Dün akşam sürpriz bir kararla, üç aydır Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan Can Dündar ve Erdem Gül’ün
tahliye edileceği haberi düştü gündeme. Allah biliyor ya, tahliye
edileceklerine pek de inancım yoktu. Ancak kararın duyulmasıyla birlikte
arabaya atlayıp cezaevinin yolunu tuttum; tıpkı üç ay önce tutuklu olarak
getirildikleri gece gibi.
Erdem ve Gül’ün içeri alındığı gece, gazetecilerden başka
kimse yoktu cezaevi önünde. Birkaç gazeteci ve üç arkadaşımla birlikte ben. Dün
gece de benzer bir şey olur diye düşünüyordum. Cumhuriyet gazetesi
çalışanlarının Twitter’dan “Araçlara doluştuk. Arkadaşımızı almaya
gidiyoruz” duyurusu bir nebze rahatlattı.
Saat 21.00 sularında cezaevinin önündeydim. Çok sayıda
gazeteci benden önce gelmiş, bekliyordu. Gazetecilerin dışında “yurttaş”
diyebileceğim, benim dışımda birkaç kişi gördüm. İlerleyen saatlerde Cumhuriyet
çalışanları ve diğer gazeteciler de geldiler. Ve yavaş yavaş yurttaşlar da…
Gece boyunca aralıklarla cezaevi önündeki durumu, görüntüleri vs paylaştım
Twitter’da. Onca usta habercinin olduğu bir ortamda “haberci” refleksiyle değil
de, daha çok yurttaş gözüyle kısa kısa bilgi geçmeyi tercih ettim. Onun dışında
ortamı gözledim, orada bekleyenlerle sohbet ettim. Zaten asıl anlatmak
istediğim kısmı da burası. Zira tahliyelere dair haberleri, hatta cezaevi
önündeki görüntüleri detaylı bir şekilde okuyup izlediniz.
“Yalnız değildir!”
Dündar ve Gül’ün tutuklandıkları gece sosyal medyadan tepki
yağmıştı. Twitter’da “#CanDündarErdemGülYalnızDeğildir”
tag’i, gündemin birinci sırasındaydı. İlerleyen günlerde Mete Akyol’un başlattığı Umut Nöbeti hayli ses getirmiş, birçok
gazeteci, sivil toplum kuruluşu temsilcileri vs cezaevi önüne giderek Umut
Nöbeti tuttuklarını gösteren fotoğrafları paylaşmıştı sosyal medyada. Görünüşe
göre Dündar ve Gül, yalnız bırakılmıyordu!
Umut Nöbeti’yle ilgili olarak geçtiğimiz günlerde “Sadece
gelip fotoğraf çektiriyorlar ve gidiyorlar” temalı bir haber çıktı
yandaş Bugün gazetesinde. İşin aslı,
bu haberden çok önce benzer bir şeyi ben de duydum. Silivri Cezaevi’ne yakın
bir yerde oturan arkadaşım, sırf merak ettiği için birkaç gece arabasıyla
cezaevine çıktığını, ancak nöbet tutan kimse görmediğini söylemişti. Dün gece
cezaevi önünde bekleyen kitleye baktığımda, bu iddianın çok da asılsız
olmadığını düşündüm.
Dün gece cezaevi önünde bekleyen kitlenin çok büyük
çoğunluğunu; gazeteciler, Dündar ve Gül’ün ailesi, yakınları oluşturuyordu. Bunun
dışında Silivri’den, Avcılar’dan,
Büyükçekmece’den az sayıda yurttaş vardı gelen. Bir de gece yarısından sonra
Çankaya Belediyesi’ne ait bir
minibüsle birkaç kişi geldi cezaevine. Silivri’den gelenler de, görüp
öğrenebildiğim kadarıyla; Silivri’nin CHP’li Belediye Başkanı, birkaç CHP’li
belediye meclis üyesi, Silivri CHP İlçe Başkanı, birkaç parti yöneticisi, Kadın
Kolları Başkanı, Gençlik Kolları Başkanı ve yönetimden yine birkaç kişiyle,
toplamda 20 kişiyi geçmeyen bir
grup. Silivri ÖDP’den birkaç kişi, Silivri Eğitim Sen’den birkaç kişi ve Silivrili
birkaç yurttaş. Bu grubu toplasak, en fazla 20 kişi etmez bile. Avcılar CHP’den 6-7 kişi geldiğini öğrendim. Silivri
yerel basını ise hiç yok ortada. Yani bu kitlenin tamamını toplasak 60-70 kişi anca ediyor, hadi taş
çatlasın 80 olsun. Silivri’nin merkez nüfusu 100 bin civarındaymış ve CHP’nin kalesi olarak bilinen bir yer.
