ANA SAYFA

10 Şubat 2016 Çarşamba

Barış mı dediniz?

Kulağa sevimli gelen, sanırım büyük çoğunluk tarafından da “dünyanın en güzel sözcükleri” şeklinde nitelenen, oysa özünde negatif bir durumu anlatan ve belki biraz da bundan ötürü sevmediğim iki sözcük var: Umut ve barış!

Umut, kötü giden bir şeyin iyileşeceğine, düzeleceğine dair inancın adıdır ve aslında kişinin kötü bir durumda olduğunu bildirir. Tıpkı barış gibi.

Aralarında hiçbir husumet olmamış, hiçbir kavga yaşanmamış, hiçbir küslük meydana gelmemiş kişiler için barış kavramından söz edildiğini duydunuz mu? Barış, öncesinde yaşanan bir savaş halini, çatışmayı, kavgayı, husumeti anlatır. Barış, umudun gerçekleşmiş halidir; bir savaşın, kötülüğün son bulduğu noktanın başlangıcı…

Böyle bakıldığında iyi bir şeymiş gibi görünen bu iki sözcüğü sevmeyişim tuhaf veya anlaşılmaz görünebilir belki ilk başta. Umuda dair olan düşüncemi Nietzsche çok net bir şekilde özetliyor: “Umut en büyük kötülüktür, çünkü işkenceyi uzatır.” Barış kavramı da, içinde potansiyel savaş halini barındırdığından tehlikeli gelir bana. Daha da önemlisi, aşırı derecede saf insanlar tarafından dillendirildiğinde çok daha tehlikeli hale gelen bir sözcüktür barış –ki ne yazık ki, genelde de aşırı derecede saf insanlar tarafından dillendirilir sık sık.

Hatırlanacağı gibi 7 Haziran seçimleri “Barış” teması üzerine kurulmuştu. Barışın kazanacağı, ülkeye barışın geleceği yönünde sloganlar, söylemler üretildi. Gerçi o zaman da böyle bir şeyin hiç olmayacağını, bu topraklarda öylesi bir barışın yaşanmayacağını söylüyordum ama özellikle yaz sonundan itibaren, bu kavramın daha dikkatli kullanılması gerektiğini anlatmaya çalıştım. Suruç’taki patlama, Ankara katliamı, Güneydoğu’da yaşanan iç savaş ve örgütün bu savaşı şehirlere çekmesiyle bambaşka bir boyuta taşınan vahşet… Tüm bu süreçte yine aynı barış çağrıları sürdü ve sürmeye de devam ediyor. Peki, bu kötü bir şey mi? Yani barış istenmesin de savaşın sürmesi mi temenni edilsin?

Kiminle barış?
Öncelikle, doğru tedavi için doğru teşhisin konması gerekir. Bizde bugün barış çağrısında bulunanların hali, bana fazlasıyla komik ve acınası geliyor açıkçası. Karşınızda sürekli olarak size tekme ve tokat atan biri var, aldığınız her darbe sonrası düştüğünüz yerden kalkıp üstünüzü başınızı temizledikten sonra “Barıııışşş” diye bağırıyorsunuz, ancak karşınızdaki size yine tekme tokat girişiyor ve yine yere düşüyorsunuz. Sürekli olarak tekrarlanıyor bu. Açıkça dayak yiyorsunuz, karşınızdaki kişinin bunu sonlandırmaya da niyeti yok, siz saf keriz bir biçimde barışacağınızı umuyorsunuz. Böyle bir tablo size de komik ve acınası gelmiyor mu?


Bugün Türkiye’de hâlâ barış çağrısında bulunanların ya ülke gerçeklerinden haberi yok ya da bu afyonla yaşayıp acıya gözlerini kapatmayı tercih ediyorlar. Özellikle Cizre’de, “Vahşet bodrumu” olarak adlandırılan binada yaşananlardan sonra barış sözcüğünü kullanmak, akıl ve ruh sağlığı yerinde olan birinin yapacağı iş gibi gelmiyor bana.

Devleti ve örgütü de bir kenara bırakın. Siz bu ülkede, bu halkların gerçekten barışabileceğine inanıyorsanız, tüm ömrünüzü steril bir fanusun içinde masal kitapları okuyarak geçirmişsiniz demektir. Türk ve Sünni olmayanların yaşamasına da gerek olmadığına inanan, kendinden başka hiç kimseye yaşam alanı bırakmayan dincilerin ve ırkçıların çoğunlukta olduğu bir ülkeden söz ediyoruz. Sürekli olarak bir “bölünme” paranoyası yaşayan ve bireylerine de küçük yaştan itibaren bu paranoyayı enjekte eden bu ülke, aslında zaten birkaç parçaya bölünmüş vaziyette yaşıyor kurulduğu günden bu yana. Öyle bir bölünmüşlük ki bu, başka bir ülkede emsalinin olduğunu bile sanmıyorum. Salt Türk-Kürt veya dindar-laik ve ek olarak Alevi-Sünni ayrışması da yok ortada; tarafların nerede birleşip nerede ayrıldıkları bile belli değil. Öylesine bir nefret ve akıl tutulması… Bir yandan Türklerin ve Kürtlerin bir kısmı birbirlerinden nefret ederken, diğer yandan her iki grubun üyeleri, ayrıca dindar ve laik olarak da hem birbirlerinden hem de kendi içlerinde kendi grubundakilerden nefret ediyor. Bunu anlatmak o kadar karışık ve zor ki… En iyi örnek olarak ulusalcıları gösterebiliyorum bu konuya. Kürt nefretiyle dolu bir milliyetçilikleri/ırkçılıkları var, ancak laik yaşam tarzlarından ötürü dindar Türklerden de nefret ediyorlar. Kürt düşmanlığı söz konusu olduğunda, o en nefret ettikleri dindar kesimlerle yan yana gelebiliyorlar. Bunun da en uç örneğini, PKK-IŞİD savaşında IŞİD’e destek veren Kemalistlerdeki akıl tutulmasında gördük işte. Yani kimin ne zaman kimin yanında durduğu da belli değil.

Bu akıl tutulmasının taraflarını, cephelerini incelemeyi şimdilik bırakıp, tekrar Güneydoğu’daki iç savaşa dönelim. Orada yaşanan vahşeti durdurmaya yönelik yapılan barış çağrılarının ne kadar içi boş ve anlamsız olduğunu iyi görmek gerekiyor her şeyden önce. Bunu anlamak için sokağa çıkmaya dahi gerek yok. Sosyal medyada yazılanlara bakmak bile yeterli. Birbirlerinin ölümlerinden orgazmik bir haz alan, daha çok ölüm olması için heyecan içinde bekleyen bir kitlenin birbiriyle barışması mümkün mü? Halklarının barışması mümkün değilken temsilcilerinin (devlet ve örgüt) barışacağını beklemek, saflıktan başka bir şey olmaz. Bugün konuşulması gereken şey barış değil, nitelikli bir ateşkes. Çocuklar başta olmak üzere sivil ölümlerinin de durdurulması için yapılması gereken, ateşkes şartlarının oluşmasını sağlamak veya bu yönde adımlar atmak olmalıdır. Bunu yaparken de, birbirinden bu denli nefret eden tarafların, doksan küsür yıldır değişmeyen devlet kafasının, bu ateşkesi önünde sonunda bozacağını bilmek gereklidir. Dolayısıyla konuya, kavga eden tarafları ayırmak isteyen üçüncü bir taraf gibi yaklaşmak, iki tarafı da masaya oturtup bu kavga halinin nasıl sonlandırılacağını konuşmayı denemek, daha doğru bir yaklaşım olacaktır.

Barış, ancak savaştan canı yanmış toplumların gerçekten arzu edeceği bir kavram. Bizdeyse özellikle Türk tarafı, aldığı hasardan acı duymak yerine mazoşist bir zevk alıyormuş gibi bir tavır sergiliyor yıllardır. Her şehit haberinden sonra daha çok kan istenmesinin, daha büyük bir savaş için tempo tutulmasının başka da mantıklı bir izahı olamaz. Bu denli mazoşist zevkleri olan bir tarafla barış yapılabileceğini düşünenin akıl ve ruh sağlığı da, en az karşısındaki kadar sorunludur.


1 yorum:

  1. Ben de barışın imkansızlığı düşüncesindeyim. Son bölüm "Bu denli mazoşist zevkleri olan bir tarafla barış yapılabileceğini düşünenin akıl ve ruh sağlığı da, en az karşısındaki kadar sorunludur" Karşı tarafında pek farklı bir yanı yok, örnekten çok bir şey yok en basitinden Çınar'da olanlar sonrası Kürt tarafından gelen tweetler. İki taraftan da canı yanmış, artık barışı isteyen kişiler var, oluşmuş bu büyük nefretin içinde maalesef bunun imkansızlığını görmek çok zor değil.

    YanıtlaSil