ANA SAYFA

26 Şubat 2016 Cuma

Can Dündar ve Erdem Gül'ün tahliyesi kazanım mı?

Dün akşam sürpriz bir kararla, üç aydır Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan Can Dündar ve Erdem Gül’ün tahliye edileceği haberi düştü gündeme. Allah biliyor ya, tahliye edileceklerine pek de inancım yoktu. Ancak kararın duyulmasıyla birlikte arabaya atlayıp cezaevinin yolunu tuttum; tıpkı üç ay önce tutuklu olarak getirildikleri gece gibi.

Erdem ve Gül’ün içeri alındığı gece, gazetecilerden başka kimse yoktu cezaevi önünde. Birkaç gazeteci ve üç arkadaşımla birlikte ben. Dün gece de benzer bir şey olur diye düşünüyordum. Cumhuriyet gazetesi çalışanlarının Twitter’dan “Araçlara doluştuk. Arkadaşımızı almaya gidiyoruz” duyurusu bir nebze rahatlattı.

Saat 21.00 sularında cezaevinin önündeydim. Çok sayıda gazeteci benden önce gelmiş, bekliyordu. Gazetecilerin dışında “yurttaş” diyebileceğim, benim dışımda birkaç kişi gördüm. İlerleyen saatlerde Cumhuriyet çalışanları ve diğer gazeteciler de geldiler. Ve yavaş yavaş yurttaşlar da… Gece boyunca aralıklarla cezaevi önündeki durumu, görüntüleri vs paylaştım Twitter’da. Onca usta habercinin olduğu bir ortamda “haberci” refleksiyle değil de, daha çok yurttaş gözüyle kısa kısa bilgi geçmeyi tercih ettim. Onun dışında ortamı gözledim, orada bekleyenlerle sohbet ettim. Zaten asıl anlatmak istediğim kısmı da burası. Zira tahliyelere dair haberleri, hatta cezaevi önündeki görüntüleri detaylı bir şekilde okuyup izlediniz.

“Yalnız değildir!”
Dündar ve Gül’ün tutuklandıkları gece sosyal medyadan tepki yağmıştı. Twitter’da “#CanDündarErdemGülYalnızDeğildir” tag’i, gündemin birinci sırasındaydı. İlerleyen günlerde Mete Akyol’un başlattığı Umut Nöbeti hayli ses getirmiş, birçok gazeteci, sivil toplum kuruluşu temsilcileri vs cezaevi önüne giderek Umut Nöbeti tuttuklarını gösteren fotoğrafları paylaşmıştı sosyal medyada. Görünüşe göre Dündar ve Gül, yalnız bırakılmıyordu!

Umut Nöbeti’yle ilgili olarak geçtiğimiz günlerde “Sadece gelip fotoğraf çektiriyorlar ve gidiyorlar” temalı bir haber çıktı yandaş Bugün gazetesinde. İşin aslı, bu haberden çok önce benzer bir şeyi ben de duydum. Silivri Cezaevi’ne yakın bir yerde oturan arkadaşım, sırf merak ettiği için birkaç gece arabasıyla cezaevine çıktığını, ancak nöbet tutan kimse görmediğini söylemişti. Dün gece cezaevi önünde bekleyen kitleye baktığımda, bu iddianın çok da asılsız olmadığını düşündüm.

Dün gece cezaevi önünde bekleyen kitlenin çok büyük çoğunluğunu; gazeteciler, Dündar ve Gül’ün ailesi, yakınları oluşturuyordu. Bunun dışında Silivri’den, Avcılar’dan, Büyükçekmece’den az sayıda yurttaş vardı gelen. Bir de gece yarısından sonra Çankaya Belediyesi’ne ait bir minibüsle birkaç kişi geldi cezaevine. Silivri’den gelenler de, görüp öğrenebildiğim kadarıyla; Silivri’nin CHP’li Belediye Başkanı, birkaç CHP’li belediye meclis üyesi, Silivri CHP İlçe Başkanı, birkaç parti yöneticisi, Kadın Kolları Başkanı, Gençlik Kolları Başkanı ve yönetimden yine birkaç kişiyle, toplamda 20 kişiyi geçmeyen bir grup. Silivri ÖDP’den birkaç kişi, Silivri Eğitim Sen’den birkaç kişi ve Silivrili birkaç yurttaş. Bu grubu toplasak, en fazla 20 kişi etmez bile. Avcılar CHP’den 6-7 kişi geldiğini öğrendim. Silivri yerel basını ise hiç yok ortada. Yani bu kitlenin tamamını toplasak 60-70 kişi anca ediyor, hadi taş çatlasın 80 olsun. Silivri’nin merkez nüfusu 100 bin civarındaymış ve CHP’nin kalesi olarak bilinen bir yer. Belediye de CHP’li. Ancak bırakın çevre il veya ilçeleri (ki çevre iller beklentisi zaten gereğinden fazla iddialı olur), Silivri’nin merkezinden gelenlerin sayısı bile 100 kişi etmiyor. Tabii burada haksızlık da etmemek adına bir bilgiyi paylaşmam gerek: Cezaevi, Silivri merkezden birkaç kilometre uzakta, saat itibariyle toplu taşımanın olmadığı, ancak özel araçla gidilebilecek bir yer. Buna rağmen belediyenin ve partinin kısa süreli bir organizasyonla en az 2-3 otobüs ayarlaması işten bile değil. Kaldı ki 100 binin üzerinde nüfusu olan Silivri’de özel araç sahibi olanların sayısı 8-10 kişi olmasa gerek? Kısacası, gazetecilerle aile ve aile yakınlarını saymazsak, bir avuç insan vardı Silivri Cezaevi’nin önünde. Oysa sosyal medyada “Can Dündar ve Erdem Gül Yalnız Değildir” diye bağırıyorduk hep beraber.

Bu kadar önemli mi?
Tam burada bu soru sorulabilir sanıyorum. Türkiye’de bunca gazeteci tutuklu yatarken, sadece Can Dündar ve Erdem Gül için bu kadar kıyamet koparılmasını doğru bulmayanlar olduğu gibi, Dündar ve Gül’ün tahliyelerinde cezaevi önünde bulunmayı gerekli görmeyenler de var. Doğru, Dündar ve Gül’ün dışında çok sayıda gazeteci var haksız, hukuksuz bir şekilde cezaevine atılan. Bu iki ismi ön plana çıkaran sebepler malum, onları tekrar tartışmaya gerek duymuyorum. Ancak öte yandan özellikle Can Dündar, Saray’ın savaşındaki en önemli simge isim. Çünkü bugün Türkiye’de yaşanan şey sadece bir hukuksuzluk, basına sansür meselesi değil. Erdoğan’ın, tüm muhalif kesimlere karşı yürüttüğü çok şiddetli bir savaşı yaşıyor Türkiye. Hemen hepimizin her gün söylediği ve belki de söyleyerek sıradanlaştırdığı, toplumun tüm kesimlerini sindirmek, korkutmak, yıldırmak, baskılayarak teslim almak üzerine kurulu açık bir faşizmi yaşıyoruz bir süredir. Buna direnebilmenin, karşı koymanın en büyük yolu da, hiç kuşkusuz ki ama’sız, fakat’sız, lakin’siz dayanışmadan geçiyor. İşte, Can Dündar da bu anlamda bu savaşın ve dayanışmanın simge isimlerinden biriydi. O gece orada, cezaevinin önünde olmak, toplumu yıldırmak için 13 yaşındaki bir çocuğa bile hakaret davası açmaktan geri durmayan diktatöre karşı “Korkmuyoruz, yılmıyoruz, sayımız hiç de az değil” mesajı vermek demekti. Psikolojik savaş, tam da böyle bir şey çünkü. Dündar ve Gül’ün az sayıda kişi tarafından karşılandığı görüntülerin ekranlarda dönmesiyle, coşkulu bir kalabalık tarafından karşılandıkları görüntülerin izletilmesi, o bahsettiğim psikolojik savaşta önemli bir stratejidir.

Oysa uzunca bir süredir söylediğim gibi, bu toplumun dinamikleri neredeyse bitmiş durumda. Korkuyu, sinmeyi falan geçtim artık; tamamen bir yılmışlık, boş vermişlik, umursamama ve daha da kötüsü kabullenme hali var toplumun genelinde. Memleketin yanışını cips yiyip içki içerek izleyen geniş bir halk yığınından bahsediyorum. Sanki ülke bir iç savaşa sürüklenmiyormuş gibi, sanki laik rejimin sonuna her geçen gün yaklaşılmıyormuş gibi, gayet umursamazca televizyon dizileri izleyen, tek derdi hafta sonu eğlencesi olan, en büyük sohbet konusunu kadın erkek ilişkilerinin oluşturduğu, tüm refleksleri alınmış ve duyarlılığı iğdiş edilmiş milyonlarca insan… Ve biz ne yaparsak ne yapalım, gırtlağımız patlayana dek bağırsak da, yazıp çizerek sesimizi duyurmaya çalışsak da, en ufak bir kıpırtı sağlayamıyoruz bu kitlede.

Bu bir kazanım mı?
Sanırım önemli sorulardan biri de bu. Özellikle cezaevi önünde yaptığım sohbetlerde, sendikalı veya partili partisiz yurttaşlarda gördüğüm, bu tahliyelerin çok önemli bir kazanım olduğu, verilen bir mücadelenin sonuç getirdiği yönünde. Adalete ve demokrasiye dair inanç veya umut adına sevindirici bir gelişme gibi görünse de, bana göre çok ciddi tehlikeler barındıran bir görüş bu. 17-25 Aralık süreci sonrası açıkça rafa kaldırılan demokrasi ve adalet gibi kavramlar, yine açıkça ilan edilen dikta yönetimi arasında bir parça nefes aldırmış olsa da Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) bu kararı, bunu muhalif kesimlerin mücadelesine bağlamak kendimizi kandırmaktan başka bir şey olmaz.

Gazete okuyup gündemi takip edenler, AKP içinde bir süredir yaşanan çatırdamadan haberdardır elbette. Bilhassa Abdullah Gül ve Bülent Arınç’ın çıkışları, kısa gelecekte çok büyük sürprizlerle karşılaşabileceğimizin sinyallerini veriyor gibi. Gül ile Erdoğan arasındaki kopuşun da net olarak ortaya çıktığını hatırlatmama gerek var mı, bilmiyorum. Dündar ve Gül’ün tahliyelerini de bu kopuşu göz önünde bulundurmadan değerlendirmek mümkün değildir. AYM’nin toplam 17 üyesinden 10’u Abdullah Gül, 3’ü TBMM, 3’ü Ahmet Necdet Sezer tarafından atanırken, Erdoğan’ın seçtiği üye sayısı ise sadece bir. AYM kararında Gül’ün seçtiği isimlerin belirleyici olduğunu da yine haberlerde okuduk. Dolayısıyla söz konusu tahliyelerin AKP içindeki ayrışmanın, Erdoğan-Gül geriliminin sonucu olduğunu görmek için çok üstün bir yetenek gerekmiyor. Eğer böyle kopma olmasaydı AKP içinde, adı geçen gazetecilerin tutuklulukları devam ediyor olacaktı belki de.

Tehlike olarak gördüğüm şey de tam burada başlıyor işte. Geçen yerel seçim sürecinde AKP ile cemaat arasında yaşanan kavga, havada uçuşan ses kayıtları, yolsuzluk iddiaları… Daha sonra ortaya çıkan Fuat Avni’nin “Kaybedeceksin” çığlıkları… Bir süredir AKP içinde yaşanan gerilim… Bugün de Türk basınında yer alan bir haber: ABD’li gazeteci Mike Whitney, Washington yönetiminin Erdoğan’a bir darbe girişiminde bulunacağını yazdı…. Tüm bu saydığım gelişmeleri, “Ay hadi inşallah” nidaları eşliğinde, koltuğumuzda sevinçle zıplayarak izledik ve izlemeye devam ediyoruz. Yani AKP’ye ve Erdoğan’a muhalif kesim, diktatörden kurtulma ümidini kendisinin dışındaki bir iradede görüyor. Ancak cemaatle kavga edilirse, ancak AKP kendi içinde çatırdarsa, ancak ABD bir darbe yaparsa kurtulabileceğiz diktatörümüzden. Peki, bu tabloda muhalif kesim nerede? Onlar bu tablonun içinde değiller; tıpkı bir sanat galerisinde gibi, ellerindeki likörü yudumlayarak gevşek kahkahalar içinde izliyorlar tabloyu. Tehlike tam olarak bu. İçinde bulunduğu kötü durumdan kurtulma ümidini ve gücünü kendinde değil de, yine rakiplerinin kendi içindeki kavgada gören bir toplum yapısı, her anlamda tehlikelidir. Rehavete kapılmak bir yana, artık kendisinden hiçbir halt olmayacağını kabullenmiş ve kaderini yine düşmanın insafına bırakıyor demektir. Bu kadar uyuşmuş, bu kadar bitmiş, bu kadar çaresiz bir halkla bir ülkenin kurtulması mümkün mü?

Can Dündar ve Erdem Gül’ün tahliyelerini bir yandan sevindirici bulurken, diğer yandan bir kazanım olarak görmüyorum bu sebeple. Biz, ne gazetecilerimize sahip çıkabildik, ne bireysel özgürlüklerimize sahip çıkabildik, ne de ülkemize sahip çıkabildik. Bir avuç insanın inatla yürüttüğü, ancak ya sesini duyuramadığı ya da duyursa bile kimsenin desteklemediği bir mücadele var ortada, ancak hiçbir şey için yeterli değil bu. Eğer, Türkiye’nin en köklü gazetesinin başındaki kişi, gözlerimizin önünde olanca hukuksuzluk içinde ve tamamen keyfi olarak götürülüp cezaevine tıkılmışsa, biz buna izin verebilmişsek, bizim dışımızdaki bir iradenin sonucuyla tahliye edilmelerini kazanım olarak görmek, budalalıktan başka bir şey değil. Eğer kendimizi bu yalanla kandırırsak, zaten varla yok arası süren bir avuç insanın verdiği mücadeleyi büyütmek mümkün olmaz. Böylesi bir savaşta “yeterlilik” duygusuna kapılmak, büyük bir yenilginin kaçınılmaz olacağı anlamına gelir.

Ne yapmak gerektiği kısmıyla ilgili olaraksa hiçbir önerim yok. Mevcut koşullarda bir şey yapması gerektiğini düşünmek yerine bireysel eğlencesine devam eden bir topluma bir öneride bulunmaya gerek duymuyorum. Hak ettiğini yaşayacak toplum, hepsi bu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder