ANA SAYFA

27 Şubat 2016 Cumartesi

27 Mart 1994 Yerel Seçimleri

(Ekşi Sözlük’te 5 Ağustos 2014 tarihinde aynı başlığa yazdığım bir entry. Benzer bir konuda farklı bir başlıkta yazdığım entry’i desteklemek ve kısaca bilgi vermek amacıyla kaleme aldığım bu yazı, 94 yerel seçimlerinin küçük bir kesitini yansıtmaktadır. Yazıda yer alan tüm bilgileri -iki seçim sonucu hariç- hafızamdan yararlanarak yazdım, herhangi bir araştırmaya girmedim. Entry’i sözlük’ten sildiğim için, o ilk halini olduğu gibi buraya aktarıyorum. Ancak 94 yerel seçimleri, Ankara seçimlerini de konuya dahil etmeden analiz edilemez bana göre. Bunun dışında, seçim sonuçları ve sonrasına dair doğru bir analiz yapabilmek ve bugünü anlayabilmek için, ta 1923-1950 arasını ve 1950 seçimlerini de incelemek gerektiğini düşünüyorum. Aşağıda özet olarak paylaştığım yazı, daha sonra kesinlikle genişletilerek tekrar değerlendirilmeli. Bunu yapana dek, “ham hali” dediğim orijinal entry’i “hafıza” oluşturması için aktarıyorum buraya)

Nüfusa oranlandığında %10, taş çatlasın %15'lik bir orana tekabül eden milli görüşçülerin, ülkenin bütün hâkimiyetini ele geçirmelerine neden olan kırılma noktası.

Dönemin Refah Partisi’nin genel başkanı Necmettin Erbakan’ın, "Kadayıfın altı kızardı", "Milli görüş iktidara gelecek ama bakalım kanlı mı olacak kansız mı" gibi sözleri Türk siyasi tarihine geçti bu dönemde.

İstanbul’da SHP’li Nurettin Sözen dönemiydi. İSKİ’nin başında Ergun Göknel bulunuyordu. Bir yolsuzluk dosyası patlamıştı. (bkz: İSKİ skandalı)

Uzan’lara ait Star TV’de Ahmet Altan ve Neşe Düzel, "Kırmızı Koltuk" adlı bir tartışma programı sunuyordu. Programa, Sözen konuk olmuş ama daha sonra sunucuların üstlendiği tetikçilik görevine tepki göstererek sunucularla kavga etmişti. Sözen, programa daha fazla devam edemeyeceğini söyledi ve bu program o tarihte yayınlanmadı. Star TV (o zamanki adı Star1 idi), bu programı seçime az bir zaman kala sebepsizce yayınlamaya başladı. Nurettin Sözen’i hedef tahtasına koyan kanal, birkaç gün üst üste Sözen’in o sinirli görüntülerini verdi.

SHP, yerel seçime bu şartlar altında giriyordu.

Başkanlık yarışının, ANAP’ın adayı İlhan Kesici ile SHP’nin adayı Zülfü Livaneli arasında geçeceği düşünülüyordu. Tüm tartışma programlarında bu iki aday vardı. Refah Partisi ya da diğer tanımla milli görüşçüler, o yıllarda pek de ciddiye alınmıyorlardı oran olarak.

İstanbul medyası, seçime 1-2 ay kala inanılmaz bir biçimde Livaneli’ye saldırmaya başladı. Hatta Livaneli’nin o yıllarda köşe yazdığı Sabah gazetesi de dâhil. Saldırı için kullanılan malzemelerin bir kısmı gerçekten komik, bir kısmıysa gerçekten ahlâksızcaydı. Kaynağının nereden çıktığı belli olmayan bir şekilde "Livaneli, Türk bayrağı yakmış" iddiası düştü gündeme. Livaneli’ye, "Bayrak yakmadığını ispatla" çağrıları yapıldı. Hiç kimse, iddianın ispatını sormuyordu. Livaneli, bayrak yakmadığını ispatladı! (İspat şöyle oldu: Livaneli, hani şu bizim iş başvuruları vs için aldığımız sicil kağıdı gibi bir belge için adliyeye gitti. Kendisine "Sicilinde bayrak yaktığına dair bir bilgi bulunmamaktadır" gibisinden bir kâğıt verildi. Tabii bu "aklanma" medyada görmezden gelindi). Livaneli’ye dair bir diğer iddia ise Türk askerine it dediği yolundaydı. Dayanak olarak ise Şarkışla türküsünde geçen "Uzatmalı itin biri Yusuf’u gafletle vurmuş" sözleri gösterildi.

Livaneli’ye yapılan saldırılar, daha sonra "şok belge"lerle devam etti. Her gün gazetelerde "şok belge 1", "şok belge 2" şeklinde yayınlar yer aldı. Livaneli, Aktüel adlı dergide "Barbarları Beklerken" adlı köşede anılarını yazıyordu uzun zamandır. O yıllarda Aktüel dergisini her hafta satın alma sebebim olan bu anılardı işte o "şok belge" olarak yayınlananlar.

Yanlış anımsamıyorsam Show TV’de, adayları tek tek konuk eden bir kadın vardı. Aday koltukta oturur, hanım kızımız başında dikilir ve sorular sorardı. Livaneli’yi sıkıştırmaya çalıştıkları bir konu da; "Hmm.. Sizin de bir gözünüz tam görmüyormuş galibaaa" şeklinde olmuştu.

Livaneli’ye tüm bunlar yapılırken, İlhan Kesici parlatılmaya çalışılıyordu aynı medyada. Sabah’ın yazarı Hıncal Uluç’un deli gibi Bedrettin Dalan propagandası yaptığını hatırlıyorum sadece. Uluç, Livaneli’ye açıktan saldırmak yerine tatlı tatlı "geçirme" yolunu seçmişti.

Seçimlere tam da böyle bir tabloyla girdi İstanbul. Açılan ilk sandıklarda Kesici ve Livaneli çekişiyordu. Ancak gece yarısını epey geçe, ilk şok dalgası geldi: Refah’ın adayı Recep Tayyip Erdoğan öne geçmişti!

Seçim sonucu açıklandığında, tüm merkez sağ ve merkez sol allak bullak olmuştu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Show TV muhabirinin sokak röportajlarını hatırlıyorum. İstanbul’da büyük çoğunluğun yüzü asıktı. Kendisine bir mikrofon uzatılan taksicinin söylediği cümle ise, Türk halkının hırsıza ve hırsızlığa bakışını açık olarak ortaya koyuyordu: “Yesinler ablacım, bunlar da yesinler. Yesinler ama hizmet yapsınlar." İlk şok atlatıldıktan sonra, işi mizaha vurdu insanlar. Telefonlar "selamün aleyküm" diyerek açılıyor, konuşmalara dini motifler ekleniyor ve gülünüyordu.

Sözümona aydınlar, televizyonlarda seçim sonuçlarını değerlendiriyordu. Onlara göre Erdoğan’ın kazanmasının en önemli nedeni İSKİ skandalı ve hırsızlık idi. Bu teorinin gerçek olmadığı, zaman içinde kanıtlandı bana göre. Zira yığınla SHP’li belediyenin yalnızca bir tanesinin tek bir bölümünde ortaya çıkmış yolsuzluk nedeniyle SHP’yi hırsızlıkla suçlayan halk, bugün en tepedekinden en alttakine kadar hırsızlığı ayyuka çıkmış bir partiye, hakkında yığınla yolsuzluk dosyası bulunan bir başbakana ısrarla oy verebiliyor.


Aynı aydınlarımızın bir diğer ezberi, "Bunlar tepki oyları" idi. Herkes bunu söylüyordu ama neye tepki olduğunu ortaya koyan bir kişi bile çıkmadı. Aynı parti, bir sonraki seçimde oy oranını arttırınca, yine bu aydınlar "Alabilecekleri maksimum oyu aldılar. En güçlü halleri bu kadar. Abartılacak bir şey yok" şarkısını söylemeye başladı. Aziz Nesin’in çok yıllar öncesinde yazdığı Ah Biz Eşekler hikâyesi, tam da bu aydınları anlatıyordu. (bkz:ah biz eşekler/#8135352)

Elbette çöplerden çıkan yanmış oy pusulaları... Günlerce yayın yapıldı televizyonlardan. Seçimlerde bariz hile yapıldığı belliydi. Vahim olan ise, Müslüman geçinen İslamcıların hile yapması değil, bunu ilk olarak 1994 yılında açıkça gören başta sosyal demokratlar olmak üzere diğer muhalefet partilerinin, sonraki seçimlerin hiçbirinde buna önlem almak için kıllarını kıpırdatmamasıydı. Aslan sosyal demokratlar, her seçim sonrası "Ama hile yapıldııııı" şeklinde ağlamaktan başka hiçbir şey yapmadı 20 yıl boyunca.

Gerçek oranları %15'i geçemeyecek bir zihniyetin koca İstanbul ve Ankara’yı ele geçirmesini bir sonraki seçimde çok rahatlıkla engellemek mümkünken, önlem almak yerine sadece izlemekten başka bir şey yapılmadığı için "kırılma noktası" olarak değerlendiriliyor bu seçimler. Yoksa daha 1999'da kurtulmak mümkündü bunlardan.

Seçim sonuçları doğru olarak okunamadı. Aydın diye lanse edilen şarlatanlar, seçim sonrası yaptıkları yorumlarla halkı yanlış yönlendirdi. Özellikle genel iktidarı alan merkez sağ partilerin politikaları, milli görüşçüleri iyice güçlendirdi.

Yalnız burada altının çizilmesi ve es geçilmemesi gereken önemli bir detay var. Yazının en başında, milli görüşçülerin oy oranı bazında ciddiye alınmadığından bahsetmiştim. Bunun nedeni, milli görüşçülerin oy oranının genelde %5'ler seviyesinde dolaşması idi. Peki oy oranları bu kadar düşük olan milli görüş kitlesi, nasıl olmuştu da oylarını birden bire bu kadar arttırabilmişti?

1980 darbesinin ardından kapatılan siyasi partiler arasında, Necmettin Erbakan’ın Milli Selamet Partisi (MSP) de bulunuyordu. Son olarak 1977'de koalisyon ortağı olan MSP'nin oyu %8,5 civarındaydı. Darbeyle beraber Erbakan’a da diğer liderler gibi siyaset yasağı getirilmişti. 1983 yılında yapılan genel seçimle iktidara gelen Turgut Özal, oyların %45'ini almıştı. Kendisi de bir Nakşibendi olan Özal, dinci kadroları da yanına alarak hareket etmişti. Hatta "Takunyalıları meclise doldurdu" ithamları yer alıyordu gazetelerde.

Özal’ın başbakanlığı 1989 yılına kadar sürdü. Bu 6 yıllık sürede tüm dini cemaatler ANAP’a destek veriyordu. 1989'da cumhurbaşkanı olan Özal, başbakanlık koltuğunu Yıldırım Akbulut'a bıraktı. ANAP’ın 1991'de gerçekleştirdiği büyük kongreyi kazanan Mesut Yılmaz, genel başkan olunca ilk olarak dini yapılarla yollarını ayırdı. Bu, milli görüşçülerin ANAP’tan uzaklaşmasına neden oldu. Aynı yıl Necmettin Erbakan’ın da siyasi yasağının kalkması, 91'de yapılan genel seçimlerde Refah Partisi’nin %16 oy almasıyla sonuçlandı. 1993 yılında Özal’ın vefat etmesiyle de, dini yapılar tamamen ANAP’tan ayrılarak Erbakan’ın yanında yer aldı. Bir yıl sonra da yerel seçimler yapıldı zaten.

Şurası da bir gerçek ki, 1991-1994 arasında müthiş bir çalışma içindeydi milli görüşçüler. Özellikle Milli Gençlik Vakfı şubeleriyle gençleri "bedava çay, bedava ping pong" gibi araçlarla bünyelerine çekti (Bu konunun kimi detayları var tabii ama oraya girmiyorum). Gençler ve kadınlar, kapı kapı dolaşarak müthiş bir örgütlenme sağladı.

Tüm bu tablonun acı sonucunu ise hep beraber yaşıyoruz şimdi.


26 Şubat 2016 Cuma

Can Dündar ve Erdem Gül'ün tahliyesi kazanım mı?

Dün akşam sürpriz bir kararla, üç aydır Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan Can Dündar ve Erdem Gül’ün tahliye edileceği haberi düştü gündeme. Allah biliyor ya, tahliye edileceklerine pek de inancım yoktu. Ancak kararın duyulmasıyla birlikte arabaya atlayıp cezaevinin yolunu tuttum; tıpkı üç ay önce tutuklu olarak getirildikleri gece gibi.

Erdem ve Gül’ün içeri alındığı gece, gazetecilerden başka kimse yoktu cezaevi önünde. Birkaç gazeteci ve üç arkadaşımla birlikte ben. Dün gece de benzer bir şey olur diye düşünüyordum. Cumhuriyet gazetesi çalışanlarının Twitter’dan “Araçlara doluştuk. Arkadaşımızı almaya gidiyoruz” duyurusu bir nebze rahatlattı.

Saat 21.00 sularında cezaevinin önündeydim. Çok sayıda gazeteci benden önce gelmiş, bekliyordu. Gazetecilerin dışında “yurttaş” diyebileceğim, benim dışımda birkaç kişi gördüm. İlerleyen saatlerde Cumhuriyet çalışanları ve diğer gazeteciler de geldiler. Ve yavaş yavaş yurttaşlar da… Gece boyunca aralıklarla cezaevi önündeki durumu, görüntüleri vs paylaştım Twitter’da. Onca usta habercinin olduğu bir ortamda “haberci” refleksiyle değil de, daha çok yurttaş gözüyle kısa kısa bilgi geçmeyi tercih ettim. Onun dışında ortamı gözledim, orada bekleyenlerle sohbet ettim. Zaten asıl anlatmak istediğim kısmı da burası. Zira tahliyelere dair haberleri, hatta cezaevi önündeki görüntüleri detaylı bir şekilde okuyup izlediniz.

“Yalnız değildir!”
Dündar ve Gül’ün tutuklandıkları gece sosyal medyadan tepki yağmıştı. Twitter’da “#CanDündarErdemGülYalnızDeğildir” tag’i, gündemin birinci sırasındaydı. İlerleyen günlerde Mete Akyol’un başlattığı Umut Nöbeti hayli ses getirmiş, birçok gazeteci, sivil toplum kuruluşu temsilcileri vs cezaevi önüne giderek Umut Nöbeti tuttuklarını gösteren fotoğrafları paylaşmıştı sosyal medyada. Görünüşe göre Dündar ve Gül, yalnız bırakılmıyordu!

Umut Nöbeti’yle ilgili olarak geçtiğimiz günlerde “Sadece gelip fotoğraf çektiriyorlar ve gidiyorlar” temalı bir haber çıktı yandaş Bugün gazetesinde. İşin aslı, bu haberden çok önce benzer bir şeyi ben de duydum. Silivri Cezaevi’ne yakın bir yerde oturan arkadaşım, sırf merak ettiği için birkaç gece arabasıyla cezaevine çıktığını, ancak nöbet tutan kimse görmediğini söylemişti. Dün gece cezaevi önünde bekleyen kitleye baktığımda, bu iddianın çok da asılsız olmadığını düşündüm.

Dün gece cezaevi önünde bekleyen kitlenin çok büyük çoğunluğunu; gazeteciler, Dündar ve Gül’ün ailesi, yakınları oluşturuyordu. Bunun dışında Silivri’den, Avcılar’dan, Büyükçekmece’den az sayıda yurttaş vardı gelen. Bir de gece yarısından sonra Çankaya Belediyesi’ne ait bir minibüsle birkaç kişi geldi cezaevine. Silivri’den gelenler de, görüp öğrenebildiğim kadarıyla; Silivri’nin CHP’li Belediye Başkanı, birkaç CHP’li belediye meclis üyesi, Silivri CHP İlçe Başkanı, birkaç parti yöneticisi, Kadın Kolları Başkanı, Gençlik Kolları Başkanı ve yönetimden yine birkaç kişiyle, toplamda 20 kişiyi geçmeyen bir grup. Silivri ÖDP’den birkaç kişi, Silivri Eğitim Sen’den birkaç kişi ve Silivrili birkaç yurttaş. Bu grubu toplasak, en fazla 20 kişi etmez bile. Avcılar CHP’den 6-7 kişi geldiğini öğrendim. Silivri yerel basını ise hiç yok ortada. Yani bu kitlenin tamamını toplasak 60-70 kişi anca ediyor, hadi taş çatlasın 80 olsun. Silivri’nin merkez nüfusu 100 bin civarındaymış ve CHP’nin kalesi olarak bilinen bir yer. Belediye de CHP’li. Ancak bırakın çevre il veya ilçeleri (ki çevre iller beklentisi zaten gereğinden fazla iddialı olur), Silivri’nin merkezinden gelenlerin sayısı bile 100 kişi etmiyor. Tabii burada haksızlık da etmemek adına bir bilgiyi paylaşmam gerek: Cezaevi, Silivri merkezden birkaç kilometre uzakta, saat itibariyle toplu taşımanın olmadığı, ancak özel araçla gidilebilecek bir yer. Buna rağmen belediyenin ve partinin kısa süreli bir organizasyonla en az 2-3 otobüs ayarlaması işten bile değil. Kaldı ki 100 binin üzerinde nüfusu olan Silivri’de özel araç sahibi olanların sayısı 8-10 kişi olmasa gerek? Kısacası, gazetecilerle aile ve aile yakınlarını saymazsak, bir avuç insan vardı Silivri Cezaevi’nin önünde. Oysa sosyal medyada “Can Dündar ve Erdem Gül Yalnız Değildir” diye bağırıyorduk hep beraber.

Bu kadar önemli mi?
Tam burada bu soru sorulabilir sanıyorum. Türkiye’de bunca gazeteci tutuklu yatarken, sadece Can Dündar ve Erdem Gül için bu kadar kıyamet koparılmasını doğru bulmayanlar olduğu gibi, Dündar ve Gül’ün tahliyelerinde cezaevi önünde bulunmayı gerekli görmeyenler de var. Doğru, Dündar ve Gül’ün dışında çok sayıda gazeteci var haksız, hukuksuz bir şekilde cezaevine atılan. Bu iki ismi ön plana çıkaran sebepler malum, onları tekrar tartışmaya gerek duymuyorum. Ancak öte yandan özellikle Can Dündar, Saray’ın savaşındaki en önemli simge isim. Çünkü bugün Türkiye’de yaşanan şey sadece bir hukuksuzluk, basına sansür meselesi değil. Erdoğan’ın, tüm muhalif kesimlere karşı yürüttüğü çok şiddetli bir savaşı yaşıyor Türkiye. Hemen hepimizin her gün söylediği ve belki de söyleyerek sıradanlaştırdığı, toplumun tüm kesimlerini sindirmek, korkutmak, yıldırmak, baskılayarak teslim almak üzerine kurulu açık bir faşizmi yaşıyoruz bir süredir. Buna direnebilmenin, karşı koymanın en büyük yolu da, hiç kuşkusuz ki ama’sız, fakat’sız, lakin’siz dayanışmadan geçiyor. İşte, Can Dündar da bu anlamda bu savaşın ve dayanışmanın simge isimlerinden biriydi. O gece orada, cezaevinin önünde olmak, toplumu yıldırmak için 13 yaşındaki bir çocuğa bile hakaret davası açmaktan geri durmayan diktatöre karşı “Korkmuyoruz, yılmıyoruz, sayımız hiç de az değil” mesajı vermek demekti. Psikolojik savaş, tam da böyle bir şey çünkü. Dündar ve Gül’ün az sayıda kişi tarafından karşılandığı görüntülerin ekranlarda dönmesiyle, coşkulu bir kalabalık tarafından karşılandıkları görüntülerin izletilmesi, o bahsettiğim psikolojik savaşta önemli bir stratejidir.

Oysa uzunca bir süredir söylediğim gibi, bu toplumun dinamikleri neredeyse bitmiş durumda. Korkuyu, sinmeyi falan geçtim artık; tamamen bir yılmışlık, boş vermişlik, umursamama ve daha da kötüsü kabullenme hali var toplumun genelinde. Memleketin yanışını cips yiyip içki içerek izleyen geniş bir halk yığınından bahsediyorum. Sanki ülke bir iç savaşa sürüklenmiyormuş gibi, sanki laik rejimin sonuna her geçen gün yaklaşılmıyormuş gibi, gayet umursamazca televizyon dizileri izleyen, tek derdi hafta sonu eğlencesi olan, en büyük sohbet konusunu kadın erkek ilişkilerinin oluşturduğu, tüm refleksleri alınmış ve duyarlılığı iğdiş edilmiş milyonlarca insan… Ve biz ne yaparsak ne yapalım, gırtlağımız patlayana dek bağırsak da, yazıp çizerek sesimizi duyurmaya çalışsak da, en ufak bir kıpırtı sağlayamıyoruz bu kitlede.

Bu bir kazanım mı?
Sanırım önemli sorulardan biri de bu. Özellikle cezaevi önünde yaptığım sohbetlerde, sendikalı veya partili partisiz yurttaşlarda gördüğüm, bu tahliyelerin çok önemli bir kazanım olduğu, verilen bir mücadelenin sonuç getirdiği yönünde. Adalete ve demokrasiye dair inanç veya umut adına sevindirici bir gelişme gibi görünse de, bana göre çok ciddi tehlikeler barındıran bir görüş bu. 17-25 Aralık süreci sonrası açıkça rafa kaldırılan demokrasi ve adalet gibi kavramlar, yine açıkça ilan edilen dikta yönetimi arasında bir parça nefes aldırmış olsa da Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) bu kararı, bunu muhalif kesimlerin mücadelesine bağlamak kendimizi kandırmaktan başka bir şey olmaz.

Gazete okuyup gündemi takip edenler, AKP içinde bir süredir yaşanan çatırdamadan haberdardır elbette. Bilhassa Abdullah Gül ve Bülent Arınç’ın çıkışları, kısa gelecekte çok büyük sürprizlerle karşılaşabileceğimizin sinyallerini veriyor gibi. Gül ile Erdoğan arasındaki kopuşun da net olarak ortaya çıktığını hatırlatmama gerek var mı, bilmiyorum. Dündar ve Gül’ün tahliyelerini de bu kopuşu göz önünde bulundurmadan değerlendirmek mümkün değildir. AYM’nin toplam 17 üyesinden 10’u Abdullah Gül, 3’ü TBMM, 3’ü Ahmet Necdet Sezer tarafından atanırken, Erdoğan’ın seçtiği üye sayısı ise sadece bir. AYM kararında Gül’ün seçtiği isimlerin belirleyici olduğunu da yine haberlerde okuduk. Dolayısıyla söz konusu tahliyelerin AKP içindeki ayrışmanın, Erdoğan-Gül geriliminin sonucu olduğunu görmek için çok üstün bir yetenek gerekmiyor. Eğer böyle kopma olmasaydı AKP içinde, adı geçen gazetecilerin tutuklulukları devam ediyor olacaktı belki de.

Tehlike olarak gördüğüm şey de tam burada başlıyor işte. Geçen yerel seçim sürecinde AKP ile cemaat arasında yaşanan kavga, havada uçuşan ses kayıtları, yolsuzluk iddiaları… Daha sonra ortaya çıkan Fuat Avni’nin “Kaybedeceksin” çığlıkları… Bir süredir AKP içinde yaşanan gerilim… Bugün de Türk basınında yer alan bir haber: ABD’li gazeteci Mike Whitney, Washington yönetiminin Erdoğan’a bir darbe girişiminde bulunacağını yazdı…. Tüm bu saydığım gelişmeleri, “Ay hadi inşallah” nidaları eşliğinde, koltuğumuzda sevinçle zıplayarak izledik ve izlemeye devam ediyoruz. Yani AKP’ye ve Erdoğan’a muhalif kesim, diktatörden kurtulma ümidini kendisinin dışındaki bir iradede görüyor. Ancak cemaatle kavga edilirse, ancak AKP kendi içinde çatırdarsa, ancak ABD bir darbe yaparsa kurtulabileceğiz diktatörümüzden. Peki, bu tabloda muhalif kesim nerede? Onlar bu tablonun içinde değiller; tıpkı bir sanat galerisinde gibi, ellerindeki likörü yudumlayarak gevşek kahkahalar içinde izliyorlar tabloyu. Tehlike tam olarak bu. İçinde bulunduğu kötü durumdan kurtulma ümidini ve gücünü kendinde değil de, yine rakiplerinin kendi içindeki kavgada gören bir toplum yapısı, her anlamda tehlikelidir. Rehavete kapılmak bir yana, artık kendisinden hiçbir halt olmayacağını kabullenmiş ve kaderini yine düşmanın insafına bırakıyor demektir. Bu kadar uyuşmuş, bu kadar bitmiş, bu kadar çaresiz bir halkla bir ülkenin kurtulması mümkün mü?

Can Dündar ve Erdem Gül’ün tahliyelerini bir yandan sevindirici bulurken, diğer yandan bir kazanım olarak görmüyorum bu sebeple. Biz, ne gazetecilerimize sahip çıkabildik, ne bireysel özgürlüklerimize sahip çıkabildik, ne de ülkemize sahip çıkabildik. Bir avuç insanın inatla yürüttüğü, ancak ya sesini duyuramadığı ya da duyursa bile kimsenin desteklemediği bir mücadele var ortada, ancak hiçbir şey için yeterli değil bu. Eğer, Türkiye’nin en köklü gazetesinin başındaki kişi, gözlerimizin önünde olanca hukuksuzluk içinde ve tamamen keyfi olarak götürülüp cezaevine tıkılmışsa, biz buna izin verebilmişsek, bizim dışımızdaki bir iradenin sonucuyla tahliye edilmelerini kazanım olarak görmek, budalalıktan başka bir şey değil. Eğer kendimizi bu yalanla kandırırsak, zaten varla yok arası süren bir avuç insanın verdiği mücadeleyi büyütmek mümkün olmaz. Böylesi bir savaşta “yeterlilik” duygusuna kapılmak, büyük bir yenilginin kaçınılmaz olacağı anlamına gelir.

Ne yapmak gerektiği kısmıyla ilgili olaraksa hiçbir önerim yok. Mevcut koşullarda bir şey yapması gerektiğini düşünmek yerine bireysel eğlencesine devam eden bir topluma bir öneride bulunmaya gerek duymuyorum. Hak ettiğini yaşayacak toplum, hepsi bu.

22 Şubat 2016 Pazartesi

Hayata dair iç burkan detaylar

Okuduğum ilkokul, ilçenin o dönem için en lüks sitelerinin tam karşısında bulunan, genelde zengin ailelerle bizim gibi orta halli ve biraz altında ailelerin çocuklarının gittiği bir okuldu. Ancak şehrin diğer tarafındaki boş araziye yeni yeni yapılmaya başlanan gecekondular da vardı. Tamamı Kürtlerden oluşan bu bölgede yaşayan çocuklar da mecburen bizim okula yazdırılmıştı ve bu durum, zengin aileleri çok rahatsız ediyordu. Okul müdürüne, hatta kaymakama kadar çıktılar bu çocukların başka bir okula verilmesi için. Ama yapacak bir şey yoktu, o bölgeye yakın tek okul bizimkiydi.

Yaşadıkları bölge, gecekondulaşmaya başlamadan önce tamamen boş bir araziden oluşan bir yerdi. Yol yoktu, asfalt yoktu, araç yoktu. Bu çocuklar, topluca çıkıp birkaç kilometre yürüyerek geliyorlardı okula. O dönem okulumuz tek öğretimdi; sabahçı – öğlenci ayrımı yoktu. Sabah okula giderdik, üç dersten sonra öğle arası verildiğinde yemek için eve gelir, öğleden sonra tekrar okula dönerdik. Onlarsa okulda kalırdı mecburen ve evden getirdikleri yemekleri yerdi.

Bu çocuklardan biri de bizim sınıftaydı. Farklıydı bizden. Sözümona çocuklar arasındaki ekonomik farkı kapatıp hepimizi tektipleştiren o önlüğünden bile lime lime yoksulluk akıyordu; çamurlu ayakkabılarından, eskimiş pantolonundan, her şeyinden yoksulluk akıyordu. Esmerdi ama bizden farklı bir esmerdi. Benimki gibi değildi mesela, başka bir esmerlik. Yüzü de bize benzemiyordu. Hele konuşması… Türkçeyi bizim gibi değil, çok “kaba” konuşuyordu, hatta tam olarak konuşamıyordu bile.

Tam Türkçe bir ismi vardı ama onun yerine Rohat diye bahsedeceğim kendisinden. Çok da fazla ipucu vermek istemiyorum. Rohat, birinci sınıftan başlayıp beşinci sınıftan mezun olana kadar hep en arka sırada oturdu. Hep ama… Sosyal sınıf ayrılıklarımızı aslında daha küçük bir çocukken ayırt edebiliyor, yerimizi en başından kabulleniyoruz. Rohat da kabullenmişti henüz yedi yaşındayken.

Ben, daha okulun ilk günü sınıf birincisi olarak başlamıştım. Sınıfın zeki, çalışkan, akıllı, sevilen çocuğuydum. Okula başlamadan önce öğrenmiştim okumayı. Sınıf atlatıp doğrudan ikinci sınıftan başlatılmam önerisini annem kabul etmediği için, ilk seneyi derste hikâye kitapları okuyarak geçirdim. Sınıfın örnek ve “popüler” çocuğu…

Teneffüslerde genelde futbol maçı yapardık. Kızların ne yaptığını hatırlamıyorum. Rohat ve diğer Kürtler, bizim oyunlarımıza dâhil olmazdı. Yedek oyuncu olarak bile dâhil olmazdı. Onlar birbirleriyle buluşur, kendi aralarında oynarlardı hep. Gruplaşmalar, sınıf ayrımları, daha çocuk yaşta kendi kendimize öğrendiğimiz şeyler işte.

Sadece dışlanmakla kalmadı sınıfta, çok da horlandı. Sınıfın çocukları, herhangi bir bahaneyle döverdi onu. Bu dövmeler çoğunlukla topluca olur, Rohat’ı aralarına alarak üzerine çullanırlardı hiç acımadan. Neden dövdüklerini kendileri bile bilmiyordu büyük ihtimalle. Farklıydı, zayıftı, güçsüzdü, fakirdi, daha da ezilmeliydi. Zayıflığı ve güçsüzlüğü fiziğiyle ilgili değildi. Tam tersine, fizik olarak çoğumuzdan yapılı bile sayılırdı hatta. Sosyal ve ekonomik bir zayıflık ve güçsüzlüktü onunki.

İkinci sınıftayız. Hava soğuk olduğu için teneffüsü sınıfta yapıyoruz. Genelde kitap okurdum dışarıda maç yapmayacaksak. Sıramda oturmuş kitabı okurken, tahtanın önünde yükselen sesler dikkatimi çekti ve kafamı kaldırdım. Sekiz on kadar çocuk, Rohat’ı aralarına almış tekmeliyordu. Yere düşmemek için epey direndi Rohat. Tekmeler, yumruklar… Canı çok yanıyordu, görüyordum. O kalabalığın arasında, yere düşmeden önce son kez gördüm yüzünü. Aldığı darbeden nasıl yanmışsa canı, gözlerini kapatıp ağzını açmıştı çığlık atar gibi ama ilginç bir şekilde hiç sesi çıkmıyordu. Hafızama kazındı bu görüntü. Onca tekme ve yumruğa daha fazla dayanamayıp yere düştü Rohat. Düşüşünü gördüm. Sonra o yerdeyken onu acımadan tekmeleyen arkadaşlarımın yüzündeki hınç ifadesini de gördüm. Gözlerim doldu, daha fazla dayanamayıp ağlamaya başladım. Önce içimi çeke çeke, sonra hıçkıra hıçkıra ağladım sıramda.

Rohat’ın Kürt olduğu için dayak yediğini biliyordum. Yoksul, alt tabakadan, farklı, yalnızdı. Bu yüzden dövüyordu onu çocuklar. Çocukların hep masum ve iyi varlıklar olduğuna inanırız ama hiç öyle değillerdir aslında. Çocuk kısmı çok zalimdir. Zayıfı, farklıyı, aşağı olanı anında ayırt edebilir ve acımasızca yüklenirler üzerine.

Yokluğun, yoksulluğun ne demek olduğunu biliyordum. Rohat’la aramızda kimi benzerlikler vardı. Ancak o, sadece dış görünüşü ve konuşmasıyla bile ele veriyordu kendini. Bense, dışarıdan bakıldığında döven çocuklara benziyor, gerçekteyse “öteki” kimliğini taşıyordum.

Yerimden kalkıp aralarına girsem, belki Rohat’ın daha fazla dayak yemesini önleyebilirdim. Çünkü ben “onlardan”dım ve sözümü dinlerlerdi. Yapamadım. Yapamadığım için ağlıyordum zaten biraz da. O çocuğun horlanmasına, dışlanmasına, ezilmesine, dayak yemesine el vermedi yüreğim, ama başka da bir şey yapamıyordum. Onun o hali parça parça ediyordu yüreğimi, ağlıyordum.

Onu tekmeleyen arkadaşlardan biri, nasıl olduysa gördü ağladığımı. Şaşırmış bir şekilde yanıma geldi.

- Keysi ne oldu?
+ …
- Neden ağlıyorsun?
+ ….

Evet, çocuk kısmı bir yandan çok acımasızdı ama, bir yönüyle de merhametliydi işte. Rohat’ı hiç acımadan döven Ali, ben ağladığım için hemen yanıma gelmişti destek olmak için. Bu sahnede ilginç olan, Ali de benim gibi Aleviydi. Birbirimizin Alevi olduğunu çooook yıllar sonra öğrenecektik. Bugün düşünüce, çok trajik bir sahne aslında. Bir azınlık, bir başka azınlığı, kendi azınlık kimliğinden bihaber şekilde döverken, bir başka azınlık, o azınlığın haline ağlıyor…

Ali’ye cevap veremedim. Neden ağladığımı söyleyemedim. Ali başımda dikiliyor, neden ağladığımı anlamaya çalışıyor, sorular soruyor, ben verecek cevap bulamadığımdan çaresizce ağlıyordum. Bunu yıllarca düşündüm. O gün neden yerimden kalkıp Rohat’ı koruyamadığımı, neden onu kurtaramadığımı, neden Ali’ye cevap veremediğimi yıllarca düşündüm. Cevabı bulduğumda, yaşım hayli ilerlemişti. O gün hiçbir şey yapamayışımın tek bir nedeni vardı: Dışlanma korkusu! Çünkü Rohat’a acırsam, ondan yana saf tutarsam, onu korursam, diğer çocuklar tarafından alaya alınabilir, dalga geçilebilirdim. Çocuktum ve çocukların ne kadar acımasız olabileceğini ayrımsayabiliyordum.

Öğle arasında, ağlamaktan şişmiş gözlerimle gittim eve. Beni o halde gören annem panikle ne olduğunu sordu. Hayattaki en büyük sırdaşım, sohbet arkadaşımdı annem; hâlâ da öyledir. O ilkokul mezunu kadındaki pedagoji bilgisi, bugün benim diyen üniversite mezununda yoktur. Tüm imkânsızlıklara rağmen üç çocuğunu da mükemmel bir şekilde yetiştirmeyi başardı o kadın (Ben süper bir hıyar oldum ayrı dava ama bunun annemle ilgisi yok. Genetik olabilir veya başka etkenler. İki kız kardeşimi referans verebilirim bu konuda). Ağlaya ağlaya anlattım anneme. Annem zaten Rohat’ı biliyordu, sık sık anlatıyordum evde. Neden bir şey yapmadığımı sordu. Ona da cevap veremedim. Annem de çok üzülüyordu Rohat için. Onu hiç görmemişti ama, anlattıklarımdan biliyordu. Rohat’ın annesi hastaydı; kanser gibi bir şey. O kadın, o hasta haliyle Rohat’ı ve kardeşlerini elin günün içine çıkarabilmek, okutmak için uğraşıyordu. Rohat’ın kardeşi de kız kardeşimin sınıfındaydı.

Yoksulluklarını şöyle anlatabilirim belki: Bir gün okula geldi Rohat. Saçları sıfıra vurulmuş gibi ama nasıl desem… Tam sıfır da değil, tuhaf bir şekil. Yer yer seyrek, yer yer gür. Ben anladım neden öyle olduğunu. Diğer çocuklar dalga geçmeye başladı. Her zamanki gibi gülüp aşağılıyorlardı Rohat’ı. Ben onun gözlerinde hiç öfke görmedim. Gördüğüm, sadece utanç duygusu oldu hep. Rohat, daha çocuk yaştan itibaren utanmayı öğrenmişti bu hayattan. O gün de utandı, bir şey söyleyemedi. Kafasını eğerdi ve ağlamaklı olurdu hep. Yanına gittim. “Benim de saçlarımı annem kesiyor paramız olmayınca” dedim. Hayretle kaldırdı kafasını ve baktı bana. Aslında yalan söylemiştim. Doğru, evde yiyecek bir şey olmadığından çaya ekmek batırıp okula gidecek kadar yoksulluk çektik ama saçlarım hep berberde kesildi. Onun daha fazla ağlamasını istemedim sadece; kendisini yalnız hissetmesini…

Mezun olduktan sonra epey bir süre görmedim Rohat’ı. Çok zaman sonra ilk kez gördüğümde, 20-22 yaşlarındaydık. Sahilde seyyar bir arabada mısır satıyordu. Onu görünce çok sevindim, yanına gittim. Mahcup bir tebessüm vardı yüzünde. Gözlerime fazla bakamadan verdi mısırı. Aşağı yukarı yine o tarihlerde sahilde sevgilimle geziyorduk bir gün.

- Bak mısırcı var. Alalım mı?
+ Olur.

Rohat’tı. Yanına gittik. Sevgilimle tanıştırdım onu. İlkokul arkadaşım olduğunu söyledim. Yine yüzümüze bakmadı. Aynı mahcup ifade. Nedenini bir süre sonra öğrendim. Kardeşi bakıyordu bir gün arabaya. Rohat’ı sordum.

- Abi, o senden utanıyor.
+ Neden ki???
- Utanıyor işte.
+ E, o arkadaşım benim???

Değildi aslında. Biz hiçbir zaman arkadaş olamamıştık. Ben, her ne kadar onu hiç dövmesem de, o gruba katılmasam da, hatta yer yer sohbet etsem de, onu dövenlerin grubundaydım. Ben ona sadece acıyor, onun için üzülüyordum. Ama hiçbir zaman gerçekten yanında olamadım.

Otuzlu yaşlarımızın başlarında tekrar gördüm onu. Bu kez benimle konuşuyordu. O ezik, o özgüvensiz, o mahcup tavırları gitmişti. Daha da doğrusu, bundan utanmamayı öğrenmişti. Kendi gerçeğini kabullenmişti belki de ve bu yüzden daha rahat konuşuyordu benimle. Yine mısır satarken tabii. Ancak bu kez de ben bakamıyordum onun yüzüne. Aklıma hep o dayak yediği günler geliyor, ona yardımcı olamadığım, onu o durumdan kurtarmadığım için utanıyordum, bakamıyordum yüzüne. O unutmuş gibiydi aslında olanları ama ben unutamadım. Esasen onun da unutmasına imkân yoku. Bütün yaşamını tümden etkileyecek bir aşağılanmanın, horlanmanın, ezilmenin nesi, nasıl unutulabilirdi ki? Onun dayak yiyişine seyirci kalmanın utancını uzun süre yaşadım.

Bu akşam tekrar gördüm onu. Yine mısır arabasındaydı. Yanında da 10-12 yaşlarında bir çocuk.

- Abi n’aber?
+ Oo Keysi… İyilik. Senden n’aber?
- İyi abi, n’olsun. Senin oğlan mı?
+ Sahibi yoksa bizim işte.
- Allah bağışlasın.
+ Sağ ol. Sende var mı?
- Yok. Ben hiç evlenmedim.
+ Hayırlısı…

Yüzüne baktım. Artık ikimiz de kırk yaşına dayanmış, saçı sakalı ağartmıştık. Ben normalde de yaşımdan genç gösteririm, o beyaz sakalları kestiğimde tabii. Ama o, benden 10-15 yaş büyük duruyordu. Hayat hiç adil davranmamıştı.

- Rohat.
+ Efendim?
- Mmm… Evladım, sen şöyle kenarda oynasana biraz. Babanla konuşacağız biz.

Elindeki maşayı arabanın kenarına ciddiyetle asan Rohat, tuhaf bir şekilde baktı bana.

- Rohat…

Sessizce ama çok dikkatli baktı gözlerime.

- Beni affet…
+ …
- Ben… aslında… isteseydim…

Boğazım düğümlendi. Konuşamadım daha fazla. Kafasını denize doğru çevirip ufka baktı. Anlamıştı. Hiç gereği yokken belki de, yaralarını kaşımıştım. İkimiz de o günlere geri döndük. O, dişlerini sıkıp derin nefes alarak kaldırdığı kafasıyla uzaklara bakmayı sürdürürken, ben şıpır şıpır akan yaşlarımı saklayamadan eğmeye başladım kafamı önüme.

- Özür dilerim kardeşim... Çocuktum…

Tam arkamı dönüp gitmeye yeltenirken,

- Keysi!

Durdum olduğum yerde. Döndüm.

- Biliyorum… O zaman da biliyordum…

Sarıldık birbirimize. İçimden çok şey söylemek geçiyor, hiçbir şey söyleyemiyordum. Otuz sene önceki gibi ağlıyordum çaresizlikle. Hiçbir şeyi geri getiremezdim artık. Benim sarılışımda bir özür, onunkinde teselli vardı.

Son olarak birbirimizin kollarından tutup bakıştık.

- Şev baş bremın
+ Şev baş Keysi… şev baş…


(Ekşi Sözlük'te 2015 yaz döneminde "hayata dair iç burkan detaylar" başlığına yazdığım entry'i, aynı başlıkla taşıdım buraya.) 

10 Şubat 2016 Çarşamba

Barış mı dediniz?

Kulağa sevimli gelen, sanırım büyük çoğunluk tarafından da “dünyanın en güzel sözcükleri” şeklinde nitelenen, oysa özünde negatif bir durumu anlatan ve belki biraz da bundan ötürü sevmediğim iki sözcük var: Umut ve barış!

Umut, kötü giden bir şeyin iyileşeceğine, düzeleceğine dair inancın adıdır ve aslında kişinin kötü bir durumda olduğunu bildirir. Tıpkı barış gibi.

Aralarında hiçbir husumet olmamış, hiçbir kavga yaşanmamış, hiçbir küslük meydana gelmemiş kişiler için barış kavramından söz edildiğini duydunuz mu? Barış, öncesinde yaşanan bir savaş halini, çatışmayı, kavgayı, husumeti anlatır. Barış, umudun gerçekleşmiş halidir; bir savaşın, kötülüğün son bulduğu noktanın başlangıcı…

Böyle bakıldığında iyi bir şeymiş gibi görünen bu iki sözcüğü sevmeyişim tuhaf veya anlaşılmaz görünebilir belki ilk başta. Umuda dair olan düşüncemi Nietzsche çok net bir şekilde özetliyor: “Umut en büyük kötülüktür, çünkü işkenceyi uzatır.” Barış kavramı da, içinde potansiyel savaş halini barındırdığından tehlikeli gelir bana. Daha da önemlisi, aşırı derecede saf insanlar tarafından dillendirildiğinde çok daha tehlikeli hale gelen bir sözcüktür barış –ki ne yazık ki, genelde de aşırı derecede saf insanlar tarafından dillendirilir sık sık.

Hatırlanacağı gibi 7 Haziran seçimleri “Barış” teması üzerine kurulmuştu. Barışın kazanacağı, ülkeye barışın geleceği yönünde sloganlar, söylemler üretildi. Gerçi o zaman da böyle bir şeyin hiç olmayacağını, bu topraklarda öylesi bir barışın yaşanmayacağını söylüyordum ama özellikle yaz sonundan itibaren, bu kavramın daha dikkatli kullanılması gerektiğini anlatmaya çalıştım. Suruç’taki patlama, Ankara katliamı, Güneydoğu’da yaşanan iç savaş ve örgütün bu savaşı şehirlere çekmesiyle bambaşka bir boyuta taşınan vahşet… Tüm bu süreçte yine aynı barış çağrıları sürdü ve sürmeye de devam ediyor. Peki, bu kötü bir şey mi? Yani barış istenmesin de savaşın sürmesi mi temenni edilsin?

Kiminle barış?
Öncelikle, doğru tedavi için doğru teşhisin konması gerekir. Bizde bugün barış çağrısında bulunanların hali, bana fazlasıyla komik ve acınası geliyor açıkçası. Karşınızda sürekli olarak size tekme ve tokat atan biri var, aldığınız her darbe sonrası düştüğünüz yerden kalkıp üstünüzü başınızı temizledikten sonra “Barıııışşş” diye bağırıyorsunuz, ancak karşınızdaki size yine tekme tokat girişiyor ve yine yere düşüyorsunuz. Sürekli olarak tekrarlanıyor bu. Açıkça dayak yiyorsunuz, karşınızdaki kişinin bunu sonlandırmaya da niyeti yok, siz saf keriz bir biçimde barışacağınızı umuyorsunuz. Böyle bir tablo size de komik ve acınası gelmiyor mu?


Bugün Türkiye’de hâlâ barış çağrısında bulunanların ya ülke gerçeklerinden haberi yok ya da bu afyonla yaşayıp acıya gözlerini kapatmayı tercih ediyorlar. Özellikle Cizre’de, “Vahşet bodrumu” olarak adlandırılan binada yaşananlardan sonra barış sözcüğünü kullanmak, akıl ve ruh sağlığı yerinde olan birinin yapacağı iş gibi gelmiyor bana.

Devleti ve örgütü de bir kenara bırakın. Siz bu ülkede, bu halkların gerçekten barışabileceğine inanıyorsanız, tüm ömrünüzü steril bir fanusun içinde masal kitapları okuyarak geçirmişsiniz demektir. Türk ve Sünni olmayanların yaşamasına da gerek olmadığına inanan, kendinden başka hiç kimseye yaşam alanı bırakmayan dincilerin ve ırkçıların çoğunlukta olduğu bir ülkeden söz ediyoruz. Sürekli olarak bir “bölünme” paranoyası yaşayan ve bireylerine de küçük yaştan itibaren bu paranoyayı enjekte eden bu ülke, aslında zaten birkaç parçaya bölünmüş vaziyette yaşıyor kurulduğu günden bu yana. Öyle bir bölünmüşlük ki bu, başka bir ülkede emsalinin olduğunu bile sanmıyorum. Salt Türk-Kürt veya dindar-laik ve ek olarak Alevi-Sünni ayrışması da yok ortada; tarafların nerede birleşip nerede ayrıldıkları bile belli değil. Öylesine bir nefret ve akıl tutulması… Bir yandan Türklerin ve Kürtlerin bir kısmı birbirlerinden nefret ederken, diğer yandan her iki grubun üyeleri, ayrıca dindar ve laik olarak da hem birbirlerinden hem de kendi içlerinde kendi grubundakilerden nefret ediyor. Bunu anlatmak o kadar karışık ve zor ki… En iyi örnek olarak ulusalcıları gösterebiliyorum bu konuya. Kürt nefretiyle dolu bir milliyetçilikleri/ırkçılıkları var, ancak laik yaşam tarzlarından ötürü dindar Türklerden de nefret ediyorlar. Kürt düşmanlığı söz konusu olduğunda, o en nefret ettikleri dindar kesimlerle yan yana gelebiliyorlar. Bunun da en uç örneğini, PKK-IŞİD savaşında IŞİD’e destek veren Kemalistlerdeki akıl tutulmasında gördük işte. Yani kimin ne zaman kimin yanında durduğu da belli değil.

Bu akıl tutulmasının taraflarını, cephelerini incelemeyi şimdilik bırakıp, tekrar Güneydoğu’daki iç savaşa dönelim. Orada yaşanan vahşeti durdurmaya yönelik yapılan barış çağrılarının ne kadar içi boş ve anlamsız olduğunu iyi görmek gerekiyor her şeyden önce. Bunu anlamak için sokağa çıkmaya dahi gerek yok. Sosyal medyada yazılanlara bakmak bile yeterli. Birbirlerinin ölümlerinden orgazmik bir haz alan, daha çok ölüm olması için heyecan içinde bekleyen bir kitlenin birbiriyle barışması mümkün mü? Halklarının barışması mümkün değilken temsilcilerinin (devlet ve örgüt) barışacağını beklemek, saflıktan başka bir şey olmaz. Bugün konuşulması gereken şey barış değil, nitelikli bir ateşkes. Çocuklar başta olmak üzere sivil ölümlerinin de durdurulması için yapılması gereken, ateşkes şartlarının oluşmasını sağlamak veya bu yönde adımlar atmak olmalıdır. Bunu yaparken de, birbirinden bu denli nefret eden tarafların, doksan küsür yıldır değişmeyen devlet kafasının, bu ateşkesi önünde sonunda bozacağını bilmek gereklidir. Dolayısıyla konuya, kavga eden tarafları ayırmak isteyen üçüncü bir taraf gibi yaklaşmak, iki tarafı da masaya oturtup bu kavga halinin nasıl sonlandırılacağını konuşmayı denemek, daha doğru bir yaklaşım olacaktır.

Barış, ancak savaştan canı yanmış toplumların gerçekten arzu edeceği bir kavram. Bizdeyse özellikle Türk tarafı, aldığı hasardan acı duymak yerine mazoşist bir zevk alıyormuş gibi bir tavır sergiliyor yıllardır. Her şehit haberinden sonra daha çok kan istenmesinin, daha büyük bir savaş için tempo tutulmasının başka da mantıklı bir izahı olamaz. Bu denli mazoşist zevkleri olan bir tarafla barış yapılabileceğini düşünenin akıl ve ruh sağlığı da, en az karşısındaki kadar sorunludur.


31 Ocak 2016 Pazar

Olgun erkeklerden hoşlanan çıtır kız

Lan oğlum verdiniz gazı verdiniz gazı, tek başımıza bara gelip içmeye başladık. Etraf çıtır kız kaynıyor. Mini şortlusundan tut, yarım badilisine kadar... Her birini tek tek kesiyorum. Hafif de snob takılıyorum ki, ruhen yakın olduğumuzu göstereyim.

Bira söyledim kendime. Yanımda bir kız var; 18-19 gösteriyor. Daracık mini bir kot şort, siyah ince askılı bir bluz... Votka vişne içiyor. Kız hakikaten çok güzel de, çok küçük lan ama! Abartmamak lazım sanki.

Etrafa bakıyorum. Birini kesiyorum, yok. Ötekine gülümsüyorum, pas vermiyor. Berikine kadeh kaldırıyorum, ı-ıh... Kendimi öpücem artık sinirden.

Ben böyle cebelleşirken, yanımdaki 18'lik bana bakıp gülümsedi. Aha, vallaha hoşlandı! Yanıma sokuldu usulca;

- Çakmağınız var mı?

+ Tabii ki...

- Teşekkürler.

+ Rica ederim.


Kesin bayıldı bana. Cazibeme ve karizmama daha fazla dayanabilmesi mümkün değildi zaten. Çakmak bahanesiyle muhabbet açtı, bundan sonrası sende oğlum. Kız, gözünün içine bakıyor “götür beni” dercesine. Fena çarpıldı oğlum kız sana, hadi göster marifetini.


- Çok güzel bir cildiniz var. Sizin gibi genç ve güzel bir hanım, sigarayla mahvetmemeli o cildi.

+ Teşekkür ederim. Ama çok içmiyorum zaten.

- Votka vişne söylüyorum size?

+ Sağ ol amca. Çıkıcaz zaten birazdan.

- ...

Kızlar gitti. Bi sigara yaktım. Garson geldi;

- Biranızı tazeleyeyim mi?

+ Bardağı al, şu fıçıyı getir sen bana. Birayı kafamdan aşşaa dök, fıçıyı da götüme sok sana zahmet...


(İçimde yankılanan şarkı)




Kırk yaşım merhaba!

Hapisliğinin on birinci yılında, “Ben içeri düştüğümden beri, güneşin etrafında on kere döndü dünya” der, Nazım. Güneşe sorarsak, “Lafı bile edilmez, mikroskobik bir zaman”, Nazım’a göreyse “On senesi ömrümün”… Ben “içeri” düştüğümden beriyse güneşin etrafında kırk kere döndü dünya. Güneş için yine mikroskobik bir zaman elbet ama, bana göre “bütün bir hayat…”

Yaşımı “3” ile başlayan sayılarla ifade ettiğim 30’lu dönemlerimi devirip, telaffuzunda –en azından şu an için- zorlandığım yeni bir döneme giriyorum. Sancılı bir doğumun ardından kucağına alacak beni anam; birkaç saat sonra, 40 yıl önce…

Kırk yılın muhasebesini, muhakemesini yapıyorum. Geride kalan yılların envanterini yazarken, kendini olumlar çoğu zaman insan. Hoş, özel gün kutlamaları da, insanın kendisine gereğinden fazla önem vermesinden başka bir şey değildir ya… Benimki de pek kutlama sayılmaz işte. Kızılderili rehberin öyküsü gibi belki;

Meksika’da İnka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyulurlar. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılarlar. Aynı hızla, tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup, birden yere oturur ve böylece beklemeye başlar. Tabii, Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremez. Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyulur ve sonunda tepenin üstündeki görkemli İnka tapınaklarına ulaşırlar. Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere sorar;

- Hiç anlayamadım, niye yolun ortasında oturup saatlerce yok yere bekledik?‘

Yaşlı rehber, yanıtlar;

- Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik.

Büyükşehrin hoyrat yıkıcılığı arasındaki koşuşturmalarımız boyunca hırpalanmış, orasından burasından çekiştirilerek lime lime edilmiş ruhlarımız, tecavüze uğramış adalet tanrıçası gibi üstü başı perişan bir vaziyette karşımıza çıktığında nasıl karşılarız onu, bilmiyorum. Bildiğim, Leyla’sına kavuşmak ümidiyle çölde biçare dolanan Mecnun’un çatlamış dudaklarının hasret kaldığı bir damla suyun serabı gibi kof bir vuslat değildi beklediğim. Hayır hayır, “Bakın, ben ne denli nazenin bir insandım da siz getirdiniz beni bu hale” gibisinden küstah bir arabesk kurgulamıyorum. Ne münasebet? Yaşadığım her şey, kendi tercihlerimin doğal sonucuydu; birkaç istisna hariç. Bir de benim kırıp döktüklerim, incittiğim ruhlar var. Affetsinler…

Önceki yıl dönümlerimde daha fazla şey yazdım sanırım. Galiba artık, hayatın o kadar keskin olmadığının farkındayım. Hiç kimseye “Kırk yaşından öğütler” vermek niyetinde de değilim. O kadar aklım olsa kendime kullanırım. Zaman zaman düştüğüm bu durum da, insan egosunun doğal bir sonucu olsa gerek. Şimdiyse, bir yanda yazabilecek çok şeyim var, bir yanda hiçbir şeyim yok… Klavyede bastığım her harf, sıradan bir günceye düştüğüm nottan daha fazlası değil; belki yirmi yıl sonra okurum diye…

“Zaman akıyor” demiştim birkaç gün önce. Bunu görmek için takvim yapraklarını tek tek koparmaya gerek yok; her gün baktığım aynada giderek beyazlayan saçlarımdan, sakalımdan görebiliyorum. “Boğazlanan bir çocuğunun kanı gibi aktı zaman…” ve kırk yılımı devirdim bu dünyada…

Hayatıma bir şekilde girmiş, hayatlarına bir şekilde girdiğim, dokunduğum, dokunan insanlar… Bazılarının sadece yüzlerini anımsadığım, sayılarına dair hiçbir fikrimin olmadığı insanlar… Birbirimize bilinçli veya bilinçsiz dokunmasaydık, şimdiki ben olmazdım. Hepsine ayrı ayrı teşekkür ederim.

Daha yazacaklarım var elbet. Ne var ki erken başladı kutlamalar. Reel, sanal kimliklerimle kutlamaları yanıtlamalıyım. Kırk yaş dökümünü daha sonra, tekrar, temize çekerek yaparım.

Kırk yaşım, merhaba!


28 Ocak 2016 Perşembe

Hatırladıkça iç burkan garibanlık anıları

Evime yakın bir şehirde okudum üniversiteyi. Evde kalıyordum. İki-üç haftada bir, hafta sonları gelirdim eve. Cumadan gelir, pazar akşamı dönerdim.

Birinci sınıftayım. Ocak veya şubat ayı. Cuma günü geldim yine eve. Kar kış kıyamet bir soğuk var. Akşam yemeğinden sonra sıkılırdım genelde evde. Sene 95 falan; internet yok, cep telefonu yok. Arabayla şehri turlamayı severdim. Çıktım evden, arabayla gezmeye başladım. Dışarıda müthiş bir fırtına var, öyle böyle değil. Gece yarısına yakın bir saat. İki tarafı da boş, açık bir alandan geçiyorum. Karanlık, ıssız bir yol. O vakitler toplu taşıma falan da bulunmuyor o saatlerde. Az ötemde bir adamla bir kadın yürüyordu. Yavaş gittiğim için adamın kucağında bir şey olduğunu fark ettim. Dikkatli bakınca anladım ki, adam, battaniyeye sarıp sarmaladığı bebeğini taşıyor kucağında. O ayazda, o soğukta ve kuvvetli fırtınada kucağında bebeği, arkasında karısı, o karanlık ve ıssız yolda ilerlemeye çalışan adam... Boğazım düğümlendi, çok kısa süreliğine daldım adama bakarken.

                                                                **********

İlkokul ikinci sınıftayım. Babam dükkânı açalı üç-dört sene olmuş ama işler çok çok kötü. Ciddi bir yokluk çekiyoruz. Kız kardeşlerimden biri ilkokul birinci sınıfta, diğeri iki yaşında henüz. Biz kardeşimle çaya ekmek batırıp yaptığımız "kahvaltıyla" gidiyoruz okula. Evde soba yanmıyor, yakacak bir şey yok çünkü.

Sonbaharın ortaları veya sonları. Okuldan çıktık kardeşimle, eve gidiyoruz. Sağanak yağmur yağıyor. Herkesin üzerinde mont, yağmurluk, biz yalın önlük katınayız. Ayakkabımın altı su alıyor ama bizimkilere söylemiyorum. Babamın parası yok, alamazsa çok üzülür. Islana ıslana yürüyoruz iki kardeş. Yanımızda çok lüks bir spor araba durdu. Adamın yüzü hâlâ aklımda. Kırk-kırk beş yaşlarında, temiz yüzlü bir adam. Hüzünle baktı bize; acıyarak değil, hüzünle, kederle...

- Gelin çocuklar.

Kardeşim yüzüme baktı, ne yapacağımızı merak ederek. Başımla onayladım. Bindik arabaya. Evimizi sordu adam, tarif ettim. Gidiyoruz. Kardeşim arka koltukta, ben ön koltuktayım. Adam, çok kısa bir bakış attı bana. Bugün düşünüyorum o yüz ifadesini yine. Adamda acımadan çok bir hüzün vardı. Kendi geçmişini düşünüyordu belki de, bilmiyorum. Bir çocukla konuşur gibi değil, yetişkin biriyle dertleşir gibi konuşuyordu bizle. Evin önüne geldik. İndiğimizde bir bana, bir kardeşime baktı adam, içini çekip kafasıyla selam verdikten sonra gitti. Evde anneme anlattım. Gülümsemeyle ağlamak arasında oldu annemin yüzü. Yutkundu. İlk sorduğu soru:

- Teşekkür ettiniz mi?

+ Ettim anne.

- Ben de ettim anne.

+ Yine de bir daha tanımadığınız hiç kimsenin arabasına binmeyin.

- Soğuktu ama anne. Bi’ de çok ıslanmıştık.

+ Binmeyin.

- Tamam anne, binmeyiz.

İki gün sonra kardeşimle bana yeni birer mont alındı.

                                           
                                                       **********

Durdum adamın yanında. Pencereyi açtım;

- Abi gel.

Önce eğilip arabanın içine baktı, biraz dikkatle yüzüme baktı sonra. Bebek gibi temiz yüzlü bir gençtim o zaman, şimdiki gibi meymenetsiz değildim. Doğruldu adam, bir karısına baktı, bir bebeğe, bir de yola baktı uzun... Arka kapıyı açıp karısını bindirdi, kendisi de yanıma oturdu.

- Allah razı olsun delikanlı.

+ Cümlemizden abi... Ne tarafta oturuyorsun?

Söylediği yer şehrin diğer ucu, en az 3-4 kilometrelik bir yol. Kaloriferi sonuna kadar açtım.

- Allah bağışlasın abi. Kaç aylık?

+ Sağ olasın, sekiz aylık... Sen hayırdır bu saatte burada, geziyor muydun?

Utandım, geziyorum diyemedim.

- Yok abi, öyle bir akraba ziyaretinden dönüyordum.

Yol boyunca sohbet ettik. Orduluymuş adam, buraya çalışmak için gelmiş. Yeni yerleşmişler henüz. Tarif ettiği yere gittik. Asfalt yol bitti. Gece iyi göremediğim için yavaşlayıp gözlerimi kıstım, yolu arıyorum. Her taraf çamur deryası. Adam, arabanın kirleneceğini düşündüğümü sanmış olmalı ki;

- Tamam, biz burada inelim. Gerisini yürürüz zaten, çok bir şey kalmadı.

Yakın civarda ev yoktu oysa.

- Olur mu abi öyle şey? Sen yolu tarif et.

+ Vallahi zahmet etme daha.

- Abi zahmeti mi olur? Bebek de var kucağında.

Evinin önüne geldik. Tek kat bir gecekondu. Kapıyı açtı indi, karısının kapısını açtı. Bana dönerek;

- İki dakka bekle, gelicem şimdi.

Adamın bir şey vereceğini anladım. Tam, "gerek yok abi" diyecekken vazgeçtim. Aklıma ilk olarak para vereceği geldi çünkü. "Gerek yok" diyerek, adamı durduk yere borçlu hissettirecektim. Susup beklemenin daha doğru olacağına kanaat getirdim. Kısa süre sonra siyah bir poşetle çıktı evden.

- Bizim memleketin fındığı meşhur. Çam sakızı çoban armağanı işte.

+ Abi niye zahmet ettin?

- Lafı mı olur genç? Hakkını helal et. Allah da razı olsun senden.

+ Helal olsun abi, sen de et.

- Bahtın, yolun açık olsun...

Eve geldim, elimde bir torba fındık. Annem baktı;

- Bu ne?

+ Fındık anne.

- Nerden çıktı?

Anlattım. Kadın, sevgiyle gülümseyip baktı yüzüme. Hiçbir şey söylemedi. Alnımdan öpüp aldı torbayı elimden.

Odama doğru yürürken, arkamdan seslendi annem;

- Teşekkür ettin mi?


27 Ocak 2016 Çarşamba

Ara Güler



Ara Güler’in, Tayyip Erdoğan’ın fotoğraflarını çektikten sonra Ekşi Sözlük’te süren tartışmalar üzerine yazdığım, ancak sonra sözlük’ten sildiğim “ara güler” başlığındaki entry.








Savunusu çok kötü bir şekilde yapılıyor bu adamın.


Savunanların tezlerine kısaca baktım;

* Adam işini yapıyor.
* Mehmet Ali Birand da Apo ile görüştü.
* Adam, Salvador Dali gibi sanatçılarla arkadaştı.
* İşi bu. Hitler'i de çekebilirdi.
* Siz kimsiniz? Bu adamın eserleri yıllar sonrasına da kalacak.


Bu tezler arasında birbiriyle ilintili o kadar ilginç bağlantılar, kara delikler var ki...

Ara Güler, daha önce de defalarca belirtildiği gibi, kendisine sanatçı denmesinden hoşlanmayan, kendini foto muhabiri olarak tanımlayan biri. Muhabir, yani haber yapan. Tıpkı gazeteci gibi. Mehmet Ali Birand gibi tıpkı... Fotoğrafçılık ve gazetecilik, büyük oranda benzer birbirine. Her ikisi de, gerçeği bütünüyle değiştirebilmek ve mevcut gerçeklik yerine yeni bir yalanı gerçekmiş gibi gösterebilmek gücüne sahiptir. Hani klasik bir örnek vardır ya; bıçakla ekmek de kesebilirsin, insan da öldürebilirsin. Kullandığın amaca göre yararlı da olabilir, zararlı da. Fotoğrafçılık ve gazetecilik de, tıpkı bir bıçak gibidir; onu kullanış şekline ve amacına göre iyiliği ve kötülüğü değişebilir, bu nedenle de çok çok tehlikelidir.

Fotoğraf, hiçbir zaman gerçeği anlatmaz. Fotoğrafçı neyi, ne kadar göstermek istiyorsa onu gösterir. Bu bakımdan, tarihe tanıklık ettiği de her zaman doğru değildir. Örneğin her tarafı çöplerle dolu bir sokağın çöpsüz olan çok küçük bir parçasını çekerseniz ve bu fotoğraf yüz yıl sonraya kalırsa, yaptığınız işin adı tarihe tanıklık etmek olmaz. Tam tersine, tarihi çarpıtmış olursunuz bir yalanla. Kadrajın arkasından yoksulluk akarken salt zenginliği çektiğinizde, bir gerçeklikten söz etmiş olmazsınız. Tarihe tanıklık etmek için, olanı, olduğu gibi ve doğallığına hiç müdahale etmeden görüntülemek, yazmak zorundasınız. Fotoğrafını çekeceğiniz kişinin kravatını düzelttiğiniz anda dahi, gerçeklikle oynamış ve yeni bir algı oluşturmuş olursunuz.

Gazetecilik, bir gerçeği tüm çıplaklığıyla aktarmak olduğu gibi, bir propaganda aracına da dönüşebilir. Doğrudur, imkânım olsa ben de Abdullah Öcalan'la, Hitler’le vs görüşmek, röportaj yapmak isterdim. Bu röportaj; hazırlanan soruların niteliğine ve röportajın sunumuna göre çok farklı sonuçlar verir. Yaptığınız röportajın sonunda Öcalan’ı dünyanın en iyi kalpli insanı olarak da gösterebilirsiniz, yeryüzüne gelmiş en kötü kişi olarak da. Yani burada işinizin gazetecilik olmasından ziyade, onu ne amaçla ve neyi hedefleyerek kullandığınız önem kazanıyor.

"Adam işini yapıyor" mantığından yola çıkarsak, Ahmet Hakan'ı da eleştirmememiz gerekir, Ertuğrul Özkök'ü de. Sonuçta onlar işini yapıyor. Bir gazeteci olarak Erdoğan'ı yazıyor, çiziyor, anlatıyorlar. Onlara tepki gösterenlerin Ara Güler'i savunması tuhaf geliyor bana. Nasıl ki bir gazeteci, elindeki araçları kullanarak bir lideri olduğundan daha iyi gösterebilir ve toplum nezdinde sempati duyulmasını sağlayabilirse (ya da en azından bu amaç için uğraşabilirse), bir fotoğrafçı da aynı şekilde çektiği fotoğraflarla sanal bir gerçeklik yaratabilir, illüzyonlarla algı oluşturabilir.

Ara Güler'in işi ne? Fotoğraf çekmek. Yirmi yaşında ve amiri tarafından görevlendirildiği için mecburen herkesin fotoğraflarını çekmek zorunda olan birinden söz etmiyoruz. Canı istemezse, sevmediği kimselerin fotoğrafını gayet de çekmeyebilen biri söz konusu burada. Yani Erdoğan’ın fotoğraflarını çekmek gibi bir mecburiyeti yok; tamamen tercih.

Fotoğrafçılık, eskiden gerçekten de daha önemli bir işti. Çünkü fotoğraf makineleri bu kadar yaygın değildi, fotoğraf çekebilecek pek az insan vardı. Ressamlar olmasaydı örneğin, yüz yıllar öncesinde yaşamış liderlerin neye benzediğini bilemeyecektik. Fotoğraf, bu konuda biraz daha gerçekçi bir araç oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk lideri Mustafa Kemal’in fotoğraflanması önemliydi. Bunun için siyasi görüş, sevip sevmemek gibi kıstaslar pek geçerli olamaz, o dönemdeki fotoğraf olanakları düşünüldüğünde. Eğer o dönem küçük bir çocuk değil de fotoğraf çekmeye başlamış bir yetişkin olsaydı Ara Güler, Mustafa Kemal’in fotoğraflarını çekmiş olması çok büyük bir önem taşırdı. Çünkü ülkenin liderinin görüntülerini bugüne aktarabilme olanağı çok çok kısıtlıydı. Aynı şeyleri Adnan Menderes için de söyleyebilirim. Olanaklar görece daha gelişmiş olsa da, bir ülkenin başbakanının gelecek kuşaklara aktarılması aynı şekilde önemli olurdu. Peki, bugün bir liderin görüntülenmesi için Ara Güler'e özellikle gereksinim mi vardır? Cep telefonuyla bile görüntü kaydedilebilen bir dönemden bahsediyoruz. Elbette Ara Güler gibi ustanın işini cep telefonuyla çekilmiş saçma sapan bir şeyle kıyaslayacak kadar dangalak değilim. Olanakların genişliğini ve bu işi yapabilecek usta fotoğrafçı sayısının çokluğunu anlatabilmek için verdim bu örneği. Dolayısıyla, burada da bir iş konusundan söz etmek çok doğru gelmiyor bana. Kişisel tercihidir, kendi arşivi için bile isteyebilir (ki buna da kimse bir şey söyleyemez), ancak zorunlu bir iş gibi düşünmek, sanırım çok doğru olmaz.

Gelelim bu fotoğrafların içeriğine ve kullanılış amacına... Fotoğrafın gayet bir propaganda malzemesi olarak kullanılabileceğini anlattım. Burada üzerinde durduğum konu, Erdoğan’ın fotoğraflarını çekmiş olması değil; bu fotoğrafların içeriğinin ne olduğu. Daha önce paylaşılmış olan bir fotoğrafı örnek göstermek istiyorum;


  

Yüz yıl sonrasına tanıklık edecek fotoğraf bu işte. Cin Ali serisini bile okuduğu şüpheli olan birini kütüphanede kitap karıştırırken çekerek, üstelik de bunu doğal biçimde değil, tamamen mizansen oluşturarak mı tanıklık edeceksiniz tarihe? "Adamın işi" dediğiniz şey bu mu?

Şuradaki fotoğraflarına bir bakın örneğin; http://www.araguler.com.tr/istanbul.html

Bu fotoğraflar mı tanıklık eder tarihe, Erdoğan’ın kütüphanede kitap karıştırıyormuş gibi yaptığı mizansen mi? Üstelik yıllar önce verdiği bir röportajda, poz veren insanların fotoğraflarını çekmeyi sevmediğini, hayatı doğal akışında görüntülemeyi istediğini söyleyen bir Ara Güler çekiyor bu Erdoğan fotoğraflarını. Haa, elbette ünlüler portfolyosunda gayet poz vermiş kişiler var ama, onlarda bile bu denli oynanmamıştır sanıyorum algıyla.

İşte kendisine yönelik tepkilerin sebebi de, Erdoğan’ın fotoğrafını çekmiş olmasından ziyade, onun propagandasını yapmış, bu propagandaya aracı olmuş olması. Üstelik Erdoğan’ın iftar davetine katılan sanatçılar grubundan daha ciddi bir durum bu. Erdoğan karşıtları neden tepki gösterdi mesela Erdoğan’ın iftarına, davetine, eğlencesine giden isimlere? Diktatörün yanında oldukları için. Erdoğan, herhangi bir lider değil. Süleyman Demirel’den, Bülent Ecevit’ten çok farklı özelliklere sahip, toplumu bıçak gibi ikiye bölmüş ve toplumun yarısı tarafından diktatör olarak tanımlanan bir lider. Bu liderin yanında yer alanlara; Ali İsmail'leri, Berkin Elvan'ları hatırlatıp tepki koymak neyse, Ara Güler'e tepki göstermek de tam olarak odur.

Bu bakımdan, Salvador Dali ile olan arkadaşlığının referans gösterilmesi de ilginç olmuş işte. Bana göre dâhilikle uzak yakın ilgisi olmayan, dâhi taklidi yaparak parsayı toplamış, yaratıcı hayal gücüyle yeteneğini birleştirmiş, ama paragöz bir şarlatandır Dali. İspanya İç Savaşı'nda tarafsız kalmayı tercih eden bu Katalan ressam, İkinci Dünya Savaşı'nda da Fransa’yı terk etmiş, Orwell tarafından "Bir fare gibi kaçmakla" eleştirilmiş, savaş sonrası döndüğü Katalonya'da da faşist Franco rejimine tam anlamıyla destek vermiştir. Franco gibi faşist bir diktatörün idam kararlarını bile tebrik edebilmiş biridir Dali. Bu tavırlarından dolayı döneminin sürrealist sanatçıları tarafından dışlanan Dali referans gösteriliyor işte, "Ara Güler bu adamla arkadaştı" diye.

Zamanında Dali'nin Franco için yaptığını, bugün Ara Güler, Erdoğan için yapıyor. Olay, salt fotoğraf çekmek değil. Erdoğan’ın diktatörlüğünü olumluyor, hatta neredeyse güzelliyor.

Herkes istediği tarafta durabilir. Nasıl ki Ertuğrul Özkök, Yavuz Bingöl vs isimler Erdoğan’ın yanında duruyorsa, Ara Güler de tercihini bu yönde kullanabilir. Bu durumda, keskin bir şekilde ikiye ayrılmış ülkenin tarafları olarak, biz de diktatörün yanında kalmayı tercih edenlere tepkimizi ve tavrımızı koyabiliriz.



25 Ocak 2016 Pazartesi

Sözlükçülerin en anarşik hikayeleri

Her şey ben iki buçuk yaşındayken başladı...

Hafızam çok çok iyidir ve 2-3 yaşlarıma dair hatırladığım çok şey var. Bu anlatacağım olayın bir kısmını hatırlıyorum, bir kısmını da bana anlatılanlarla tamamladım. Öncesinde şu bilgiyi de kısaca geçmem gerek: Normalde son derece akıllı, uslu, söz dinleyen bir çocukmuşum. Asla yalan söylemezmişim -ki bu, ortaokul zamanıma kadar böyle sürdü. Sınıfta bir olaya karışsak, öğretmenim mutlaka bana sorardı. Ceza yiyeceğimi bile bile olanı biteni olduğu gibi anlatırdım. Verdiği sözleri tutan bir çocuktum ve karşımdakinden de aynısını beklerdim.

İki buçuk yaşındayım. Babam bir gün evden çıkıp bir yere gidecek, "Beni de al" diye tutturmuşum. O arada karyolanın üstüne çıkıp zıplamaya başlıyorum. Öyle zıplarken, kendimi sırtüstü atıyorum yatakta ve kafam (tam tepe noktası) karyolanın sivri köşesine çarparak yarılıyor. Epey bir kan akmış. Apar topar hastaneye götürüyorlar beni. Kafama dikiş atılacak ama öncesinde uyuşturmak için karnımdan iğne yapılması lazım. İğneyi görünce korkuyorum doğal olarak. Nereden duymuş özenmişsem, bir "Top ayakkabısı" takıntım var o zamanlar, babamdan sürekli top ayakkabısı istiyorum. Hemşire iğneyle yanıma gelince, babam elimi tutuyor ve konuşuyor benimle;

- Karnından iğne yapılacak. Eğer ağlamazsan sana top ayakkabısı alacağım.

+ Söz mü?

- Söz.

Hemşire, iğneyle yaklaşıyor karnıma. Gözlerimi kapatıyorum, dudaklarımı ısırıyorum, yumruklarımı sıkarak beklemeye başlıyorum. İğneyi batırıyor karnıma. Değil tek bir damla gözyaşı, değil bağırma, tek bir harf dahi çıkmıyor ağzımdan. Sadece hafif bir "ıghh" sesi, o da çok kısa. İğne bitiyor, kafama dikiş atılıyor, bende tık yok. Çıkıyoruz hastaneden.

Bir elimden annem, bir elimden babam tutuyor, yürüyoruz Şişli’den Kurtuluş’a doğru. Dükkânların önünden geçiyoruz, hiçbirine girmiyor babam. Derken bir bakıyorum ki, bizim sokağa gelmişiz. Kafamı kaldırıp babama bakıyorum;

- Top ayakkabısı?

+ Sonra alacağız oğlum.

- Söz demiştin?

+ Sonra alacağım, söz.

- Şimdi söz verdin ama?

+ Şimdi eve gidelim, sonra alırız.

Duruyorum olduğum yerde. Biz böyle anlaşmamıştık baba. Kaşlarım çatılıyor.

- Ben gelmiyorum eve.

+ Oğlum hadi gidiyoruz. Sonra alacağım dedim.

Annemle babamın elini bırakıyorum. Yanından geçmekte olduğumuz apartmanın girişindeki korkuluğun demirlerine sarılıyorum. Hatta sarılmanın ötesinde, kollarımı demirlerden geçirerek bir nevi zincirliyorum kendimi oraya.

- Söz verdin. Ben ağlamadım. Ayakkabımı istiyorum.

+ Oğlum tamam, gel. Valla alacağım ayakkabını.

- Ne zaman?

+ Eve gidelim, sonra alacağım.

- Şimdi!

İkisi birden beni çözmeye çalışıyor demirlerden. Bu kez başımı eğip kollarımın üstüne kapatıyorum kendimi. Çekiyorlar, ı-ıh... Onlar zorlamaya başlayınca, bu kez basıyorum çığlığı. Mecburen bırakıyorlar. Babam;

- Tamam oğlum. Kalk gel, şimdi gidip alacağız ayakkabıyı hemen.

Yek yeaa? Ben o kazığı bi’ kere yerim. Ne belli beni oradan kaldırıp kucağına alarak eve götürmeyeceğin?

- İnanmıyorum. Kandırıyorsun beni.

+ Oğlum valla kandırmıyorum. Gel hadi.

Annem devreye giriyor.

- Gel oğlum. Baban alacak ayakkabını.

Sen karışma anne. Sana güvenim sonsuz ama yanındaki adam hiç sağlam ayakkabı değil. Ayaküstü yemeye kalktı bizi. Cıks, güvenmiyorum ben bu adama.

- Hayır anne. Babam kandıracak gene beni.

+ E oğlum gelmezsen ayakkabını nasıl alacağız?

- Buraya getirsin ayakkabıyı.

Bakıyorlar ki olacak gibi değil, annem başımda bekliyor, babam da ayakkabı almaya gidiyor. Ben yine de ne olur ne olmaz diyerek bırakmıyorum kendimi. Annem yanıma oturuyor. Babam gelene kadar konuşuyoruz. Babam elinde bir çift ayakkabıyla geliyor. Annem, elimden tutup kaldırmaya teşebbüs ediyor beni.

- Önce ayakkabımı giyicem.

İkisi de gülerek ayakkabılarımı giydiriyor. Ayaklarımı uzatıp yeni ayakkabılarıma, top ayakkabılarıma bakıyorum. Güzel oldu be... Kalkıyorum oradan, yeni ayakkabılarımla koşturmaya başlıyorum sokakta. Çok mutluyum.

Hatırladığım ve bana anlatılan, hayatımdaki ilk anarşist çıkışım oluyor bu. Devamı geliyor tabii yıllar içinde. Bir kurban bayramında zavallı kuzuyu kestirmemek için yaptığım eylem, daha ileri yaşlarda polise mukavemet, askerde emre itaatsizlikte ısrardan diskoya yatış, belediye başkanına muhalefetten defalarca mahkemelik olma, çeşitli gözaltılar falan filan...

Henüz 2,5 yaşında öğrenmiştim, onurlu bir direnişin sonuç getireceğini. Geri kalan hayatımda da hep onurlu bir şekilde direndim.


(*)Ekşi Sözlük'ten sildiğim entry'lerden biri. 


21 Ocak 2016 Perşembe

Müslümanlıktan vazgeçme ânı

Genel olarak bir dinden vazgeçme ânı olsaydı konu, başka bir şey yazacaktım ama özelde Müslümanlıktan vazgeçme ânı olunca bir anım geldi aklıma. Bunu da ilk defa burada dillendiriyorum.

15 yaşına kadar inanırdım Allah’a. 15 yaşım, pek çok şey için dönüm noktası oldu bende. Tanrıyı sorgulamaya başladım ve bir süre sonra olmadığını anladım. İnanmanın da inançsızlığın da ne olduğunu iyi biliyorum. Çok ukala bir söylem olacak belki ama, güçlü ve dayanıklı bir kişiliğim olduğunu düşünürüm. Tamam, tevazu yapmayayım gereksiz; bunu bilirim. Din söz konusu olduğunda, bireyin düşeceği boşluğun da öyle pek kolay kaldırılamayacağını biliyorum.

20'lerin başlarındayım. İnancı falan çoktan kaldırıp atmışım. Çocukluk arkadaşım ve hayattaki en yakın dostum da son derece dindar bir ailenin aynı derecede dindar bir oğlu. Hatta bu cemaat dershanelerine falan gidiyordu üniversiteye hazırlanırken. Kazanınca da ışık evlerinde kalmaya başladı.

Bu arkadaşın oturduğu ev, bizim o zamanki dükkânın hemen üstünde. Ben de yazları dükkâna gidiyorum babama yardım için. Arkadaşım Cuma namazlarını asla kaçırmaz, 30 gün orucunu da hep tutardı.

Bir gün geldi dükkâna, günlerden cuma. Yüzü beş karış.

- N'oldu lan?

+ Hiçbir şey iyi gitmiyor hayatımda. Yukarıdakiyle de problemliyim artık.

- O ne demek?

+ Galiba Allah yok oğlum. Sen haklıydın.

Bu arkadaşla da o kadar çok tartışmıştık ki o yaşlarda Allah’ın varlığını ve yokluğunu. Birbirimizi ikna etmek için saatlerce konuşurduk. Ben Müslüman olsam o sevinecekti, o ateist olsa ben. Hıyarlık değil, sadece ergenlik. Doğaldı bunlar. Ama o günkü yüz ifadesini, aradan geçen 16-17 seneye rağmen unutmuyorum. Şunu biliyordum; dostum eğer inancını yitirirse, ayakta duramazdı kolay kolay. O kadar güçlü değildi o yaş için.

- Her şey ters gittiği için mi şüpheye düştün?

+ Lan, Allah olsa ben bu kadar sıkıntı yaşar mıydım? Adalet mi bu?

- Hani sınavdaydın?

+ Sikerim böyle sınavı!

- Allah senin itikadını denemek için zor veya çalışmadığın yerlerden sorar bazen. Her şey iyi giderken inanmak kolay. Tam şu durumunda imanını korursan başarıyla geçersin o sınavdan.

Yüzü allak bullak oldu. Aslında çok değil, 2-3 cümleyle gitseydim üzerine, o son kalan inanç kırıntılarını tamamen yok edebileceğimi biliyordum. Ama sonrasında mutlu olmayacağını da. Bunu anlamak için onu tanımak gerekir.

+ Yanlış bir şey mi yapıyorum?

- Göreceğiz... Cumaya ne kadar kaldı?

+ On beş dakika.

- Camiye git oğlum. O namazı kaçırma. Çıkışta gel yine. Bir daha konuşuruz.

İki arada bir derede, ikircikli bir ifadeyle baktı yüzüme. Sandalyeden kalkacak gibi oluyor, sonra yeniden oturuyordu.

- Oğlum git. Son bir defa git en azından. Bir şey kaybetmezsin.

Ayağa kalktı. Önce yüzüme, sonra saatine baktı. Koşarak çıktı dükkândan. O gidince ben de kitabıma daldım; Felsefenin Temel İlkeleri. Cuma bitimi geldi. Yüzünde müthiş bir huzur. Tarif edilmez sevgi dolu gözlerle bakıyordu bana. Gelip sıkı sıkı sarıldı. Tek kelime etmeden eve çıktı.

Uzun yıllar hep açmıştır bu konuyu, her seferinde kapattırmışımdır ben. O minnet duygusunu taşısın istemedim üzerinde.

Şimdi mi?

Arkadaşım cemaatle yollarını çok önce ayırdı. Hâlâ 30 gün orucunu tutar. Cumalara mümkün olduğunca gitmeye çalışır. Eşi Trakyalı. Tipik Trakya kadını; rahat, başı açık, istediği kıyafeti giyer. Evlerine gittiğimde buzdolabından mutlaka bira çıkar, ramazan dâhil. "Al iç pezemenk" diye fırlatır birayı bana, kendisi kahveyle gelir. Ben içmem onun karşısında ramazanda. Yok, yalan olmasın, iki kere içmişliğim var, kötüydüm çünkü.

Çok kolay değildir yani o süreç. Pamuk ipliğine bakar bazen. Ama sonrasını kaldıramayacak kişi için cehennemin dünyadaki izdüşümüdür.


İlk olarak Ekşi Sözlük'te yazmıştım. Daha sonra oradan silip bloga aldım.