Belediye de CHP’li. Ancak bırakın çevre il veya ilçeleri (ki çevre iller
beklentisi zaten gereğinden fazla iddialı olur), Silivri’nin merkezinden
gelenlerin sayısı bile 100 kişi etmiyor. Tabii burada haksızlık da etmemek
adına bir bilgiyi paylaşmam gerek: Cezaevi, Silivri merkezden birkaç kilometre
uzakta, saat itibariyle toplu taşımanın olmadığı, ancak özel araçla
gidilebilecek bir yer. Buna rağmen belediyenin ve partinin kısa süreli bir
organizasyonla en az 2-3 otobüs ayarlaması işten bile değil. Kaldı ki 100 binin
üzerinde nüfusu olan Silivri’de özel araç sahibi olanların sayısı 8-10 kişi
olmasa gerek? Kısacası, gazetecilerle aile ve aile yakınlarını saymazsak, bir
avuç insan vardı Silivri Cezaevi’nin önünde. Oysa sosyal medyada “Can Dündar ve Erdem Gül Yalnız Değildir”
diye bağırıyorduk hep beraber.
Bu kadar önemli mi?
Tam burada bu soru sorulabilir sanıyorum. Türkiye’de bunca
gazeteci tutuklu yatarken, sadece Can Dündar ve Erdem Gül için bu kadar kıyamet
koparılmasını doğru bulmayanlar olduğu gibi, Dündar ve Gül’ün tahliyelerinde
cezaevi önünde bulunmayı gerekli görmeyenler de var. Doğru, Dündar ve Gül’ün
dışında çok sayıda gazeteci var haksız, hukuksuz bir şekilde cezaevine atılan. Bu
iki ismi ön plana çıkaran sebepler malum, onları tekrar tartışmaya gerek
duymuyorum. Ancak öte yandan özellikle Can Dündar, Saray’ın savaşındaki en
önemli simge isim. Çünkü bugün
Türkiye’de yaşanan şey sadece bir hukuksuzluk, basına sansür meselesi değil. Erdoğan’ın,
tüm muhalif kesimlere karşı yürüttüğü çok şiddetli bir savaşı yaşıyor Türkiye.
Hemen hepimizin her gün söylediği ve belki de söyleyerek sıradanlaştırdığı,
toplumun tüm kesimlerini sindirmek, korkutmak, yıldırmak, baskılayarak teslim
almak üzerine kurulu açık bir faşizmi yaşıyoruz bir süredir. Buna direnebilmenin, karşı koymanın en
büyük yolu da, hiç kuşkusuz ki ama’sız, fakat’sız, lakin’siz dayanışmadan
geçiyor. İşte, Can Dündar da bu anlamda bu savaşın ve dayanışmanın simge
isimlerinden biriydi. O gece orada, cezaevinin önünde olmak, toplumu yıldırmak
için 13 yaşındaki bir çocuğa bile hakaret davası açmaktan geri durmayan
diktatöre karşı “Korkmuyoruz,
yılmıyoruz, sayımız hiç de az değil” mesajı vermek demekti. Psikolojik
savaş, tam da böyle bir şey çünkü. Dündar ve Gül’ün az sayıda kişi tarafından
karşılandığı görüntülerin ekranlarda dönmesiyle, coşkulu bir kalabalık
tarafından karşılandıkları görüntülerin izletilmesi, o bahsettiğim psikolojik savaşta
önemli bir stratejidir.
Oysa uzunca bir süredir söylediğim gibi, bu toplumun
dinamikleri neredeyse bitmiş durumda. Korkuyu, sinmeyi falan geçtim artık;
tamamen bir yılmışlık, boş vermişlik, umursamama ve daha da kötüsü kabullenme
hali var toplumun genelinde. Memleketin
yanışını cips yiyip içki içerek izleyen geniş bir halk yığınından bahsediyorum.
Sanki ülke bir iç savaşa sürüklenmiyormuş gibi, sanki laik rejimin sonuna her
geçen gün yaklaşılmıyormuş gibi, gayet umursamazca televizyon dizileri izleyen,
tek derdi hafta sonu eğlencesi olan, en büyük sohbet konusunu kadın erkek
ilişkilerinin oluşturduğu, tüm refleksleri alınmış ve duyarlılığı iğdiş edilmiş
milyonlarca insan… Ve biz ne yaparsak ne yapalım, gırtlağımız patlayana dek
bağırsak da, yazıp çizerek sesimizi duyurmaya çalışsak da, en ufak bir kıpırtı
sağlayamıyoruz bu kitlede.
Bu bir kazanım mı?
Sanırım önemli sorulardan biri de bu. Özellikle cezaevi
önünde yaptığım sohbetlerde, sendikalı veya partili partisiz yurttaşlarda
gördüğüm, bu tahliyelerin çok önemli bir kazanım olduğu, verilen bir
mücadelenin sonuç getirdiği yönünde. Adalete ve demokrasiye dair inanç veya
umut adına sevindirici bir gelişme gibi görünse de, bana göre çok ciddi
tehlikeler barındıran bir görüş bu. 17-25
Aralık süreci sonrası açıkça rafa kaldırılan demokrasi ve adalet gibi
kavramlar, yine açıkça ilan edilen dikta yönetimi arasında bir parça nefes
aldırmış olsa da Anayasa Mahkemesi’nin
(AYM) bu kararı, bunu muhalif kesimlerin mücadelesine bağlamak kendimizi
kandırmaktan başka bir şey olmaz.
Gazete okuyup gündemi takip edenler, AKP içinde bir süredir
yaşanan çatırdamadan haberdardır elbette. Bilhassa Abdullah Gül ve Bülent Arınç’ın çıkışları, kısa gelecekte çok büyük
sürprizlerle karşılaşabileceğimizin sinyallerini veriyor gibi. Gül ile Erdoğan
arasındaki kopuşun da net olarak ortaya çıktığını hatırlatmama gerek var mı,
bilmiyorum. Dündar ve Gül’ün tahliyelerini de bu kopuşu göz önünde bulundurmadan
değerlendirmek mümkün değildir. AYM’nin
toplam 17 üyesinden 10’u Abdullah Gül, 3’ü TBMM, 3’ü Ahmet Necdet Sezer
tarafından atanırken, Erdoğan’ın seçtiği üye sayısı ise sadece bir. AYM
kararında Gül’ün seçtiği isimlerin belirleyici olduğunu da yine haberlerde
okuduk. Dolayısıyla söz konusu tahliyelerin AKP içindeki ayrışmanın, Erdoğan-Gül
geriliminin sonucu olduğunu görmek için çok üstün bir yetenek gerekmiyor. Eğer
böyle kopma olmasaydı AKP içinde, adı geçen gazetecilerin tutuklulukları devam
ediyor olacaktı belki de.
Tehlike olarak gördüğüm şey de tam burada başlıyor işte. Geçen
yerel seçim sürecinde AKP ile cemaat arasında yaşanan kavga, havada uçuşan ses
kayıtları, yolsuzluk iddiaları… Daha sonra ortaya çıkan Fuat Avni’nin “Kaybedeceksin”
çığlıkları… Bir süredir AKP içinde yaşanan gerilim… Bugün de Türk basınında yer
alan bir haber: ABD’li gazeteci Mike
Whitney, Washington yönetiminin Erdoğan’a
bir darbe girişiminde bulunacağını yazdı…. Tüm bu saydığım gelişmeleri, “Ay hadi inşallah” nidaları eşliğinde,
koltuğumuzda sevinçle zıplayarak izledik ve izlemeye devam ediyoruz. Yani AKP’ye ve Erdoğan’a muhalif kesim,
diktatörden kurtulma ümidini kendisinin dışındaki bir iradede görüyor.
Ancak cemaatle kavga edilirse, ancak AKP kendi içinde çatırdarsa, ancak ABD bir
darbe yaparsa kurtulabileceğiz diktatörümüzden. Peki, bu tabloda muhalif kesim nerede? Onlar bu tablonun içinde
değiller; tıpkı bir sanat galerisinde gibi, ellerindeki likörü yudumlayarak gevşek
kahkahalar içinde izliyorlar tabloyu. Tehlike tam olarak bu. İçinde bulunduğu kötü durumdan kurtulma ümidini ve gücünü kendinde
değil de, yine rakiplerinin kendi içindeki kavgada gören bir toplum yapısı, her
anlamda tehlikelidir. Rehavete kapılmak bir yana, artık kendisinden hiçbir
halt olmayacağını kabullenmiş ve kaderini yine düşmanın insafına bırakıyor
demektir. Bu kadar uyuşmuş, bu kadar bitmiş, bu kadar çaresiz bir halkla bir
ülkenin kurtulması mümkün mü?
Can Dündar ve Erdem Gül’ün tahliyelerini bir yandan
sevindirici bulurken, diğer yandan bir kazanım olarak görmüyorum bu sebeple.
Biz, ne gazetecilerimize sahip çıkabildik, ne bireysel özgürlüklerimize sahip
çıkabildik, ne de ülkemize sahip çıkabildik. Bir avuç insanın inatla yürüttüğü,
ancak ya sesini duyuramadığı ya da duyursa bile kimsenin desteklemediği bir
mücadele var ortada, ancak hiçbir şey için yeterli değil bu. Eğer, Türkiye’nin
en köklü gazetesinin başındaki kişi, gözlerimizin önünde olanca hukuksuzluk
içinde ve tamamen keyfi olarak götürülüp cezaevine tıkılmışsa, biz buna izin
verebilmişsek, bizim dışımızdaki bir iradenin sonucuyla tahliye edilmelerini
kazanım olarak görmek, budalalıktan başka bir şey değil. Eğer kendimizi bu yalanla kandırırsak, zaten varla yok arası süren bir
avuç insanın verdiği mücadeleyi büyütmek mümkün olmaz. Böylesi bir savaşta “yeterlilik”
duygusuna kapılmak, büyük bir yenilginin kaçınılmaz olacağı anlamına gelir.
Ne yapmak gerektiği kısmıyla ilgili olaraksa hiçbir önerim
yok. Mevcut koşullarda bir şey yapması gerektiğini düşünmek yerine bireysel
eğlencesine devam eden bir topluma bir öneride bulunmaya gerek duymuyorum. Hak
ettiğini yaşayacak toplum, hepsi bu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder