a bakıp "O da tiyatrocu mu" diyebilecek kadar haddini bilmez öküzlerle yan yana, dip dibe yaşıyor olmak soluksuz bırakıyor. Nereden çıktı bu insanlar? Bu cüretin kaynağı ne? Kaynağı belli işte; az önce yanından geçerken sövdüğüm greyderi denizi doldursun diye gönderip bütün vizyonlarının ranttan ibaret olduğunu ortaya koyan zihniyetten alıyorlar bu cesareti. Çünkü liderleri çıkar da televizyondan "Eyyy Fazıl Say" diye başlarsa saydırmaya, tebaası daha da ileri taşır bunu. Sanatçıların üzerinde eskiden de vardı devlet baskısı ama en azından sanata saygı gösterirdi ülkeyi yönetenler. Turgut Özal’ların, Süleyman Demirel’lerin, diğerlerinin eşleriyle beraber tiyatro izlediği görüntüler yer alırdı televizyonda. Görürdük liderleri ekranda; tiyatroda, operada, balede, konserde... Onlar bizzat en önden izlerken örneğin bir oyunu, sahnede hicvedilirlerdi aynı anda. Gülerdi o liderler. Kendisini hicveden, eleştiren oyuncuya güler ve alkışlardı. Siz son 12 senede gördünüz mü böyle bir tablo? Yok, göremezsiniz. Çünkü öyle bir kültür, öyle bir birikim, öyle bir vizyon yok! Tam tersine; sanatçısıyla, aydınıyla, yazarıyla, çizeriyle, gazetecisiyle sürekli kavga eden, baskılayan, yasaklayan, dava eden, tahammül gösteremeyen, aşağılayan (ki bu çok önemli), değersizleştiren (daha doğrusu buna çalışan), dışlayan biri var. Nerede o az önce anlattığım mazide kalmış görüntüler, nerede bu? Bu tavrı gören bir kitle, liderini örnek alıp da lince kalkmaz mı tüm o saydığım kesimi? Kalkar elbet. Haddini bilmeyerek, dönüp kendisine bakmayarak, her yanından vıcık vıcık dökülen cehaletiyle, ağzından salyalar saçarak saldırır elbet.
Eskiden insanlar, örneğin bir yerde yemek yenecekse, sağa sola bakıp çatalı bıçağı nasıl kullanacaklarını öğrenmeye çalışırdı. Çünkü görgüsüzlük yapmak istemezlerdi. Oysa şimdi, çatal bıçak kullanmamayı marifet sayan, kullanmanın dalga geçilmesi gereken bir tutum olduğunu düşünen, o görgüsüzlüğüyle övünen bir kitle var. İlkokul mezunu bir inşaat işçisi, bir profesörle konuşurken kılık kıyafetine çeki düzen verir, saygısızlık etmemeye dikkat ederdi. Şimdi bakıyoruz, cümle kurmaktan aciz zırcahil tipler, hiç utanıp sıkılmadan aydınlara, sanatçılara, akademisyenlere ağzı dolusu küfür edebiliyor sosyal medyada. Kast sistemi övgüsü falan değil bu anlattıklarım. Hele salt ekonomiye dayalı aristokrasiyi yüceltme hiç değil. Bilgiye, eğitime, kültüre gösterilen saygı bahsettiğim. Beş parasız filozofun önünde ceketinin düğmesini iliklemesi gibi lordun, kontun ve hatta kralın. Örneği Avrupa'dan verişim de ilginç aslında. Bilinçaltı dökümü gibi sanki. Bizden örnek verecek olsam, aşağı yukarı aynı kavramlara denk gelecek şekilde ağadan, paşadan, padişahtan bahsetmem gerekirdi. "Padişah bir gün bir ermişle konuşurken..." diye başlayan rivayetler çok var ama o padişahın kim olduğu, hangisi olduğu hiç bilinmediğinden, bizden böyle tevazu içeren örnek verilemeyeceğine kanaat getirmişim demek ki. Gerçi kaç tane lordla oturup rom içmişliğim var ki sanki, bilge karşısında eğilebileceklerini düşünüyorum? Lordla da rom içilmez ayrıca, içsen içsen şarap içersin. Rom, daha çok denizcilerin işidir ve tamamen içimdeki avamı ortaya koymuştur.
On iki yılda geldiği nokta böyle bir şey işte ülkenin. Memleketin dört bir yanını betona çevirip sanatı, kültürü, edebiyatı toptan yok etmeye çalışan zihniyetin oluşturduğu toplum modeli böyle ucube bir şey işte. Estetikten, nezaketten, zarafetten, incelikten, letafetten uzak, kaba saba bir hayatın içinde savrulup duruyoruz bu insanlar arasında.
Cahiline de cühelasına da bir kez daha sövüp oturdum çay bahçesine. Bu gidişle 20 sene sonra mahallede yanlış yere park eden otomobillerin sileceklerini kaldırıp her boka söylenen huysuz ihtiyar ben olacağım. Memlekete bak, ne hale getirdi beni. Çay söyledikten sonra çıkardım telefonu, âdet olduğu üzere önce sözlük ardından Twitter turu yaptım. Bir saat kadar oturduktan sonra da daha büyük bir keyifsizlikle kalkıp eve dönmek üzere yola koyuldum. Canım nasıl sıkılmışsa, dönüşte yine kapının önünde gördüğüm bijuterici sarışın fıstığın nefis kalçaları bile çekici gelmedi, bakmadan devam ettim.
Bir insan pazar gününü nasıl tamamlamalı? Her zaman iç geçirerek baktığı sarışın fıstığın kalçalarını bile çekici bulmayacak kadar keyfi kaçmış tamamlamalı belli ki...
Sabah çok da keyifsiz kalkmadım esasen. Tam olarak sabah mı öğle mi karar verilemeyen bir saatinde uyandım günün. "Güne başladım" diyecek bir durumum yok; gün beni iplemeden çoktan başlamış, ben onu yakalamaya çalışıyorum. Pencerenin hemen kenarındaki yatakta doğrularak perde çekilecek, birkaç dakika sersem sersem dışarı bakıldıktan sonra kahveye arkadaş bir sigara yakılacak, laptop açılacak ve bok var gibi günün haberlerine göz atılacak, sözlük, Twitter şöyle bir okunacak... Daha önceleri hıyar gibi yataktan kalkıp mutfağa giderek, kettle'da suyun ısınmasını bekleyerek, kahveyi hazırladıktan sonra tekrar aynı yatağa dönüp beş dakika önceki pozisyonuma geçiyordum. Epey uzun bir süre sonra bu gerzeklikten vazgeçip yeni bir kettle daha aldım, yatağın yanına bir sehpa iliştirdim, sehpanın hemen altına 7'li grup priz koydum, kettle, fincan, kahve, şeker, çay kaşığı ve bir sürahi suyu hazır bulundurmaya başladım. Yataktan kalkmadan basıyorum kettle'nin düğmesine, iki dakika sonra kahve hazır. Pencerenin altındaki kalorifer peteği de diğer yanımda sehpa görevi görüyor. Laptop zaten uzanma mesafemde. Yataktan kalkmama gerek kalmıyor artık.
Bastım kettle'nin düğmesine, kahveyi yaptım. Pipo tütünü kalmamış, sigara içilecek. Laptop'u açtım, rutin gezinmelerimi yapıyorum. Fena değildi yani, hatta gayet yerindeydi keyfim ilk saatlerde. Sonra kahvaltı faslı işte falan derken, deniz kenarına inmek üzere çıktım evden.
Pazar günü gülümseyerek çıktığın evden sahile nasıl inersin? Sokak köpekleriyle oynayarak, varsa o gün yemeklerini vererek, mahalle esnafıyla selamlaşarak, borçlu olduğun büfeciye görünmemek için bir arka sokaktan sıvışarak, dükkânın önündeki çiçekleri sulamak için eğilmiş bijuterici sarışın fıstığın eşofmanla daha bir harika görünen nefis kalçalarına her zamanki gibi iç geçirerek kaçamak bir bakış atıp bir gün sevişme ihtimalini düşünerek, karşı kaldırıma geçmek isteyen teyzenin koluna girip arabaları durdura durdura teyzeyi kaldırıma ulaştırarak ve en nihayetinde denizi görünce durup gözler kapalı bir şekilde derin bir nefes alarak... Bütün bunları veya en azından bir kısmını hiç yapmayıp mal gibi başın önünde bodoslama yürüyerek ineceksen o deniz kıyısına, hiç inmesen de olur.
Derin bir nefes aldıktan sonra açtım gözlerimi, kafamı hafif sağa çevirdim, denizin üstünde bir greyder! Şaka değil, denizin üstünde kocaman, eşek gibi bir greyder var. Denizi doldurup iyice ırzına geçmeye niyetlendikleri Marmara'yla yeni bir pazar sevişmesi. Sevişme de sayılmaz esasen, bariz tecavüz bu! Çünkü sevişme, iki tarafın da rızasıyla yapılan gayet keyifli bir etkinlik. Karşı taraf rıza gösterse bile zevk almıyorsa aslında o sevişmeden, görev gibi zorunluluktan eşlik ediyorsa sana, rızalı tecavüz olur o bile. Rıza'ya göre hava hoş tabiî, bahşişi de peşin vermiş, takılıyor öyle. Daha ilk dakikada tadım tuzum kaçtı işte. Keyifsiz keyifsiz yürüyorum çay bahçesine doğru. Hava fena değil diye bütün herkes atmış kendini deniz kenarına. Kalabalık. İnsanların arasından yürümeye çalışıyorum. Düz yolda yürümeyi becerememek için nasıl bir yetenek geliştirmiş olabilir bir insan, her defasında hayretle izliyorum. Fatih, Konstantinopolis'i alıp ortasına cami dikti diye bu kadar hoyrat davranmak gerekmiyor ki kente. Elindeki çikolata kağıdını çöp kutusundan üç metre uzakta yere atan hayvanlarla bu kez tartışmayıp içimden söyleniyorum. Hangi biriyle başa çıkacaksın bunların?
"İstanbul'da ne işiniz var? Niye geldiniz köyünüzden buraya?" gibisinden lümpen bir küstahlık değil tavrım. Zira bu soruların muhatabı gelenler değil, devlet! 1960'larda dedem neden kalkıp gelmek zorunda kalmışsa, bunlar da aynı kaygı ve mecburiyetle geliyorlar işte. Yoksa köyünde, kasabasında, vilayetinde geçinebilme imkânı bulsa insanlar, bok mu var rahatlarını bozup tasarı tarağı toplayarak, ata yurdunu, toprağını, bağını bahçesini, evini bırakarak gelsin buraya? Ama madem geldin, gelmiş olduğun yerin geride bıraktığın gibi bir yer olmadığını, şehirde yaşama görgüsü diye bir şey olduğunu, bir takım kurallar içerdiğini de bil bir zahmet. Kural da son derece basit; burada yalnız yaşamadığını, başkalarını rahatsız edecek şekilde kafana göre takılma hakkın olmadığını, senin dışındaki insanların huzurlu yaşamalarına bir parça saygı göstermen gerektiğini bileceksin, hepsi bu. Başlangıç için en azından.
Böyle kendi kendime düşünerek ilerlerken, önünden geçmekte olduğum büfenin camında kendimi gördüm. Yıllar içinde yüzümün aldığı meymenetsiz hâle bak. Oysa eskiden hiç böyle değildim ben. Daha güleç, temiz yüzlü, mütebessim bir adamdım. Gülümseyecek bir şey yok ki memlekette. Giderek artan bir cehalet, bu cehaletin ve kültürsüzlüğün nicelik olarak çoğunluğa ulaşmasından kaynaklı bir terbiyesizlik, haddini bilmezlik, görgüsüzlük ve en kötüsü cehaletin yüceltilmesi gibi dangalakça bir dönem yaşanıyor ülkede. Hayatı boyunca tek kitap okumamış insanların akademisyenleri aşağılama çalışmalarına, sanata burun kıvırdıkları yetmiyormuş gibi sanatçıya hakaret etmeyi marifet saymalarına, eğitimli insanlarla alay etmelerine, o kültürsüzlükleriyle, o cehaletleriyle, o görgüsüzlükleriyle övünmelerine tanık oldukça, iyice soğuyorum bu coğrafyadan. Fazıl Say'a bakıp "O da müzisyen mi", Ferhan Şensoy'a bakıp "O da tiyatrocu mu" diyebilecek kadar haddini bilmez öküzlerle yan yana, dip dibe yaşıyor olmak soluksuz bırakıyor. Nereden çıktı bu insanlar? Bu cüretin kaynağı ne? Kaynağı belli işte; az önce yanından geçerken sövdüğüm greyderi denizi doldursun diye gönderip bütün vizyonlarının ranttan ibaret olduğunu ortaya koyan zihniyetten alıyorlar bu cesareti. Çünkü liderleri çıkar da televizyondan "Eyyy Fazıl Say" diye başlarsa saydırmaya, tebaası daha da ileri taşır bunu. Sanatçıların üzerinde eskiden de vardı devlet baskısı ama en azından sanata saygı gösterirdi ülkeyi yönetenler. Turgut Özal’ların, Süleyman Demirel’lerin, diğerlerinin eşleriyle beraber tiyatro izlediği görüntüler yer alırdı televizyonda. Görürdük liderleri ekranda; tiyatroda, operada, balede, konserde... Onlar bizzat en önden izlerken örneğin bir oyunu, sahnede hicvedilirlerdi aynı anda. Gülerdi o liderler. Kendisini hicveden, eleştiren oyuncuya güler ve alkışlardı. Siz son 12 senede gördünüz mü böyle bir tablo? Yok, göremezsiniz. Çünkü öyle bir kültür, öyle bir birikim, öyle bir vizyon yok! Tam tersine; sanatçısıyla, aydınıyla, yazarıyla, çizeriyle, gazetecisiyle sürekli kavga eden, baskılayan, yasaklayan, dava eden, tahammül gösteremeyen, aşağılayan (ki bu çok önemli), değersizleştiren (daha doğrusu buna çalışan), dışlayan biri var. Nerede o az önce anlattığım mazide kalmış görüntüler, nerede bu? Bu tavrı gören bir kitle, liderini örnek alıp da lince kalkmaz mı tüm o saydığım kesimi? Kalkar elbet. Haddini bilmeyerek, dönüp kendisine bakmayarak, her yanından vıcık vıcık dökülen cehaletiyle, ağzından salyalar saçarak saldırır elbet.
Eskiden insanlar, örneğin bir yerde yemek yenecekse, sağa sola bakıp çatalı bıçağı nasıl kullanacaklarını öğrenmeye çalışırdı. Çünkü görgüsüzlük yapmak istemezlerdi. Oysa şimdi, çatal bıçak kullanmamayı marifet sayan, kullanmanın dalga geçilmesi gereken bir tutum olduğunu düşünen, o görgüsüzlüğüyle övünen bir kitle var. İlkokul mezunu bir inşaat işçisi, bir profesörle konuşurken kılık kıyafetine çeki düzen verir, saygısızlık etmemeye dikkat ederdi. Şimdi bakıyoruz, cümle kurmaktan aciz zırcahil tipler, hiç utanıp sıkılmadan aydınlara, sanatçılara, akademisyenlere ağzı dolusu küfür edebiliyor sosyal medyada. Kast sistemi övgüsü falan değil bu anlattıklarım. Hele salt ekonomiye dayalı aristokrasiyi yüceltme hiç değil. Bilgiye, eğitime, kültüre gösterilen saygı bahsettiğim. Beş parasız filozofun önünde ceketinin düğmesini iliklemesi gibi lordun, kontun ve hatta kralın. Örneği Avrupa'dan verişim de ilginç aslında. Bilinçaltı dökümü gibi sanki. Bizden örnek verecek olsam, aşağı yukarı aynı kavramlara denk gelecek şekilde ağadan, paşadan, padişahtan bahsetmem gerekirdi. "Padişah bir gün bir ermişle konuşurken..." diye başlayan rivayetler çok var ama o padişahın kim olduğu, hangisi olduğu hiç bilinmediğinden, bizden böyle tevazu içeren örnek verilemeyeceğine kanaat getirmişim demek ki. Gerçi kaç tane lordla oturup rom içmişliğim var ki sanki, bilge karşısında eğilebileceklerini düşünüyorum? Lordla da rom içilmez ayrıca, içsen içsen şarap içersin. Rom, daha çok denizcilerin işidir ve tamamen içimdeki avamı ortaya koymuştur.
On iki yılda geldiği nokta böyle bir şey işte ülkenin. Memleketin dört bir yanını betona çevirip sanatı, kültürü, edebiyatı toptan yok etmeye çalışan zihniyetin oluşturduğu toplum modeli böyle ucube bir şey işte. Estetikten, nezaketten, zarafetten, incelikten, letafetten uzak, kaba saba bir hayatın içinde savrulup duruyoruz bu insanlar arasında.
Cahiline de cühelasına da bir kez daha sövüp oturdum çay bahçesine. Bu gidişle 20 sene sonra mahallede yanlış yere park eden otomobillerin sileceklerini kaldırıp her boka söylenen huysuz ihtiyar ben olacağım. Memlekete bak, ne hale getirdi beni. Çay söyledikten sonra çıkardım telefonu, âdet olduğu üzere önce sözlük ardından Twitter turu yaptım. Bir saat kadar oturduktan sonra da daha büyük bir keyifsizlikle kalkıp eve dönmek üzere yola koyuldum. Canım nasıl sıkılmışsa, dönüşte yine kapının önünde gördüğüm bijuterici sarışın fıstığın nefis kalçaları bile çekici gelmedi, bakmadan devam ettim.
Bir insan pazar gününü nasıl tamamlamalı? Her zaman iç geçirerek baktığı sarışın fıstığın kalçalarını bile çekici bulmayacak kadar keyfi kaçmış tamamlamalı belli ki...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder