ANA SAYFA

20 Haziran 2016 Pazartesi

Ekşi Sözlük'ten uçurulan polisin entry'leri



Ekşi Sözlük'te your life burns faster nick'li yazarın "bir polisin türk gençliğine çağrısı" başlığına yazdığı entry'lerin tümü. Yazar, bu entry'lerden sonra sözlükten uçuruldu. Entry'lere ulaşılamadığı için tek linkte topluyorum hepsini.








*********************************************************************************
ENTRY 1

1-"cesur olun!"
birleştiremiyorum. bağdaştıramıyorum. hep haksızlık. hep,
tamam. tayyibin son söylemleri (ezer geçeriz, bilmem ne cami vs.) buradaki hesabımı tekrar aktif hale getirmemim tek sebebidir. yoksa buranın milliyet.comdan bir farkı kalmamıştı benim için. okur gülerdim. eğlencelisiniz, güzelsiniz. bazen biraz önyargı olsa da olacak o kadar, böyle bir ülkede normal.

gezi oldu. gezide en ön planda aktif rol aldım. belki bazılarınızla karşı karşıya gelmişimdir. ordan taş, burdan gaz fişeği, olur böyle şeyler önemli olan can sağlığı. en çok utandığım, al ismail denen çocuk oldu. kazara, uzaktan değil, kasten bile isteye öfkeyle öldürüldü. en fazla küfretmiştir. cezası işkenceyle ölüm. küfredecek tabi ki lan, beş adamdan dayak yerken yalvarmaması bile asalettir.
akabindeki zamanlarda kobani oldu, onda da aktif rol aldım. hayatta en çok öfkeliyken kaybettim. zor öfkelenip zor soğuyorum. herkesin karakteri farklıdır. ancak, insan kendini bilerek olgunlaşır. olgunlaşmak ise hedefim değil, hedefim kendimi bilmektir. olgunlaşma hedef olursa, ergen olursun. ergenlik güzeldir ama ah şu toplum olmasa!

ergenliğin neresi kötüdür? her yazınızda aynı hata. ergenlik yeşillik cıvıllık koşup oynamak ve saf düşüncelerdir. yaş önemli değil. kimisi vardır on altısında ruhu kararmıştır, kimisi vardır; yetmişinde coşkulu ve zararsızdır.

bunlardan sonra polisler ve askerler şehit düşmeye başladı. bazı soldan tanıdıklar sebebini geziye bağladı. hıh... askerin suçu neydi? ya da geziden önce polis şehit olmaz mıydı?

onu bunu geçelim de bu ülkede polis neden ama neden bir türlü halkın polisi olamadı? kim bunun sorumlusu? devlet mi? ordu mu? tek hükümet mi? medya mı? dış mihraklar mı? (hakkaten swh) yoksa, ama yoksa, halkın kendisi mi?

polis neden hep sağda oldu? neden yahu soruyorum size? hiç mi, yani, hiç... ya belki de benim teorim doğrudur, muhafaza etmekle görevli olan insan daha muhafazakar olur. halkın canını ve malını muhafaza et! hapishane mevcutları dünya rekorlarına koşuyor. ya da, evet, ya da terminallerdeki emanetçilere bakın, tabelalarında ayetler, arapçalar yazar. e asker derseniz, onlarınki daha başka bir muhafazakarlık. ve toplum çoğunluğuna uymasalar da olacak bir muhafazakarlık. bu bağlamda; köydeki jandarma, uzaktaki piyadeye göre daha toplumsal muhafazakar olması gerekir. ve öyledir de. olamazsa on küsür sene önceki konyadaki olay olur, köylüler jandarmanın üzerine yürür. oku bunları prof hocam, oku! üniversite kes-kopyala-yapıştır yeri değil. oh be. hatta ve hatta; akpnin ilk baş askeri necdet, o da jandarma değil miydi? eeveeet. ama dur bi dakka, bu sadece tesadüf de olabilir. ama siz görün, tespit edin, araştırın.

her paragrafta aynı çile.... şimdi gelelim, buraya bunca zaman sonra yazma sebebime;
bu siteyi takip ediyorlar, her şeyi takip ettikleri gibi. buranın yeni sahibi şişman adam, yanında çalışan adamlardan ne kadar emin? daha kötüsü siz ne kadar eminsiniz bundan? her entry sahibi, yazdıkları bazı şeylerin akşam "sarayda" kajulu fıstıklı bir masada, bin altı yüzlerde yaşamış dedenizin ismiyle okunmadığından emin olabilir mi? malum; celali isyanları. daha öncesi yok. şu noktalama işaretleri hızımı kesiyor.eeeeh.

1. bir eylemci, her şeyden önce ne yaptığını bilmelidir. meydana çıkıyorsa aklında bir tereddüt olmamalıdır. karışacağı olay, uzak gelecekte düşman ordularına ve robotlara karşı silahlı bir direniş olabileceği gibi günümüzde toplumsal olayda polise karşı çeşitli hareketler de olabilir. ne istediğini bilmek önemlidir. harekette herkesin aynı biliçte olması önemlidir. forekzampıl; ben ve memurlarım çevik kuvvet olarak o zaman istediğimiz; hepinizin bir şekilde direncini kırıp, yorup bir daha gelmemenizi sağlamak, bir miktarda tutuklama yapıp çok ileri gidenlere kanuni yaptırımı hatırlatmaktı. isteğimiz buydu. (istenmeyen hareketler ise bizim işimizin, sizin de eyleminizin bir parçasıydı. şurada sizle polis arasında bir resim yarışması yapılsa bir çok perspektif hatası, birçok renk uyumsuzluğu vs. yaşanır. neden yaşanır? çünkü o bir resim yarışması.) neredeyse tamamımız isteğimizde nettik. işimiz buydu çünkü. siz ise aynı bilinçte değildiniz. bir kısmınız öldürmek, bir kısmınız çiçek vermek, bir kısmınız kitap okumak, bir kısmınız bu düzene küfretmek, bir kısmınız ortamlara girmek, bir kısmınız da vesair derdindeydiniz. oysa amaç bir ve tek olmalıdır. ama olay planlı değildi. bu da itiraf etmek gerekir ki; sizin masumiyetinizi gösterir.

2. cesur olmak gerekir ve bununla beraber kararlı olmak gerekir.
forekzampıl; biz görevde kararlıyızdır. cesur adama ise çok ihtiyaç yok. çok cesur olan çabuk ölür, ya da öldürür. mutlak cesur olan, itaatsizliğe yakındır.. . öyle bir insan zaten olamaz ve polislikte de olması gerekmez. askerlikte gerekir. (müdürüm bunları siz söylemeden zaten ben düşünüyordum.) kararlıyızdır. orada barikat kuruyorsun, işini devam ettiriyorsun. ben ise orada seni bekliyorum. inatla ve sabırla. çünkü buradaki işim yani senin direncin bitmeden ben kolay kolay şubeme ve en önemlisi evime dönemem. senin zayıflığını bekliyorum. öfke ve korku konusunda da öyleyiz. korkunun tam karşısında öfke mi vardır yoksa cesaret mi diye çok düşünürdüm. gönül isterdi ki bir psikolog ve bir generalle bu konu hakkında münazara yapabileyim. ama vakit yok. hızlı oku çocuk. öfke, canlı beyinlerindeki temel iki duygudan biridir. diğeri de korkudur. bunların eşikleri vardır. ve bunlar birbirleri arasında çok bağlantılıdır. öfkeli adam hiç istemem ve sevmem birliğimde. ben ise bazen öfkeleniyorum ama onlarda istemem. bana bakmayacaklar. öfkelenen insan çabuk korkabilir çünkü. kardiyografi kağıtları gibi düşünün. (doktor bey azaltıcam) yukarıda öfke var aşağıda korku. zig zag, zig zag... işte bu aktivite ruhta hiç çalışmamalı, hiç açılmamalı. görevde özellikle. ruh robot gibi olmalı. robottan zarar gelmez. robotlar ne öfkelenirler ne de korkarlar. sadece işlerini yaparlar. şu gaz tüfeği zıkkımını yatay atan memurlar öfke ve korku yüzünden attılar. robot gibi olabilselerdi sorun yoktu. insan olmak işte. aslında hata gene biz amirlerde. asker gibi eğitemedik. ama o kadar da eğitmek gerekir miydi ki? hem zaten bizde zaman yok. görev bitince adam evine gidiyor, koğuşa değil. çok şükür ki ben ve unsurlarım ne kimseyi öldürdük, ne de sakat bıraktık. en çok bundan dolayı vicdanım rahat.

ve bu ikinci maddeyi sizde inceleyelim. sizi orada yeterince cesur göremedim. en azından hepinizi... bir eylemci yapmak istediği eylemler doğrultusunda cesur olmalıdır ve kararlı olmalıdır. herkes binlerceniz omuz omuza kolkola girecek hedeflenen yere yürüyecek. o sırada biz karşınızda sizi yakın destekli hat düzeninde karşılarız muhtemelen dar bir yerde. bu temel hareketlerden biridir. ittireceksiniz. "başbakanlıkta piknik yapacağız" diye bilinciniz sloganınız olacak örneğin (ilk madde). slogan bilinçte kolay sağlamlaşır. amirleri olarak "bir adım ileri marş" dediğim anda sizin ön saflarda bir sarsılma olabilir (bu derece yakın temas olayını bir kere yaşar gibi oldum meslek hayatımda). kararsızsanız ve korkarsanız bozgunu yersiniz. "kalkan boz, cop çek! koşar adım marş marş!" panikte kaçışırken arkadaşlarınızı kendiniz ezersiniz. böyle yapmayın... kaybetmenizi artık istemiyorum. milyonlarca okumuş, iyi yürekli, kültürlü gençlersiniz. cahil cesur olur derler ama unutmayın ki her insan biraz cahildir ve her insan bu yüzden içinde bir yerlerde cesaret cevheri taşır. ittirerek gireceksiniz, devirerek gireceksiniz hatlarımızı. ilk tetiği çeken vicdanen kaybeder, unutmayın. biz tetiği çekmeyecek kadar dayağı, yenilgiyi ve hatta linci kabul edebilir olmalıyız. ama siz de; biz polisleri bu derece zorlayacak derecede istekli olmalısınız. mermiyi yemekten o anda korkmayacaksınız! mermiyi umursamadan yerseniz davanızdaki haklılığı dünyaya göstermiş olursunuz. canın önemli değil. canım önemli değil. benim böyle bir davam olsa benim için önemli olmazdı. korkma gel döv beni. gir içeri. taş yetmez. "çatı kuuuur!" çatı da temel hareketlerdendir bizde. iki saat taşladınız, zerre zarar görmedik, sadece birazcık yorulduk. havuz başında kaldıraç mıdır nedir, 1 grup (20 adam) kalan bizimkileri bozabileceğini gösterdi. hatta ethem bozgun artığı memur ahmet tarafından kazara orada öldürüldü. ama daha fazlasını yapabilmeliydiniz. yapamazdınız çünkü planlamadınız, yani masumdunuz.

kullandığım tanımlar yüzünden "ne biçim bakış bu, savaşta mıyız" diye düşünebilirsiniz ama sevgili arkadaşlar ama ben eğitimlerde içtimalarda "bundan böyle dünyanın en güçlü devletleri, çevik kuvveti en güçlü ve profesyonel olanlar olacaktır" diye eğitiyorum memurlarımı. yaa.

sen orada "selfie çektiricem, içmeye gidecem, kepçeyi bi de ben sürim, kutlama yapıcam, şurada güzel fıstıklar var oraya gideyim vs" diye barikatını bırakırsan, dediğim gibi, hedeflediğim şeyi elde etmek için, onlarca saat de olsa beklediğim şey olan, o barikatını girip dağıtacağım. dağıtacağım! kalan üç beş direnene de iki tekme bir cop. bekliyordum. hep beklerim. benim işim bu. değer miydi böyle yenilmeye? "eme öreye kışle yeptirmedik, eğeç kestimedik" vs deme bana! başbakanlığa gireceksin bahçesinde piknik yapacaksın, adam sabah işine gelemeyecek, diyelim ki gelecek ve o zaman o kırmızı halının üzerinde o nöbetçilerin önünde sana ters ters bakacak, sen çimlerde kızlı erkekli gitar çalacaksın, o bir şey yapamayacak, çıldıracak. zafer budur. yenilmemek budur!

kenarda durmasın, okunsun. vakit yok. devamında 3. iş görev bölümü 4.eğitim-techizat vs... ve malum şahıs gibi, kalan konulara devam edeceğim. sigara içemedim beynim dumanlandı. redaksiyon medaksiyon yok. yanlış yerleri düzeltirsiniz. ölmezsem, tutuklanmazsam gelirim buradan devam ederim.

*********************************************************************************
ENTRY 2

o "halkı isyana teşvik" diyen arkadaş bir zahmet ...sin gitsin.

o "ilmezsem, titiklenirsim" diyen arkadaş bilsin ki hesabımı kitabımı yaptım; sonuç; mapusanede şişleneceğim. (swh)

>buradan devam<

2. konudan devam<

bu kadar cesur olmanız gerekiyor. o kadar kararlı olmanız gerekiyor. değil standart bir askerin, standart bir çevik kuvvetin kararlılığının çeyreği kadar olsa yeter, yetmeli sizin için. tek başına cesaret sökmüyor ve o şevkiniz, o cesaretiniz karşınızdaki bizde üretilmiş olan kararlılığa yeniliyor, bundan daha acı bir şeye mantık varabilir mi allah aşkına? kararlılık asil bir duygu değildir öyle cesaret gibi. hatırla, matrixteki ajan smith cesur bir adam mıydı? hayır, insan bile değildi. ama çok kararlıydı. bizi de ajan smith olarak gör (swh). ama naptı? neo'yu kararsızlık üzerinden vurmaya çalıştı. adamı önce ağzıyla sonra kollarıyla eritmeye çalıştı. film bir örnekti.

hakiki cepheliler 100 kişi
hakiki ülkücü 200 kişi
cihadist 300 baş
kürt 500 şanssız insan
ulusalcı, hakiki atatürkçü vs 1000 insan
akp'li, merkez sağ 100 bin kelle

artık her şey hesap kitap. madem demokrasideyiz. demokratça haklarımızı yaşayacağız. meydan yürüyüşü, vurdu, kırdı, incindi vs. bunlar olacak. ölmeden, kan dökmeden olacak. ortada vatana, millete karşı yapılan haksızlıklar var. atatürk'ün emirleri de açık. mustafa kemal'in eskerleri değil misiniz? neyse, yukarıdaki tablo nedir? niye buraya resmettim? bunlar toplumsal olayda benim için aynı tehlikeyi yaratacak miktarlardır da ondan resmettim. ben işimi böyle bilirim. ona göre tedbirimi alırım. siz akşam çayında seçim grafiklerini önemsersiniz, ben ise işim gereği bu tür sayıları düşünür ve önemserim. demokrasi şahsi günlük hayatımda çok önemli değil benim. gerçeğim bu benim. son satırı on bin mi yazsam, bir milyon mu diye düşünmedim değil. çünkü hiç karşı karşıya gelmedim. ama bilirim ki akpli adam işinde, gücünde, avantasında olan adam. en asil duyguların insanı. onların düzenini yenerseniz sizden olurlar. apolitiktirler. diğer siyasi düşüncelerde apolitiklik oldukça düşüktür. yukarıya doğru gidildikçe azalır. forekzampıl; altmış bin tkp oyu içinde bir iki tane apolitik ocak-şubat doğumlu liseli oyu ya çıkar, ya çıkmaz.

demokrasi kararındaysanız devam edin böyle. değilseniz dediğim gibi, cana kıymayı düşünmeden düzeni isyan ettirin. çevik kuvvetin yenişemeseniz de en fazla 40-50 dopdolu günde disiplini bozulacaktır. hesabınızı kitabınızı yapın. hiç darbe yemediniz mi?... swh.

3. işine ciddiyetle yaklaş, aidiyet,görev, iş bölümü bilincin olsun

"gelişi güzel limoncu ol, kafana göre direğe çık" değil iş bölümü. direğe çıkma zaten popona fişek isabet eder. herkes grubunu bilecek. buna aidiyet denir. askerlik yapanlarınız bilir. tabur>bölük>takım vs. bunun gibi unsurlar oluştur. iş ciddi, bunun için sokağa çıktın, artık aşağılanmak kapris çekmek istemiyor musun? yap şunu. beş bin kişi birinci birlik, beşbin kişi ikinci birlik, üçüncü, dördüncü... grup, yürüyüş grubu, tayfa vs. adını ne koyarsan koy. internetten kayıt yap. ne bileyim. mesela yani."birinci birlik şu gün şu saatte şuraya" diye bir şey olabilir. az yorularak fazla etki olmuş olur.

devam edecek< edit: swh

******************************************************************************
ENTRY 3

arada arkadaşın biri yazmış "ajan değilsen, gel ikimiz gidelim". böyle plan mı olur? tam da bundan bahsediyorduk. bir eylemci iş bölümünün, görev dağılımının bir parçası olur. hareket bir kazanım elde etmişse, -bu kazanım küçük ya da büyük olabilir farketmez- eylemci bunu egosu gereği sahiplenmeye kalkışmamalıdır. bir yere yürümeye devam etmen gerekiyorse yürümeye devam et. elinle zafer işareti yapıp kamera arama. star olmaya gelmedin buraya. oradaki topluluğun önder kabul ettiği kişi veya kişlerin direktiflerine uy. kendinden vazgeç. konuna odaklan. ciddi ol. tuğla ol, boşluğu doldur. önündeki boşalan adamın yerine bir adım at. boşalmayan yere adım atma! ne eksik ne fazla! kolkola giren şu cephelilere bakın. radikallere bakın. bizim uyduğumuz kuralların, yani yazdığım bu düsturların çoğunluğunu zaten hatasız bir şekilde yerine getiriyorlar. onları gezide gördüm. flamalarıyla altışarlı yürüyüş kolundaydılar. hazırlardı. planlılardı. bu demektir ki o kadar masum değildiler. ama düşünsene, şu durumda masumiyet muhakemesi yapmak kimin haddine ki? ne önemi var? tarihçi misin? senin masumiyetin ancak birini öldürüp sakat bıraktın mı sorusuyla ölçülür. bunu yapıp yapmadığını bilirsin hatırlarsın zaten extacy çekmediysen.

lider olmayı baş olmayı düşünme, ben altı üstü başkomserim sen altı üstü bir coşkulu gençsin. parça ol, tuğla ol. yoksa haksızsın. davan önemli senin. bak, adam benim itaatime güvenerekten padişahlık taslıyor. aklı başında bir itaat hediye et, kanaat sahibi insanlara.

4. eğitim ve techizat

alışmak önemlidir. eğitim önemlidir. ama siz nasıl yapacaksınız, işinizde gücünüzde, sevginizde sivil insanlarsınız. ara sıra arsalarda toplansanız deli derler. tabii ki ne derlerse desinler ama siz ne dersiniz bu işe? şuraya sezarından, suvorovuna eğitimle alakalı laf etmiş generalleri isimleriyle yazarım. onun yerine şunu diyeyim. eğitim alıştırır. cesaret riskine gerek bırakmaz. önce bir, sonra iki, sonra üç..on üç...kırk üç metrelerden sırayla atlayarak çok güzel bir bungee jumpingçi olursunuz. buna inanın. herkes bu yöntemle bungee jumping yapabilir, dünyanın en korkak insanı bile. biz eğitimi çok yaparız mesela. sizin attığınız taşların biraz ufağını ama daha fazlasını benimkilerin kalkanlarına atarım. tekme atarım. alışırlar. sizin karşınıza çıktıkları zaman savaş değil, spor gibi zannederler. uzun bir süre böyle devam eder ve ta en sonunda disiplin erimeye başlar ama önemli değil, iş görülmüş olur.

siz bunu nasıl yapacaksınız? iş, güçten vakit mi var? olsun, kendi aranızda konuşun, planlayın bir şeyler. sonuçta amacınız kan dökmek, can almak olmayacak. prova yapın. tekrar edin. alışın. gönül isterdi ki bu sefer hepinizi ben eğiteydim ama ne mümkün. vaktimiz olmayabilir, yarından emin değiliz. hızlı oku. ama iyi anla. arkadaş yazmış "iki tık tık cümleyle olmaz" diye. hayır, doktrinle olur. bu teknik konularda başka kaynağınız yok. asıl ikimizin saflığıyla olmaz bu işler arkadaş. bunları buraya yazmakla kendi kötülüğümü ama sizin iyiliğinizi elde etmiş olacağım. iyi ki de elde edeceğim. pişman olmayacağımdan eminim. ben daha iyi bir durumda olamam bu saatten sonra, hissedemiyorum bunu. ama siz ve ülke önemlisiniz.

nasıl kaçılır, nasıl toplanılır. planlayın. panik nasıl kontrol edilir, nasıl daha az zararla yaşanır, düşünün, hazırlanın. biz eğitimlerde, müdahalede nasıl atak yapılırı değil sadece, nasıl geri çekilir, nasıl kaçılırı, linç durumunda nelere dikkat ediliri de öğretiyoruz. bunda ayıp bir şey yok. korkularınızı elinize alıp tarttıkça daha az korkarsınız ama aşırı korkusuz da olmayın. insanlığınızı kaybetmeyin. öfke sınırını da aşmayın. güç sarhoşluğu yaşamayın. (tayyip bu kavramı benden çalmıştı swh) fiziksel anlamda da kendinizi eğitin. bugünden itibaren şınava başlıyorsunuz. kademeli ve üç parça halinde. bugün 3+3+3 yarın 5+5+5 sonra 7 vs.

hem kayıptan hem kazançtan dersler çıkarın, toplumsal olay senin akşam eğlencende arkadaşlarınla sadece geyiğini yapıp kapatamayacağın kadar ciddi bir iştir. ben şahsen müdürmle, ukraynada berkutun hazin sonunu videolarla analiz ettiğimi bilirim. geyiği bırak! esas duruş! hop arka taraf! bunlar ilerde hakkaten doktrin olarak kullanılacaksa şu gereksiz cümleleri de ayıklasınlar bir zahmet. dörde geçiyoruz.

devam edecek<

*****************************************************************************
ENTRY 4

4-eğitim<
eğitimlerde öğretmek önemlidir. iyi bir polis toplumsal olayda şahsi bir iş olmadığını bilir. edilen küfürler şahsımızı, annemizi, babamızı tanıdıklarında değildir. sadece küfürdür. her bir küfre öfkelenecek olsak insanlıktan çıkarız. meydana çıktığında işini spor gibi yapacaksın. gezide önümüzde hep bir ağızdan binlerceniz "hepiniz orospu çocuğusunuz" diye haykırdığınızda, arkama dönüp adamlarıma baktım. gözleri kısılmış, tarif edilmez duygularla kalabalığa ağır çekim bakıyorlardı. kimisinin ağzından küfürler mırıldadığını duyunca hemen müdahale ettim.
"ağzın değil kolun çalışacak! küfreden adam sonra korkar. işini yapacaksın. vur dedim mi vur, dur dedim mi dur. ağzın dilin olmayacak senin!"

anladılar.

bir eylemci de böyle olmalıdır. bir yürüyüştesin diyelim, bir yerden gaz fişeği geldi gövdene değdi. hemen oraya doğru yönelmeyeceksin. istikametine devam edeceksin. mesela gösterici güruhtan biri ya da birileri bizimkilerden birine tekme attı. tekme atılan memurun kesinlikle tekmeciyi hatırlamamalıdır. safını, hattını bırakıp o an kinlendiği adamın peşinden koşup müdahale etmeye kesinlikle hakkı yoktur. olamaz. siz de böyle olacaksınız. her şey topluca olur toplumsal olayda. ahmet, mehmet olmanın bir önemi yoktur. toplu şekilde hareket eden kazanır. bir kalabalık toplu şekilde hareket etmiyorsa güçlerinin ederi; hepsinin şahsi güçleri toplamı kadardır. 1,25+1.75+ 1,05+ 2.85 (dev bir arkadaş mesela)+ vs... kalabalık tek bir yerden aldığı emirle ve aynı anda hamlelerini yapabiliyorsa -hamle doğru ya da yanlış fark etmeeez- , ederleri; her birinin şahsi güçlerinin çarpımı kadardır 1,25x1.75x 1,05x 2.85x.... aynı iddia ganyanı gibi yani. bu teke tek bir sokak dövüşü değildir. onda dövüşen iki kişiden kalıplı, hızlı veya cesur olan kazanır. beni dövebilecek arkadaşlar araızda illa ki vardır. bunda ise öyle değildir. kanunlar burada böyledir. bu hususlara dikkat ediniz. özetle; yerini terke etme, lider değilsen lider değil bir tuğla ol. egonu bir kenara bırak.

4.b. techizat
techizat olmadan eylem, gösteri kontrol altına alınamaz. çok zor, neredeyse imkansızdır. aynı şekilde techizat olmadan eylemci de aktivitesinde başarıya ulaşamaz.

4.b.1. cop
cop; eski dilde "cobb"dan gelir. kalın kısa değnek anlamındaymış o vakitler.farsça kökenli olması lazım. beş çeşittir.
kısa cop: araç içerisinde kullanılır. azılı tutuklular bazen araçta rahat durmazlar.
orta cop: orta uzunluktadır. karakol, bina, oda içinde demirbaştır.
uzun cop: meydanlarda kullanılır. standart çevik kuvvet copudur.
te cop: teknik coptur. daha çok yakın savunma amaçlıdır. amerikan polisinde felan yaygındır.
teleskobik cop: yeni çıktı. ben pek alışamadım. anten gibi.şıp yapıyosun, uzuyor.
buna karşın özellikle aşırı uçlar (koministler vs) tedariklidir. tedarikli oldukları için o kadar da masum değillerdir. pankart sapları onlar için gizli haydardır. zaten pankart kağıdı minicik, sopa ise kalın olunca işkilleniriz. derhal girişte men ederiz.

4.b.2 gaz tüfekleri
astım hastalığı olanlar için gaz ölümcül olur. bu kişiler buna dikkat etmeli, gaz var olduğu anda uzaklaşmalılar.

4.b.2.a zed/borugaz
uzak mesafeye gaz fişeğini göndermek içindir. gaz fişeği gönderilip düştüğü yerde gazını bölgeye boşaltmaya devam eder. kalabalık bundan etkilenir. eliizle alın su kovasına koyun. sıcak olmaz o kadar. sıcak olanlar elle atılanlardır, değineceğim. gaz; göz yaşartır, solunum sistemini yakar ve tıkar. az daha ölüyordum. iki kere net oldu. gaz fişeğinin içinde cn, cs, os gazı patlamaya hazır bekler. biber gazları biberden yapılır. kimyasal gazların en zayıflarıdır. gaza alışmak diye bir şey yoktur. insan vücudu gaza bağışıklık göstermez. ya buna karşı daha hassassındır ya da değilsindir. suyun sadece etkisini kırabildiğini bize okulda öğretmişlerdi. ilk deneyimimi hatırlarım da, aşağıda silah dersanesinde dersteydik. uygulama gereği, aylar önce patlamış kapsülleri koklamıştık da hepimiz gözlerde yaşla lavaboya nasıl koşmuştuk? kulakları çınlasın o zamanki amirimiz çok iyi adamdı. hey gidi. sonuçta ağzınızda burnunuzda ıslak tülbent sarılı olursa işe yarar diye düşünüyorum. kürtler doğuda öyle yapıyordu. gözleriniz hava sızdırmaz dalış gözlükleri de fena değil. ama adam gibi çözüm ise maskedir. zed7borugazın çarpma etkisi kötüdür. tüfeğin tipine göre mermiden sadece beş kat felan yavaş gittiğini biliyorum. mermi gibi yivli dönerek de gitmez ama sonuçta öldürebilir. yaşandı biliyorsunuz. kapsül alüminyum olup, alüminyum da yumuşak bir metal olmasına rağmen sonuçta bir metaldir ve kemiğe zarar verir. herkesin motorcu kaskı olsun. maske ve üzerine kask. bu aletler bela adına en çok korktuğum aletlerdir. hiç istemediğin halde katil edebilir insanı. kısa bir kursu vardır memurlar için yoksa kullandırmayız. ve işte önemlidir kask... başı korumak, copa, kapsüle karşı hayati önem taşır ve hayatınızdan öte eylemin gidişatını belirler. bir grupta en fazla iki zedçi/borugazcı olur. eğitimlerde "asla başa vurmayacaksınız, sakatlık çıkarmayacaksınız" diye öğütlerdim her defasında. yürek vicdan olmadan insan hiç bir halt olamaz. ama bu aletler zayıf da olsa birer silahtırlar ve varlık
ları hep sıkıntıdır.

4.b.2.b. efen/fn
paintball'u andırır. içindeki hava tüpüyle plastik bilyelerini fırlatır. birincil amacı; göstericiler içerisinde bazılarını boya bilyeleriyle işaretlemektir. ikincil amacı; minik gaz bilyeleriyle tek bir kişiyi ufak bir darbeyle hareketini kısıtlamaktır. kurslu silahtır. zimmetle verilir. memurun iyi nişancı olması gerekir. aksi halde sakatlık çıkar. tabak gibi kartuşları olur. memurun kartuşuna hangi renk boya koyacağı onun tercihine kalmıştır. üstü, elbisesi boyanmış kişi görüldüğünde yakalanmalıdır. kask lazım. boyanmaktan, yakalanmaktan ise korkmayın. bir şey olmaz.

5-gaz el bombası, toma vs. hepsinin tanımı doldurulur. mühim değil. acele etmem lazım.

***********************************************************

Not: Konuyla ilgili kişisel değerlendirmemi Twitter'da flood olarak yaptım. Okumak isteyenler aşağıdaki linke tıklayıp alta doğru devam edebilir;

https://twitter.com/hakiki_cassey/status/744562126811963392


Not 2: Şurada da, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası yine bu konuya dair yazdıklarım var;

https://twitter.com/hakiki_cassey/status/756567504739237888



18 Haziran 2016 Cumartesi

Örgütlü şiddet sarmalında

Dün akşam Firuzağa'da Velvet İndieground Records adlı mekanda düzenlenen Radiohead etkinliğine dinci/gerici bir grup saldırdı. Saldırının nedeni, Ramazan ayında içki içilmesi. Aslında bir "Ramazan klasiği" olan saldırı, daha önce sayısız kez yaşanmış örneklerinden farklı olarak infiale neden oldu bu kez. Geceden beri, başta Twitter ve Ekşi Sözlük olmak üzere sosyal medyada genel olarak "Bireysel silahlanmanın gerekliliği", "AKP'nin ülkeyi getirdiği durum", "Askeri darbenin şart olduğu" gibi önerilerin yanı sıra "Sallandıracaksın üç beş tanesini" nakaratı dile getirildi. Genel gözlemim, neden-sonuç ilişkisinin yanlış kurulduğu ve çözümün yanlış yerde arandığı yönünde.

Öncelikle; "İzlerken kanım dondu", "Aman Allah'ım, gördüklerime inanamadım!", "Tanrım, delirmek üzereyim, gerçek olamaz!" vb yorumlarında bulunanların, kendilerine sormasını istediğim bazı sorular var: Şurada 15 gün önce, "Ramazan'ın ilk dayağı hangi şehirde atılacak? Erzurum mu Yozgat mı? Ahahaha" diye geyik yapanlar, dünkü saldırının nesine, niçin şaşırdılar? Her Ramazan'da benzer şeyler yapıldığını biliyorsunuz, bunu bekliyordunuz üstelik. Şimdi neden kanınız dondu ki? Linç nasıl oluyor sanıyorsunuz? Hafifçe iki tokat atıp, bira şişesini insanların kafasında usulca ve nezaketle kırarak mı? O "Ramazan klasiği"nin bu kez infial yaratmasının nedeni, olup bitenleri canlı canlı izlemiş, o anlara tanıklık etmiş olmamız. Bir haberi gazeteden okuyup fotoğraflarına bakmakla o olaya tanıklık etmek, çok farklı şeyler. Eğer videoyu izlemeyip sadece Twitter'da okumuş, belki 3-5 fotoğraf görmüş olsaydık, büyük olasılıkla şimdiki kadar büyük bir tepki vermeyecektik. Zira aynı grup; 2 Şubat 2016 akşamı da o bölgede içki içenlere silah sıkarak saldırdı, 2014 Mayıs'ında sanat galerisi açılışına saldırdı, 2014 Temmuz'unda içki içenlere saldırdı. Bunların dışında Türkiye'nin çeşitli yerlerinde benzer saldırılar gerçekleştirildi. Üniversitelerin açık olduğu dönemde kantin basıp oruç tutmayanlara saldırılması ise artık neredeyse haber değeri taşımıyor. Bütün bunları gazeteden, sosyal medyadan okuyup "Cık cık cık... Ortadoğu çomarları işte" dedikten sonra içkimizi yudumlayıp eğlencemize devam ettik kaldığımız yerden. Oysa bu kez; o bağırışları, o tekme tokat seslerini, kafada kırılan bira şişesinin şangırtısını duyduk. Yaşadık yani olayı izlerken, "oradaymış gibi" olduk. Birilerinin kanının donma sebebi de, dehşete düşme nedeni de, olayın sosyal medyada bu denli gündem olma gerekçesi de bu: İlk kez tam anlamıyla empati kurduk mağdurla.

Tabii, son üç yıldır sıklıkla duyduğumuz gibi, yine bu saldırı sonrası da "Bireysel silahlanmanın gerekliliği" klişesi milyon defa dile getirildi. Ekşi Sözlük'te saldırıyla ilgili başlıkta çok sayıda yazar tarafından bunun artık şart olduğu vurgulandı. Genelde atıp tutmayı seven ama atıp tuttuklarının yüzde birini bile hayata geçiremeyen bir toplumuz. Üç yıldır "Bireysel silahlanma şart" diye tutturanların silahlandığına denk gelmedim ben. Denk gelene de denk gelmedim üstelik. Sadece her olayda tekrarlayıp duruyorlar. Otuz sene daha da aynı sözü yinelerler. Ama bunun dile getirilmesini önemsiyorum. Çünkü;

Daha önce de milyon defa söylediğim, yazdığım gibi, tamamen aynı gerekçeyle örgütlenip silahlanmış devrimcilere "terörist" diyen bu yumurcakların, sıkıyı gördükleri ilk anda çareyi bireysel (kitlesel ve/ya örgütlü de değil) silahlanmada görmeleri komik olduğu kadar sinir bozucu. Ancak bir yanıyla da umut verici. Çünkü belki salt bu şekilde anlayabilecekler devrimcileri ve "terörist yuvası" dedikleri Gazi Mahallesi'ni, Okmeydanı'nı, Tuzluçayır'ı. Buradaki insanların durduk yere ve birden bire silahlanmadığını, tıpkı o yumurcaklar gibi buna mecbur kalındığının idrak edildiğini ve fakat o yumurcaklardan farklı olarak bunu bireysel olarak değil, kitlesel ve örgütlü olarak yapacak akla sahip olduklarını anlayabilecekler. Devrimcilere sırt çevirmemeleri gerektiğini görecekler belki bu sayede. Böylelikle, bunun bir hükumet sorunu değil, sistemli bir devlet politikası olduğu gerçeğiyle yüzleşebilecekler.


"AKP ülkeyi ne hale getirdi!"
Eğer bu yaşananların son 14 yılda geliştiğini, bu gerici saldırıların AKP dönemiyle ilgili olduğunu düşünüyorsanız ya 20'li yaşların başında ve apolitik bir gençsinizdir ya da steril fanusunuzun içinde ülke gerçeklerinden bihaber yaşamış bir lümpen. Bu ülke böyleydi; 20 yıl önce de böyleydi, 40 yıl önce de böyleydi, 60 yıl önce de böyleydi. Hatta şimdilerde iyi bile. En azından Ramazan'da açık lokanta bulunabiliyor, içki servisi yapan mekanlar hizmet verebiliyor. Eskiden bırakın alkol içilen mekanın basılmasını, gündüz açık olan sıradan bir lokanta bile taşlanırdı bu ülkede. Tüm bunlar olurken de AKP değil, bizzat sizin veya ebeveynlerinizin oy verdiği merkez sağ partiler vardı iktidarda. O "Laikliğin teminatı anlı şanlı Türk ordusu" Erdoğan'ın kontrolüne geçmemişti o yıllarda.

İşte, "Ülke nasıl bu hale geldi?" sorusunun yanıtı tam burada. Geçmişte tüm bunlar olup biterken siz veya anne babanız, hiçbir şey yapmayıp oturup izlemekle, Madımak Oteli canlı yayında yakılırken "Cık cık cık, yazık o insanlara" demekle yetindiğiniz için bu halde bu ülke. Ve bunlara göz yuman partilere oy verdiğiniz, ana babanız oy verdiği için böyle. Tabii şu dakika itibariyle odaklanılması gereken suçluyu tespit değil, çözüm! Ona bakalım.


Devlet mi hükumet mi?
Yine yine yine yeniden aynı konuya geliyoruz dönüp dolaşıp. Bu ülkenin "Devlete değil hükumete karşı" bireyleri devlet gerçeğiyle yüzleşmediği sürece herhangi bir sorunun çözümü mümkün değil. Bunun idrak edilebilmesi için 6-7 Eylül Olayları, Trakya Olayları, Maraş Katliamı, Çorum Katliamı, Sivas Katliamı, Bahçelievler Katliamı, Kanlı Pazar, Kanlı 1 Mayıs, Gazi Mahallesi Katliamı konularında bilgi edinmek, bunlara dair araştırıp okumak gerek. Faillerin kim olduğu, yakalanıp yakalanmadığı, hukuki sürecin nasıl işlediği, ne şekilde sonuçlandığı vs görüldüğünde, devlet aygıtının ne olduğu daha iyi anlaşılabilir. O anlaşılmadan gerçek anlamda bir çözüm üretilemez.


Bireysel silahlanma çözüm mü?
Öncelikle şunu söyleyeyim; mevcut sistemde şiddet karşıtı biri değilim. Taraftarı olduğum, öncelikli çözüm olarak gördüğüm bir kavram da değil elbette şiddet. Ancak barışçıl olmakla, barış içinde yaşamayı istiyor olmakla aptal olmak arasında fark var. Bununla beraber nihai çözüm olarak şiddeti görmek, çok tehlikeli bir düşünme biçimine götürür bizi. Esasen çoğunuzun silahlanmayacağını, anlık gaza gelip kükrediğinizi, elinize silah verilse bile kullanamayacağınızı biliyorum. İnsan beyni, zaman içinde düşünme algoritmasını değiştirir. Beyinde oluşan veya yer eden bir fikir, zamanla tüm düşünme biçimini, adımlarını bütünüyle farklılaştırabilir. "Adaletin olmadığı yerde halk kendi adaletini sağlar" sağlar diyerek bireysel silahlanmada çözüm aramak fikri yanlış bir algoritma üzerine oturursa, çok çok tehlikeli bir yere evrilebilir.

İlk olarak şunu sormak gerek: Bu olaylar neden yaşanıyor? Örneğin oruç tutmayanlara, içki içenlere saldıran bu grup, onları öldürmekten imtina eder mi? Her fırsatta sosyal medyada "Sonunuz Ali İsmail gibi olacak" yazabilen bir güruh var. Belli ki bizlerin öldürülmesi taraftarılar. Peki neden bunu yapmıyorlar da yalnızca darp etmekle yetiniyorlar? Çünkü işin içine cinayet girdiğinde, katiller mahkemeye çıkacak ve yargılanıp hapse atılacak. O aşamada işleyen bir hukuk var yani. Bunun istisnaları var elbette. Gezi'de katledilenlerin katillerini koruyor devlet veya aynı şekilde doğrudan kendi tezgahladığı kitlesel katliamların faillerini saklıyor. Ancak dün akşamki gibi olaylarda, yani "sıradan birey" diyebileceğimiz gericilerin işleyeceği cinayetin sonucu hapisle noktalanacak. Onları cinayet işlemekten alıkoyan tek etmen bu.

Gericilerin "dini hassasiyet" diyerek laik/seküler kesimi darp edebilmesinin eskiden beri var olduğunu söyledik. Devletin yasaları da, o yasaların uygulayıcıları, koruyucuları da, bu gerici güruhu koruyup kollayacak şekilde dizayn edildi devlet tarafından. Salt seküler apolitiklere saldıran İslamcılar değil, solculara saldıran ülkücüler de polis tarafından korundu ve hatta polis o gruplarla birlikte saldırdı mağdur tarafa. Faillere de hiçbir şey olmadı sonunda. Merkez sağ hükumetlerde de böyleydi bu, sosyal demokrat koalisyonlarda da böyleydi. Hatta o çok güvendiğiniz askerin Madımak Katliamı sırasında nasıl sessiz kalıp seyrettiğinin belgelerini küçük bir internet araştırmasıyla dahi bulabilirsiniz.

Devlet buna öteden beri bilinçli olarak izin veriyor, hatta saldırganları koruyordu. Ülkedeki hukuk sistemi, yargı düzeni, kolluk kuvveti dizaynı bu yani. Böyle olduğu için de cinayet işlemekten kaçınan güruh, darp etmekte herhangi bir beis görmüyor, tam tersi cesaret alabiliyor. Demek ki değişmesi gereken kısmı burası bu işin. Bu yönde yasal düzenlemeler yapılması, yasa uygulayıcılarının ve kolluk kuvvetlerinin buna göre yeniden şekillendirilmesi gerekiyor. Örneğin dün akşamki mekandan içeri girip herhangi birini darp etmenin net 20 yıl cezası olsa, eşikten içeri bir tek kişi adımını atamazdı. Bırakın onu, kapı önünde ses dahi yükseltemezdi, toplum huzurunu bozma suçu işleyip ceza alacağı için.

Örgütlü bir şekilde mücadele edilecekse eğer, tam da bu sistemin değişmesi için edilmeli. Devleti ve yasalarını es geçip salt karşı gruba şiddet uygulamak için örgütlenmek, düşünme yetisini kaybetmiş bir aklın ürettiği ilkellikten başka bir şey değildir. Adaleti devlet ve evrensel hukuk değerleri yerine bireyler/gruplar sağlamaya kalkarsa, ülke mezbahadan beter bir yere döner. Üstelik bunun bir sınırı olmayacağı gibi, herkesin adalet anlayışı farklı ve kendine göre olacağından giderek yükselen bir şiddet sarmalının içinde boğulup gideriz hep beraber. Birileri "Ortadoğululuk" mu diyordu?

Tabii bu anlattığım, uzun vadedeki nihai çözüm. Bir sorun karşısında kısa, orta ve uzun vadeli çözüm yolları belirlenir. Bu üçünden birini eksik bırakarak oluşturulacak güzergah, başarısızlıkla sonuçlanacaktır kuşkusuz. Dolayısıyla kısa vadeli bir çözüme de gereksinim olacak. İşte örgütlenme seçeneği ve -gerekirse- kaba kuvvet, tam orada giriyor devreye. Zira bahsettiğim uzun vadeli çözüm öyle kolay gerçekleşmeyeceği gibi, bunun önünde gerek o gerici topluluklar, gerek kolluk kuvvetleri, gerekse bizzat devletin kendisi engel teşkil edecek. O engeli de yine yasal ve devletin belirlediği "demokratik" sınırlar dahilinde aşabilmenin mümkünü yok. Hele de mevcut koşullarda.

Evet, kısa vadede örgütlenmek ve hem bireysel hem de kitlesel savunmayı öğrenmek gerekiyor. Yine evet, bu örgütlülükle güç gösterisi yapmak ve karşı tarafın gözünü korkutmak da önemli bir savunma şeklidir. Ancak bu, kısa vadede çözümdür ve nihai amaç haline getirilmemelidir.


"Gerçek İslam bu!"
Son olarak değinmek istediğim bir nokta da, yine dün akşamdan beri sosyal medyada "Gerçek İslam bu", "Müslümanlara yaşama hakkı vermek hata" gibi cümlelerle doğrudan İslam'ı hedef alan ifadeler. Şu "Gerçek İslam" konusunda ayrıca bir yazı yazmayı düşünüyordum Ramazan'ın başlangıcında, belki önümüzdeki günlerde kaleme alırım o yazıyı. "Gerçek İslam"ın bu olup olmadığı, tarihsel süreçte değerlendirilmesi gereken bir konu. Günümüz için de gayet tartışmalı bir iddia. Yine özellikle Ekşi Sözlük'te, namazında niyazında, orucunu tutan birçok Müslümanın bu saldırıya tepki verdiğini görmek mümkün. O yazıları yazanlar da kendilerini Müslüman olarak tanımlıyor, bu saldırıyı yapan güruh da. İslam'ı ve Müslümanların tamamını hedef alarak kullanılan ifadeler, "Orada olsaydım bu saldırganları döverdim" diyen Müslümanları uzaklaştırmaktan başka hiçbir işe yaramıyor. İki grup düşünün; birinde tasvip etmeseniz de sizle aynı inanca mensup insanlar var, diğerinde doğrudan size küfreden, sizi tamamen dışlayan, değerlerinize söven insanlar var, hatta sizi yok etmek istediğini söyleyen insanlar. Başka seçeneğiniz kalmasa ve iki grup arasında tercih yapmak kaçınılmaz bir zorunluluk olsa sizin için, hangisini seçerdiniz? Tasvip etmediğiniz grubun yanında hayatta kalacaksınız, diğer grup sizi öldürecek; bu kadar basit düşünün. Dolayısıyla, yanınızda duran, durabilecek insanların değerlerini tümden aşağılayıp hiç suçları olmadığı halde onları rencide ederek yalnız kalırsınız sadece. Bu ülkenin AKP'den önce kutuplaşmasında bu dil çok büyük rol oynadı zaten. Laiklik dediğimiz şey ateizm değil. Sekülerizm ve laisizm farklı kavramlar. RTE'nin sözlerinin aksine bir insan hem laik hem Müslüman olabilir. Radikaller yüzünden laik Müslümanları yanınızdan uzaklaştırmak, akılla, izanla açıklanabilecek bir tavır değildir.

Yaşanan olayın sıcaklığıyla yükselen adrenalin sonrası fevri refleks göstermek anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir durumdur ama sonrasında serinkanlılıktan ve akıldan uzak tavır geliştirmek de, o eleştirilen "Ortadoğulu" tutumudur.


Haber link: http://www.birgun.net/haber-detay/gericiler-firuzaga-da-sopalarla-kafe-basti-116615.html



29 Mayıs 2016 Pazar

Başarısı tartışılan hareket: GEZİ

Gezi Olayları, Gezi Hareketi, Gezi Direnişi veya Gezi Eylemleri... Herkesin, algıladığı şekilde tanımladığı ve Türkiye siyasi tarihinde önemli kırılma noktalarından biri olarak yerini alan Gezi Hareketi, üçüncü yaşının "kutlandığı" şu günlerde "başarısıyla" da tartışılıyor. Karşıtlarının, "kesinlikle başarısız" bulduğunu (veya bilinçli olarak bu şekilde nitelediğini) bildiğim(iz) hareketin, katılımcıları açısından bugün nasıl değerlendirildiğiyle ilgiliyim tabii ki. Gezi'ye katılmış, destek vermiş, doğrudan veya dolaylı olarak içinde yer almış kitle, üçüncü yılın tamamlandığı şu günlerde harekete dair farklı yorumlarda bulunuyor.

An itibariyle Twitter'da başlattığım bir ankette, hareketin "başarısını" sorup şu üç seçeneğe yer verdim: a) Başarılı olmuştur b) Başarısız olmuştur c) Kararsızım. Elbette katılımcıların eğilimlerinin belli olmadığı ve sosyal medyada çok kolaylıkla maniple edilebilen tek soruluk bir anketle sosyolojik bir analiz yapılamaz, sağlıklı bir sonuç elde edilemez. Ama az çok da olsa fikir verebileceğini düşünüyorum. Henüz yarım saat önce yayınladığım anketin şu anki durumuna göre katılımcıların (56 kişi) %50'si başarılı bulduklarını belirtirken, %29'u başarısız bulduğunu ifade etmiş, %21'i ise kararsız olduklarını beyan etmiştir. Anket birkaç saat daha devam edecek. Yazının sonunda, anketin son durumunu da paylaşacağım.

Gezi'yi başarılı bulanlarla da başarısız bulanlarla da konuşup çeşitli sorular sorduğumda, çoğunlukla üçüncü veya dördüncü soru sonunda niçin başarılı veya başarısız bulduklarına dair çok somut yanıtları olmadığını görüyorum. Argümanlar tıkanıyor bir noktadan sonra. Başarılı bulduğunu söyleyenlerin son raddede ortaya koyduğu en somut savunu, "Parkı yıktırmadık, kışlayı yaptırmadık" olurken, başarısız bulanlar "AKP iktidarı hâlâ devam ediyor. Bir şeyi değiştiremedik" diyor üç aşağı beş yukarı.

Eğer eylemlerin başlangıç noktasının parkı yıktırmamak olduğu düşünülürse, evet, Gezi başarılı olmuştur. Ancak ülkenin birçok yerine yayılan, sekiz canın yitirildiği, onlarca kişinin yaralandığı, hareketin ruhunu anlatan en önemli sloganlarından birinin "Mesele ağaç değil, sen hâlâ anlamadın mı?" olduğu toplumsal bir hareketi salt Taksim merkezli bir park konusuna indirgemek, Gezi'ye son derece sığ bir yaklaşım olur. Hatta, başarı savunusunu "Kışlayı yaptırmadık işte" noktasına indirgeyenler, kesinlikle başarısız bir sonuç fikri bile uyandırıyor bende.

Eğer Gezi eylemleri, öncesinde planlı programlı bir şekilde AKP'yi iktidardan indirmek amacıyla düzenlenseydi, yani milyonlarca insan "Hadi, şu gün sokağa çıkıyoruz ve iktidar yıkılana kadar direniyoruz" diye anlaşıp başlasaydı eylemlere, iktidarı devirememiş olmaktan ötürü kesin bir başarısızlıktan söz etmek mümkün olacaktı. Oysa bu amaçla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir şekilde, gerçekten de salt parktaki birkaç ağacı ve parkın kendisini korumak için başlamış, daha sonra polisin orantısız şiddeti nedeniyle giderek büyümüş, yıllar içinde biriken öfkenin neden olduğu toplumsal patlamayla da çok kısa süre içinde bambaşka bir şeye evrilmiş bir süreçtir Gezi. Evet, belki toplumsal bir harekete dönüştükten sonra hükumetin düşürülmesini amaçlayan, temenni eden, bir umut o beklentiye girenler olmuştur ama salt bundan ötürü de "Gezi kesinlikle başarısız oldu" demek, başarısızlık fikrini salt bu argümana yaslamak da çok doğru bir bakış olarak görünmüyor bana.

Gezi hareketini, yine bu blogda daha önce yazdığım "Ulusalcılar ve ulusalcılık sorunu" başlıklı yazımda tanımlamıştım. İlgili bölümü aktarıyorum ("Devlete değil hükumete karşı olmak" ara başlığından);

Gezi, hiç kimsenin, hiçbir partinin, hiçbir ideolojinin hareketi değildi. Tıpkı bir aşure gibi, içinden hangisini çıkarsan eksik kalacak, hepsinin bir araya gelişiyle lezzet kazanmış bir hareketti. İçinde devrimciler, hatta illegal sol gruplar olmasaydı da Gezi olmazdı, Kürtler olmasaydı da Gezi olmazdı, ulusalcılar olmasaydı da Gezi olmazdı. Ama ulusalcılardaki bakış ne? "Gezi'de sol gruplar olmasaydı keşke, PKK'lılar Gezi'ye zarar verdi" vs... İstedikleri, tipik ulusalcı kafasıyla; herkesin "Mustafa Kemal'in askerleriyiz" diye bağırdığı, herkesin elinde Türk bayrağının olduğu, kimsenin polise taş atmadığı, hep böyle komikli yazılarla sadece sloganların olduğu bir şey olmalıydı. Eğer orada Kürtler, devrimciler, sosyalistler, sol örgütler olmasaydı, polis hepinizi tam da Muammer Güler'in söylediği gibi kulaklarınızdan tutar, geçmişinizi siker atardı parktan. Hayatınızda sokak eylemine mi katıldınız? Barikat kurmayı mı biliyorsunuz? Polise nasıl direnilebileceğine dair en ufak bir deneyiminiz mi var? Aranıza karışan sivil polisleri ayırt etmeyi mi biliyorsunuz? Hani kabaca, hangi götünüze güvenip polisin karşısında duracaktınız da park savunacaktınız o devrimci yapılar ve polisi püskürten örgütler olmasaydı? Polis, ayağını yere hafif hızda vurup "La sktrin!" diye bağırsa, arkasına bakmadan kaçacak modellersiniz çoğunuz. Bırak polise karşılık vermeyi, önünde kol kola girip direnebilecek bir kitle dahi değilsiniz. Gezi direnişi o kadar uzun sürdüyse, polise o kadar direnilebildiyse, tamamen devrimci yapıların ve sol örgütlerin sayesindedir bu. Tabii salt onlar olsaydı da ulusalcılar olmasaydı, yine Gezi direnişi olmazdı. Her zamanki gibi polisle çatışan "teröristler" olurdu, televizyondan izleyen ulusalcılar da polisi alkışlardı zaten. O apolitikler olmasaydı o komik yazılar, sloganlar olmazdı örneğin. Bu yüzden, içinden herhangi bir öğe çıkarılsa Gezi olmazdı. 


Tamamen bağımsız, hatta lidersiz bir hareketten söz ediyoruz. Elbette daha sonra Taksim Platformu gibi yapılar oluşmuş, kitlenin sözcülüğünü yapmış, talepleri iletmiştir iktidar mensuplarına ama bu, Gezi'nin lidersiz bir hareket olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Sonrasında çeşitli gruplar bu hareketi daha organize ve siyasi bir tavra dönüştürmeyi de amaçlamıştır. Akla ilk gelen örnek Haziran Hareketi, bunlardan biridir. Ancak Haziran Hareketi de beklediğini bulamadı açıkçası. O apolitik gençler, birden bire politize olmadı ve sonrasında herhangi bir siyasi hareketin içinde yer almadı. İşte bundan sonraki süreç önemli Gezi'yi değerlendirebilmek için.

Ben bugün üzerinden üç yıl geçen Gezi hareketini bir sonuç olarak değil, tarihsel bir süreç olarak görüyorum. "Yani evet, eylem yapıldı ama hükumet devrilmedi, üzerinden de üç yıl geçti, bir şey elde edilemedi" demek, toplumların tarihsel süreçlerini es geçerek kısa vadede tek bir olaya çok dar bir pencereden bakmakla eş değerdir. Hareketi değerlendirirken, bütünüyle homojen bir kitleden bahsetmediğimizi, bileşenlerinin farklı uçlardaki birey ve gruplardan da oluştuğunu, eğilimlerin ve beklentilerin birbirinden çok çok farklı olduğunu gözardı edemeyiz, etmemeliyiz. Dolayısıyla Gezi'yi, toplumsal dönüşüme kattıklarıyla değerlendirmek gerekir her şeyden önce; parkı korumuş olmak veya hükumeti devirememekle değil. 

Sözünü ettiğimiz toplumsal dönüşümü incelerken, Gezi'ye katılanların Gezi öncesi ve bugünkü durumunu karşılaştırmak gerekiyor belki bir parça. Sol ideoloji mensupları (sosyal demokratlar buraya dahil değil, onları ulusalcılar kategorisinde topluyorum) için değişen bir şey yok, onlar zaten siyasal olarak Gezi öncesinde de aynı noktadaydılar. Ülkücüler zaten kısa bir süre sonra çekildi, çekilmeyip de orada kalan seküler olanları açısından da yine bir şey değişmedi. Gezi öncesiyle bugünleri arasında hiç fark yok. Aslında apolitik dediğimiz gençleri de ulusalcı kategorisinde toplayabiliriz, zira ortalama yurttaş olarak sahip oldukları değerler ve refleksleri (Devleti kutsama, bayrağa tapma, Atatürk sevgisi, Kemalist olma, devletin terörist dediğine terörist deme vs vs vs), tipik bir ulusalcı profiline uyuyor. Bütünüyle bu ulusalcı/Kemalist kitlenin Gezi'den ne anladığı, ne aldığı, hayatında neyin ne kadar değiştiği meselesi önemli Gezi'nin "başarısından" söz edebilmek için.

Gezi, hiçbir şey öğretmediyse bile örgütlü olmanın önemini ve gücünü öğretebilmiştir, hayatında belki de tek bir olaya duyarlılık göstermeyen veya gösterse bile ne yapacağını bilmeyen, yaptığı herhangi bir şeyin herhangi bir değişikliğe yol açmayacağına inanan kitleye. "Abi, tek başıma neyi değiştirebilirim ben yaa" tavrındaki birçok genç, hep birlikte örgütlenerek bir şeyler elde edebileceğini ve çok şeyi değiştirebileceğini gördü. Bu vesileyle de müthiş bir özgüven kazandı. Her şey ama her şey bir kenara, sadece bu kadarı bile, Gezi'nin bu ülkenin politik ilerleyişinde önemli bir kazanım ve dönüm noktasıdır. Bunu hiç es geçmemek gerek.

Gezi'den çok önemli dersler ve sonuçlar çıkarmış, hayata, topluma, devlete, bireye bakışı tamamen değişmiş apolitikler, ulusalcılar, Kemalistler tanıdım. Penguen medyasının ne olduğunu görüp, "Bize Güneydoğu'yu, Kürtleri senelerce bu medya mı anlattı?" diyen, şimdiye kadarki tüm ezberlerini sorgulayan, hatta o ezberleri yıkıp yerine yeni doğrular koyan insanlar tanıdım. Sözünü ettiğim toplumsal dönüşüm tam böyle bir şeydi ve belki de Gezi dışında böyle bir dönüşümün yaşanma şansı yoktu. Pek çok insan için ciddi bir aydınlanma hareketi olmuştur Gezi. Bizlerin senelerce yazarak, anlatarak gösteremediğimiz çok şeyi sadece birkaç ay içinde göstermiş, bizlerin yapamadığı o dönüşümü gerçekleştirebilmiştir. Hiç böyle bir dönüşüm olmadan, o tipik "Beyaz Türk" kafasındaki ulusalcılar bir şekilde hükumeti devirerek iktidara gelmiş olsaydı, sırf iktidar devrildiği için Gezi'nin başarılı olduğunu söylemek mümkün olabilir miydi örneğin? Başarının ölçütü bu mudur?

Bununla beraber, ne yazık ki Gezi'den hiçbir ders almayan, hiçbir sonuç çıkarmayan, hiçbir dönüşüm yaşamayan kitlenin çoğunlukta olduğunu da görüyorum. Üstelik bu gruba salt ulusalcıları değil, devrimci sosyalistleri de dahil ediyorum. Ödenen onca bedelden, yitirilen canlardan, maruz kalınan işkenceden vs geriye kalan sonucun bu olması, ciddi anlamda can sıkıyor. Gezi'ye katıldığı halde; bugün hâlâ devlet ağzıyla konuşanları, Gazi Mahallesi, Okmeydanı, Armutlu gibi yerlerde yaşayanlara "terörist" diyenleri, Kürtlerden bahsederken "Mezopotamya eşekleri" gibisinden aşağılık bir dil kullanıp haysiyetsiz bir ırkçılığı sürdürenleri, devletin ve polisin gerçek yüzünü gördüğü halde hâlâ polisten yana saf tutabilenleri, kısacası Gezi'den önceki hâliyle bugünkü hâli arasında zerre fark bulunmayanları gördükçe, "Keşke Gezi hiç yaşanmasaydı da onca insan öldüğüyle kalmasaydı" demekten de kendimi alamıyorum. Bu kitleye bakınca, Gezi'nin başarısından veya başarısızlığından ziyade, yaşanmış olması bile anlamsız geliyor bana. Aynı şekilde sosyalistlerin; 40 yıl önce abilerimiz, ablalarımız tarafından atılan sloganların hâlâ aynısıyla bu kitleye ulaşma çabası, daha da kötüsü "Bunlardan bir şey olmaz" deyip küçümseyerek ulaşmaya çalışmaması, hatta gerek bile duymaması, sosyalizmi o Sovyet Rusya'nın (tıpkı Kemalizm gibi) bel kemiğini oluşturan militarist anlayışı içine hapse etmesi ve devrimciliği bundan ibaret sanması, Gezi'de buluştuğu o ulusalcı kitleyi de ille bu anlayış içine çekmeye çalışması, diğer tüm seçeneklere kapalı olması gibi nedenler de, sosyalistlerin de aslında Gezi'den pek de bir şey anlamadığını gösteriyor. 

Bir üst paragrafta anlattığım tabloya bakıldığında, herhangi bir şeyin başarısından söz etmek şöyle dursun, mübalağa anlatımla boşu boşuna yaşanan bir kaos nedeniyle ağır bedeller ödendiği bile söylenebilir; bedelle kıyaslandığı takdirde elbette. Tabii ki bu kadar vahim ve değersizleştirilebilecek bir şeyden bahsetmiyoruz. Sadece, yaşananlara ve ödenen bedellere bakıp elde edilen sonucu düşününce, ortaya çıkan orantısızlığa işaret etmeye çalışıyorum.

Üç yılın sonunda bugün Gezi'nin bileşenleri -mensuplarının bir kısmı diyeyim- "Şunlar olmasaydı, şunlar katılmasaydı, şunlar yapılmasaydı" deyip birbirini suçlamak yerine birbiriyle doğru iletişim kurarak ortak akılda buluşmayı denese, Gezi hareketi asıl o zaman "başarıya" doğru ilerleyen bir hareket olacak. Aksi durumda, "toplumsal patlama nedeniyle yaşanan romantik süreç" şeklinde tanımlanabilecek güdük bir hareketten daha ileri gidemez.

Başta da belirttiğim gibi, Gezi aslında bir sonuç veya zamana bağlı bir hareket değil, bir süreçtir. Bu bakımdan özellikle sosyalistlerin, Gezi'den sosyalist bir hareket çıkmayışına veya en ufak bir ilerleme göstermeyen ulusalcılara bakıp Gezi'yi başarısız bulduklarını söylemeleri, hem devrimciliği hiç anlamadıklarını gösterir hem de diyalektiği hiç bilmediklerini. Toplumsal bir hareket yaşanır, kimisinde şok etkisi yapar ve hızlı bir dönüşüme neden olur, kimisi uzun vadede yavaş yavaş idrak eder, kimisi de en ufak bir ilerleme göstermez. Ancak nedenleri, sonuçları, artı ve eksi yanları konuşulmaya devam eder -ki üzerinden üç yıl geçmişken tıpkı şu an konuştuğumuz gibi- ve zaman içinde etkileri sürer. Devrimden bahsederken örneğin, bunun uzun soluklu bir yürüyüş olduğunu, dönemlik yenilgilerin ebedi bir mağlubiyet anlamına gelmediğini, hareketin tekrar toparlanıp güçlenerek yeni bir hamle yapacağını söyleriz, Gezi de biraz böyle bir süreç olarak ele alınmalı. Yani Gezi'yi o birkaç aylık süreden ibaret görüp salt o birkaç aya bakarak başarı/başarısızlık konuşmak, aslında Gezi'yi hâlâ idrak edemediğimiz anlamına gelir. 

Gezi, konuşulmaya devam edilecek bir süreç. Hâlâ alınacak dersler var, sorgulanacak ezberler var ve bu, Gezi'ye katılan tüm grup ve kişiler için geçerli. Yapılması gereken de zaten "Başarılıydı - başarısızdı" gibi kısır ve sığ bir tartışma yerine, onu tarihsel süreç içinde değerlendirip hem zamanımıza hem de geleceğe yönelik notlar çıkarmak.

Gezi, belirli bir grubun önceden belirlenmiş bir amaç uğruna yola çıkarak planlı programlı bir şekilde iktidar hedeflediği bir hareket olmadığından, başarısından veya başarısızlığından söz edilemez. Gezi'yi doğru anlayabilmek için, her şeyi birbiriyle kıyaslatan bu kapitalist manyaklıktan vazgeçmek gerek önce. 


Yayınlandıktan 5 saat sonra anketin durumu;

Oy veren: 226 kişi
Başarılı oldu: %42
Başarısız oldu: %34
Kararsızım: %24


7 Mayıs 2016 Cumartesi

Dilek Dündar


Söylenebilecek pek bir şey yok. En azından benim söyleyeceğim bir şey yok. Akşamdan beri, Dilek Hanım'ın, eşini korumak için silahın önüne atladığı videoları izliyorum. Görüntüleri izleyip de etkilenmeyen hiç kimse olmadı. Hiç...


İki farklı videoyu birleştirip kendi arşivim için bir şey yaptım. Sadece o...





Çok şey geçiyor içimden, yazıya dökmek için toparlayamadığım gibi, toparlamak da istemiyorum zaten, gerek duymuyorum. Silahın önüne atlatan bir kadın var işte. Hepsi o...

Sevgi neydi?...




4 Mayıs 2016 Çarşamba

Türkiye halkının parçalanmış omurgası


Türk Dil Kurumu, "Sırt boyunca uzanarak vücuda destek sağlayan, kemikten, kıkırdaktan veya her ikisinden oluşan, içinde omuriliği barındıran kemik yapı." şeklinde tanımlamış omurgayı. Daha doğrusu tanımlardan biri bu.

Canlılar aleminin üç ana sınıfından biri olan ökrayot (hücresinde çekirdek bulunan) canlıların dört grubundan biri hayvanlardır. Hayvanlar da omurgalılar ve omurgasızlar olmak üzere ikiye ayrılır. Yani üyesi olduğumuz hayvanlar grubunun temel belirleyici unsurudur omurga.

Biyoloji biliminde bu kadar belirleyici rolü bulunan omurga, aslında sosyoloji ve psikoloji biliminde de belirleyici unsurdur. Tabii bu belirleyicilik, biyolojide olduğu gibi yazılmış ve kabul edilmiş kurallar biçiminde değildir. Daha ziyade toplumsal ve bireysel ilişkilerimizi belirlerken, bir kişiyi ve/ya topluluğu bilimsel olmayan yöntemlerle değerlendirirken, deyimsel olarak başvururuz omurganın varlığına ve/ya yokluğuna.

İnsan, biyolojik olarak "omurgalılar" grubundadır. Ancak biyolojide omurgalı kabul edilen insanın, toplumsal yaşam içindeki durumu, tutumu, tavrı, "duruşu", nefis bir oksimoron örneği gösterebilir. Örneğin herhangi bir konu hakkında ilkesel bir duruşu olmayan, özneye göre tavrı da değişiklik gösteren, savunduğu değerlerin aksi yönde hareket eden insanlar için "omurgasız" yakıştırmasını yaparız. Yine biyoloji bilimine göre; süngerlerin, sölenterlerin, solucanların, yumuşakçaların, eklembacaklıların (ki örümcekler, çıyanlar, böcekler bu gruba girer), derisidikenlilerin oluşturduğu sınıfın içinde konumlandırırız "omurgasız" dediğimiz kişi ve/ya topluluğu.

İlkesel bir tavra sahip olamama, çifte standart, dik duruş gösterememe vs, Türkiye'de yaşayan tüm halkların, tüm inanç ve ideoloji mensuplarının en temel sorunlarından biri bana göre. Özellikle siyaseten kullandığımız "kendi hırsınızı koruma" eğilimi, ne yazık ki tüm etnik gruplarda, tüm ideoloji mensuplarında, tüm fraksiyon üyelerinde, en az eleştirdikleri kitleler kadar gösteriyor kendini. Bunun örneklerinden birini hafta sonu ziyaret ettiğim bir evde, diğerini de bu gece Ekşi Sözlük'te gördüm son olarak.

İlk örnekten başlayayım anlatmaya. Sosyal demokrat bir arkadaşın evinde, simaen tanıdığım, hakkında gıyaben fikir sahibi olduğum misafiriyle tanıştık. Sıkı bir CHP'li olduğunu iyi biliyorum. Yeni de tanışmış olsanız, sohbet konusu bir yerden sonra döner dolaşır siyasete gelir illa ki bizim toplumda. CHP'li bazı belediyelerde dönen çeşitli yolsuzluk, rüşvet vb iddialar üzerine konuşmaya başladık. Gayet yakından tanıdığım bir belediye başkanının, seçildikten sonra nasıl birden zengin olduğunu, etrafındaki bir kaç kişiyi çay parası ödeyemeyecek durumdan alıp son model arabalarla gezecek konuma nasıl getirdiğini anlattım. Konuştuğum kişi de tüm bunları en az benim kadar iyi biliyor olmasına rağmen öyle bir ölümüne savunuyordu ki olan biten her şeyi, her an için "Götünün kılıyım!" diye bağırabileceği yönünde bir beklentiye girdim.

Bu örnekle ilk kez karşılaşmadım. "Hırsıza oy veriyorlar, makarna ve kömür için hırsıza sahip çıkıyorlar" diyen CHP'lilerin, kendi ilçelerindeki CHP'li belediyelerde dönen yolsuzluk, hırsızlık, usulsüzlük gibi pislikleri tıpa tıp o eleştirdikleri AKP'liler gibi savunuşlarına çok defa denk geldim. Şunu net olarak söyleyebilirim ki; bu toplumun hırsızlıkla ilgili bir sorunu yok. Sorun, hırsızın kim olduğunda. AKP'liye göre AKP'linin hırsızlık yapmasında, CHP'liye göre CHP'linin hırsızlık yapmasında, sosyaliste göre sosyalistin, liberale göre liberalin, Türk'e göre Türk'ün, Kürt'e göre Kürt'ün, Alevi'ye göre Alevi'nin vs vs vs hırsızlık yapmasında herhangi bir sorun yok. Burada da hırsızlığı dar anlamıyla, sadece "başkasının malını çalmak" olarak algılamamak gerek. Hırsızlığın yerine herhangi bir sıfatı, herhangi bir fiili koymak mümkün. İlkenin bitip, omurgasızlığın başladığı noktadır işte burası.

İkinci örneğin ise Ekşi Sözlük'ten olduğunu söylemiştim. Bu konuya dair yazacaklarım aslında konunun özeline dair değil, o konu üzerinden genel tavra dair olacak.

Sözlük'ün son dönemde popüler olmuş yazarlarından fridanin parcalanmis omurgasi rumuzlu yazarın, internetten aşırdığı yazıları kendi yazıları gibi sözlükte paylaştığı, daha açık anlatımıyla düpedüz hırsızlık yaptığı çıktı ortaya. Çeşitli bilim sitelerinden yazının bütününü veya bir kısmını olduğu gibi alıp, alıntı olduğunu da belirtmeyip, kaynak da göstermeyip yazmasının yanı sıra, siyasi konularda da farklı sözlüklerden, makalelerden paragraf paragraf yazıları yine olduğu gibi sözlüğe aktarıp, bunları kendi fikirleri, kendi düşünceleriymiş gibi sunmuş kamuoyuna. Bu yazar, görünüşte solcu, ateist, sıkı bir AKP karşıtı, feminist bir kadın olarak bilinirdi sözlükte. Dün itibariyle yaptığı hırsızlık ifşa olmuş ve epey tartışma dönmüş. Gün içinde olanları hiç takip etmedim, gece yarısını geçen bir saatte arkadaşın bilgilendirmesi sonucu göz attım konuya. Ortada alenen bir hırsızlık ve bu hırsızlığını örtbas edebilmek için yine alenen yalan söyleyen biri var. İşin açıkçası ben hırsızın kendisiyle ilgilenmiyorum. Asıl sorun, hem de tehlikeli olan sorun, bu yazarın hırsızlığının, onunla aynı görüşte olup AKP'lileri "Hırsıza oy veriyorlar, hırsızı savunuyorlar" diye eleştiren yazarlar tarafından savunulması. Evrim teorisine inanan, seküler hayat tarzına sahip, kendini solcu olarak tanımlayan yazarlar, sırf kendilerinden olduğu için bir hırsızı "Ne olmuş yani çaldıysa?" diyerek savunuyor sözlük'te. Tabii haksızlık olmasın, yine aynı görüş ve siyasi düşünce mensubu kalabalık bir kitle de hırsızlığı savunanları eleştirmiş, "Bizim, o eleştirdiklerimizden ne farkımız kalır?" diyerek.

Burada uzun uzun, bu hırsızlığın neden savunulamayacağını, yaptığı şeyin insanları aldatarak çıkar elde etmek olduğunu, bunun çok ciddi bir ahlaki sorun oluşturduğunu anlatmaya gerek duymuyorum. İşin o kısmı sözlük'te yazılmalı, onu da tercih etmiyorum zaten.

Sözlük'te buna benzer örnekleri geçmişte de çokça gördüm. Örneğin alenen ahlaksızlık yapan bir yazarın sırf Kürt hareketinin içinde olduğu için Kürtler tarafından nasıl korunduğunu ve/ya sessiz kalındığını da gördüm, sırf sosyalist olduğu için yaptıklarına sosyalistlerce göz yumulan kişiler de gördüm. Bunu her siyasi görüş, her inanç, her topluluk için tereddüt etmeden söyleyebilirim. Sadece Ekşi Sözlğk'te de değil; başta Twitter olmak üzere sosyal medyanın hemen tüm mecralarından bizzat günlük hayatıma kadar geniş bir yelpazede çokça tanık oldum bu duruma.

Ülkenin en az yarısını "hırsızı korumakla" eleştirenlerin, o eleştirdikleri yapıdan zerre farkı yoksa, o ülke bitmiş demektir ve o ülkeden bir halt olmasının olanağı yoktur. Eğer bir ülkede devrimci sosyalist geçinenler buram buram popülizm peşinde koşuyor ve popülizm uğruna çalıp çırpıyorsa, eğer Müslüman geçinenler hırsızlığı bir sorun olarak görmüyor ve bunu destekliyorsa, eğer tüm topluluklar karşı tarafta eleştirdiği her şeyi aynen kendisi yapıyorsa, yine tüm topluluklar kendi mensuplarının ahlaksızlıklarına ses çıkarmıyor, bilakis arka çıkıyorsa, o ülkenin kurtulma şansı olmadığı gibi batması da müstahaktır. 

Karakter ve kişilik sahibi insanın bir duruşu, ilkesel bir tavrı olur. "Bu benim adamım" diyerek, yapılan bir yanlışa arka çıkmak veya sessiz kalmak, tam anlamıyla omurgasızlıktır. Ne yazık ki bu omurgasızlık, Türkiye'deki tüm halklara, tüm gruplara mide bulandırıcı bir şekilde sirayet etmiş durumda. Biyoloji bilimine göre içinde böceklerin, solucanların, örümceklerin de bulunduğu omurgasızlar aleminin toplumsal karşılığı haline gelmiş bir ülkeye AKP gibi bir parti ve Erdoğan gibi bir lider lüks bile!


24 Nisan 2016 Pazar

Ermeni Soykırımı yok mu?

Dün 23 Nisan nedeniyle neşe dolup bugün 24 Nisan 1915 Ermeni Soykırımı yıldönümü sebebiyle yas tutan insanlardır bu memleketin halet-i ruhiyesi. Yirmi dört saatlik zaman diliminde, iki uçtaki duygu durumu arasında salınır bu toprakların insanları...

Yıllardır bitmeyen tartışmadır Ermeni Soykırımı. Ulus devletin bizlere ezberlettiği o inkârcı politikalar ve onun kalıplaşmış sözleriyle, histeri nöbetine girmişcesine reddederiz Türk ulusunun herhangi bir topluma katliam yaptığını. Oysa tüm bilgimiz, ilkokulun hayat bilgisi dersinden başlayıp ortaokul ve lise hayatımız boyunca öğretmenlerimizden duyduğumuz "Yoktur" sözünden ibaret. Bırakın arşivlerin açılmasını, ne resmi ne de gayrıresmi tarihi okumuş insanların, Ermeni Soykırımı dendiğinde düğmesine basılmış zombiler gibi çıldırıp krize girmeleri, ulus devletin oluşturduğu insan profilinin en tipik örneklerindendir oysa.

Ermenilere dair ilk bilgimi ne okul müfredatından öğrendim ne de gayrıresmi tarih kitaplarından. Aslında çok acı bir öğrenme süreci olduğunu, yaşandıktan çok yıllar sonra idrak edebileceğim şekilde öğrenmiştim Ermenileri.

1979 yılı, İstanbul'un Kurtuluş semti. Sokağımızın köşesindeki bakkalın oğlu Çetin, benden iki-üç yaş büyük ama yine de arkadaşız. Sokakta diğer çocuklarla oyun oynadığımız  bir gün, yorulup oturduğumuz kaldırım üzerinde yalnız kalınca, büyük bir sır verdi Çetin bana. Sağına soluna baktı önce, kimsenin olmadığına emin olduktan sonra, fısıldayarak;

- Biz aslında Ermeni'yiz. Benim gerçek adım (...). (Hatırlamıyorum ismini)

Henüz üç yaşındaki bir çocuk için ne ifade ederse Ermeni, o kadar anlamlı geldi bana da.

- Yaa? diyebildim sadece. Önemli bir sır verdiğini ayrımsayabiliyordum ama ne olduğunu anlamamıştım. Bir şey söylemem gerekiyordu, söyledim.

- Ama kimseye söyleme bak.

+ Söylemem.

Aradan geçen otuz yedi seneye rağmen hiç değişmeyen hayatımın en büyük sırdaşı anneme anlattım eve gidince.

- Bunu başka kimseye söyledin mi?

+ Hayır. 

- Sakın, ama sakın hiç kimseye de söyleme. Tamam mı benim güzel oğlum?

+ Tamam anne.


Akıllı ve söz dinleyen bir çocuktum. Bu büyük sırrı tam 37 yıl boyunca, az öncesine kadar koruyup sakladım. Annem hemen Çetin'in annesine gitti. Olanları yıllar sonra, yine annemle yalnız kaldığımızda konuştuk. Çetin'in annesini uyarmak istemiş annem. Çünkü Çetin'in, bu sırrı başka bir yerde başka birine daha verme olasılığı vardı. Kadın, Ermeni olduklarını öğrendiğimiz için epey paniklemiş. Bir yandan annemin uyarmak istemesi iyi niyet gibi görünse de, diğer yandan ne yapabileceğimizin belli olmayacağını bilecek kadar deneyim sahibiler. Yalvarmış anneme kadın, bunu başkasına söylememesi için. Annem de bunun üzerine durumu eşitleyip kadını rahatlatmak için bizim de Alevi olduğumuzu söylemiş. O tarihlerde bırakın Alevi kimliğinin söylenmesini, o can korkusuyla her Ramazan'da sahura kalkıp ışıkları yakarak, tencereleri, tabakları birbirine vurarak evde sahur yapıldığı izlenimi vermeye çalışırmış anneannem. Öyle bir can korkusu. Üstelik de bunlar yaşanırken tablo şu: Giriş katta Türk aile biz varız, üst katımız Rum, bir üstü Ermeni, bir üstü Türk, onun üstü yine Rum. Beş katlı apartmandaki dağılım bu yani. Karşı apartmanın çoğunluğu gayrimüslim. Ancak sokaktaki Türk nüfus da az değil. Çetin'in annesi rahatlamış Alevi olduğumuzu öğrenince. Sarılmışlar birbirlerine ve eve dönmüş annem.

Onların Ermeni olduğu öğrenilseydi ne olurdu? Hemen o gün dükkanları yakılır, evleri taşlanır mıydı? Elbette hayır. Bu sorunun yanıtı, annemin uyarı amaçlı gidişinin bile Çetin'in annesini neden rahatlatamadığında gizli. Belki hemen o gün fiziki bir zarar görmeyebilirlerdi ama görünmeyen kırmızı çarpı işaretleriyle fişleneceklerini biliyorlardı. Biliyorlardı ki, ilk kıvılcımda önce yıllarca komşuluk ettikleri insanlar linç edecekti kendilerini. Hiç acımadan, merhamet etmeden, vicdansızca linç edebileceklerdi. Çünkü biliyorlardı ki bu toprakların din ve milliyetçilikle yoğrulmuş insanları; 1942 yılında çıkarılan Varlık Vergisi Kanunu sonrasında, gerek on yıllarca komşuluk yaptıkları, gerek yanlarında çalıştıkları insanların mallarına, mülklerine, hatta ırzlarına leş yiyen akbabalar gibi konabilmiş, mide bulandıran bir utanmazlıkla her şeylerini yağmalamış, zerre merhamet göstermeden ölüme yollayabilmiş ve ölümlerine sevinebilmişti.

Çok değil, o tarihten 24 sene önce, 1955 yılında yaşananlar da pek çoklarında olduğu gibi Çetin'in ailesinin de hafızasında tazeydi belki. Tarihe 6-7 Eylül Olayları olarak geçen o kara iki gün boyunca İstanbul ve İzmir'de yaşananlar, milliyetçi muhafazakâr Türk halkının ve hatta Kürt halkının da gözü dönünce gayrimüslimlere neler yapabileceğini açıkça gösteriyordu. Yağmalanan, talan edilen dükkanlar, ateşe verilen binalar, yine akbabalar gibi düşmüşün üzerine atlayıp parçalamalar, bu ülke azınlıklarının hep hafızasındaydı. 

Bu barbarlık, Anadolu'dan Trakya'ya kadar yayılan, vicdansız, merhametsiz, insanlıktan çıkmış bir güruhun genel anlayışıydı. 21 Haziran - 4 Temmuz 1934 tarihleri arasında Trakya'da Yahudilere karşı yapılan zulüm, Trakya Olayları adıyla yer alır kayıtlarda. Bu olaydan altı sene sonra, 12 Aralık 1940'da, Yahudileri taşıyan Savarona adlı bir gemi kayalara çarpar Silivri açıklarında. Silivrili balıkçılar, sandallarına atladıkları gibi giderler gemiye doğru. Yüzlerce Yahudi, gerek çarpmanın şiddetinden gerek yüzme bilmediklerinden ölür orada. O Silivrili balıkçılar, şişmiş cesetlerin üzerindeki ziynet eşyaları çıkmayınca, ölülerin ellerini, kollarını, ayaklarını, bacaklarını keserler birkaç parça altın ve mücevher için. Karaya çıkarılan ve kurtulan Yahudiler de olur, ancak rivayete göre kurtulabileceklerin bir kısmı da yine sırf ziynetleri için öldürülür Silivri balıkçılar tarafından.

Anadolu'sundan Trakya'sına tüm bu vahşetin yaşandığı bir coğrafyada korkar elbet Çetin'in annesi. Çünkü hepsi bilirler ki, bugün herhangi bir nedenle galeyana gelecek olsa bu milliyetçi muhafazakâr barbarlar, çoluk çocuk hepsini katletebilecekleri gibi, mallarına mülklerine utanmazca, edepsizce, hayasızca, midesizce hemen oracıkta konabilirler. 

Çetin'in, o büyük sırrını benle paylaştığı tarihten sadece bir yıl önce, 1978 Maraş'ında bir hafta boyunca Alevi katliamı yaşandığını Çetin'in annesi de benim annem de biliyordu. Onca korkunun sebebi olan, 1915'in arşivlerini açmaya gerek bile bırakmayacak bu vahşet öyküleri geçmişte kaldı da, artık yok mu böyle şeyler?

Devlet arşivlerine girmeye gerek yok. 2 Temmuz 1993'te Sivas'ta Alevilerin hem de sekiz saatlik canlı yayında, hepimizin gözleri önünde yakıldığı vahşetin görüntülerine bugün Youtube'dan bile ulaşılabilir. Ya da daha yakına gelelim, hemen herkesin zihninde taze olan görüntülere. "Terör protestosu" adı altında memleketin her yanında sokağa dökülen Türklerin, HDP binalarını ateşe verdiği, taşladığı, yolda gördüğü herhangi bir Kürt'e saldırdığı, hatta ocağa kayıtlı bir ülkücüyü bile esmer olduğundan ötürü Kürt sanıp dövdüğü, bir başkasına döve döve Atatürk büstü öptürdüğü görüntüler, gazetelerin bir yıldan önceki haberleri arasında duruyor. Kırşehir'de kitapevini yakan, Konya'da ıslıklar çalıp tekbir getiren barbarlar hâlâ konuşuluyor. Tüm bunlar, inkâra yer bırakmayacak kadar gözümüzün önünde olup biten olaylardan sadece bazıları. 10 Ekim Ankara Katliamı sonrası "#AnkaraMerkezPatlıyorHerkez" etiketi Twitter'da hâlâ çok taze.

Türk parantezinde Müslüman olsun ateist olsun, muhafazakâr olsun seküler olsun, bu halk katliam yapmaz mı yani şimdi? Peki o halde, tam "şimdi"ye bakalım bir de, yine Twitter'dan;




Bu tweet'ler, bugün, 24 Nisan 2016 itibariyle atılmış yüzlerce tweet'ten sadece bazıları. Bu halk, bu insanlar katliam yapmayacak, soykırım yapmayacak yani, öyle mi? Bugün, şu saat, şimdi biri ıslık çalıp işareti verse, Ermeni'yi, Rum'u, Kürt'ü, Alevi'yi, hiç acımadan katledebilecek milyonlarca insan yaşıyor bu ülkede. Yaşıyorlar yani, varlar, hem de şimdi, şu anda. Tüm bunları yapan, yazan, dileyen sanki kendileri değillermiş gibi de inkâr ediyorlar soykırımı. Eğer bir soykırım olsaymış, bugün bir tane Ermeni kalmazmış dünyada. Ülkede de değil yani, dünyada! Sanki çok Ermeni kalmış gibi, sanki o nüfus büyük oranda yok olup gitmemiş, sanki hâlâ varlarmış gibi, utanmadan, yüzleri kızarmadan, pişkince de söylüyorlar bunu. 

Sabahın beşinde Ermenice bir şarkı dinlerken şunları yazmıştım Twitter'da;

https://twitter.com/hakiki_cassey










16 Nisan 2016 Cumartesi

Ne olur uyan...

Ben yine yazamadım... Bir şiir ve bir şarkı var, onlar anlatıyor...




Hadi uyan
Gün ışığı çilemeye başladı başucunda
Denizler bir mavilik edindi günden
Seher yeline uyup kuşlar tüneğine uçtu
Bu türküyü dinlemeyecek misin

Hadi uyan
Aydınlığa çık da çil gözlerin ışısın
İlkyazlar sıcağı biriksin yüreğine
Yoksul olsan da uyan
Garip olsan da uyan
Madem ki güzelsin, güzeli yaşatmak için
Madem ki iyisin, iyiliği yaşatmak için
Madem ki umutlusun, umudu yaşatmak için
Hadi uyan
Denizi dinle yaşamak desin
Toprağı dinle barışmak desin
Göğü dinle sevişmek desin
Bir plak konmuş gramofona
İşte aşk, işte özlem, işte savaşmak gücü
Uyan diyor, uyansana

Hadi uyan
Sevdiğim uyan
N'olur uyan
               (Metin Eloğlu)








Ağlarım usul usul 
Seni uğurlarken son yolculuğa 
Ağlarım gidişine 
Karanlık bir sonbahar sabahında 

Zamansız çekip gittin 
Zamansız kapandı deniz gözlerin 
Söyle üşüdün mü 
Bir avuç toprak örtünce üstünü 

Bir demet çiçekle ağlarım başında 
Sen misin bu cansız yatan inanmam 

Ölümsüz resimlerden 
Sanki bir şeyler söylüyorsun hâlâ 
Nasıl inanırım 
Dünyayı altüst eden yokluğuna 

Uyan n'olur uyan 
O kadar çok şey var ki yarım kalan 
Uyan n'olur uyan 
Yorulmuş olamazsın yaşamaktan 

Uyan n'olur uyan 
Çekip al beni bu zor karanlıktan 
Hani zaman çare derler ya yalan

12 Nisan 2016 Salı

Ulusalcılar ve ulusalcılık sorunu

Bir önceki yazımda, ulusalcı/Kemalist kitleyi sıklıkla eleştirdiğimi söylemiştim. Gerek bunun üzerine gerekse Twitter'da zaman zaman yaptığım eleştiriler nedeniyle çokça karşılaştığım "Ulusalcılarla ne alıp veremediğim olduğu" konusuna değinmek gerekiyor bir parça. Ulusalcıların, Kemalistlerin (ki esasen birbirinden çok farklı şeyler değil) bu ülkeye nasıl zarar verdiğini, bugün AKP'yi yaratan ve hatta AKP'nin bunca pisliğine rağmen iktidarda kalmasını sağlayan temel sebebin kendileri olduğunu, PKK sorununda da çok çok büyük payları bulunduğunu, nasıl hastalıklı bir kafa yapısıyla yaşadıklarını ve çok daha fazlasını anlatmak gerek. Esasen bunu daha önce Ekşi Sözlük'te farklı başlıklar altında yazıp anlatmaya çalışmıştım. Ancak büyük protestoyla beraber sildiğim 5000 civarı entry içinde onlar da gitti.


Bu yazıya bir şekilde (sosyal medya paylaşımları, Google aramaları vs) denk gelip hakkımda hiç fikir sahibi olmayanlar, beni kategorize etmeye çalışmaktan yazıya odaklanamayacaktır muhtemelen. Çoğumuz için bir fikrin ne anlattığından ziyade, onu kimin söylediği önemli. Kaynağı niteleyebilirsek, ona göre gardımızı alıp okuyor, dinliyoruz. Dolayısıyla konuya geçmeden önce okurun kafasını tamamen berraklaştırmak, olası önyargıları mümkün olduğunca kaldırmak gerektiğini düşünüyorum. Bu nedenle evvela kendimle ilgili kısaca bilgi vereyim, yazının orta yerinde iyice zihin bulanıklığı yaşanmasın.

Anlaşıldığı üzere ulusalcı/Kemalist değilim. Bu durumda yapıştırılan ilk etiketler; dinci, İslamcı, AKP'li, Atatürk düşmanı, Cumhuriyet karşıtı vb oluyor. Ateist olduğumu söylediğimde verilen mavi ekran sonrası toparlananlar, hemen ikinci kategoriye eklemeye çalışıyor; Kürt, Kürtçü, PKK'lı vs... Bunların hiçbiri değilim. 2016 itibarıyla kırk yaşında, özünde ateist olmakla beraber Alevi kimliğini de koruyan ("Bu nasıl oluyor?" sorusunun yanıtı için TIKLAYIN), yedi ceddine kadar Türk, ne yazık ki vergi mükellefi bir bireyim. "PKK'nın peşine takılan Türk sosyalisti" de değilim. Yeri geldiğinde fanatik Kürt milliyetçisi arkadaşlarla da gayet sert tartışıyorum. Son seçimde HDP'ye oy verdim ama HDP'li değilim. Kafamdaki devletsiz, milliyetsiz, sınırsız, ülkesiz bir yeryüzü hayalinin kısa ve orta vadede ütopik olduğunu bildiğimden, "Madem devlet olacak, hiç değilse sosyalist bir devlet olsun" düşüncesiyle sosyalist olduğunu söyleyen, esasen anarşizm yanlısı biriyim. Altmış yıldır aynı tekrarı yapan ve belirli bir kalıbın dışına çıkamayan sosyalist arkadaşlarla da çok tartışırım. Emekten ve tüm ezilenlerden yana bir devrimciyim. Sanırım bu bilgiler yeterince açıklayıcı olmuştur.


Nedir bu ulusalcı?
Öncelikle, ulusalcı dendiğinde ne anlaşıldığını, kime ulusalcı dendiğini ve ulusalcı profilini kısaca inceleyerek başlayalım.

Ulusalcı, sözlük anlamıyla "milliyetçi" sözcüğünün eş anlamlısıdır esasen. On yıl öncesine kadar pek de kullanılan, bir kitleyi tanımlamaya yarayan bir sözcük değildi. Milliyetçi sözcüğü vardı onun yerine. Ancak milliyetçi dendiğinde, genelde muhafazakâr, MHP çizgisinde, hatta neredeyse direkt ülkücü kesim anlaşıldığından, bilhassa CHP çizgisindeki seküler, Kemalist kitleyi diğerlerinden ayırmak için, 2005-2006 döneminden sonra sık dillendirilen bir kavram oldu ulusalcılık. Fonetik olarak da kulağa daha hoş gelmesinin yanı sıra, milliyetçi sözcüğündeki o gizli olumsuz havayı da bertaraf eden bir tınısı vardır ulusalcı sözcüğünün. Yani tamamen Türk milliyetçisi, vatanına, devletine, bayrağına sıkı sıkıya bağlı, laik yaşam biçimini benimsemiş, sıkı bir Atatürk sevdalısı kitleyi tanımlıyor ulusalcı sözcüğü. İlk bakışta gayet hoş, hatta kendileri okuduğunda "İşte ideal yurttaş" dedirtecek bir profil gibi duruyor, değil mi? Bakalım öyle mi...

"Beyaz Türk" denen bir kavramdan söz ediyoruz ulusalcılardan bahsederken. Bu ülkede yaşama hakkını salt kendilerinde gören, dindarlara, Kürtlere, hatta sosyalistlere tahammülü olmayan, daha da açık anlatımıyla bilhassa dindarlardan ve Kürtlerden nefret eden bir kitledir ulusalcılar. Affedersiniz, yanlış oldu. Onların "Kürtlerle değil, Kürtçülerle" sorunu var. Yoksa vatanına, bayrağına, devletine bağlı, "Tek dil, tek devlet, tek millet" şiarını kabul etmiş, PKK'ye ana avrat söven Kürtlerle hiç sorunları yok. Yani özünde Kürt olacak belki ama Kürt kimliğine dair hiçbir şey taşımayacak, hatta Kürt doğduğu için hafif bir utanç içinde olacak, anadilini sadece evde -o da mümkünse fısıltıyla- konuşacak, dilinin devlet tarafından tanınması ve kabul edilmesi gibi bölücü, tü kaka talepleri olmayacak, bu ülkenin esas sahiplerinin biz Türkler olduğunu hiçbir zaman hatırından çıkarmayacak, bu ülkede rahatça dolaşabiliyor ve bin yıldır yaşadıkları Doğu ve Güneydoğu'da hâlâ varlıklarını sürdürüyorlarsa bunun, tarafımızdan sunulmuş bir lütuf olduğunu hep bilecek ve asla nankörlük etmeyecek, efendinin biz olduğunu asla unutmayacak ve ona tanıdığımız müsamaha nedeniyle kat'iyen şımarıklık yapmayacak... Kısacası tamamen asimile olmuş, Kürtlükle tek bağı kütüğü ve o kahrolası soyağacı olarak kalmış bir Kürt'le sorunları yok. Ama tabii yine de onun "ne olursa olsun bir Kürt" olduğunu da unutmamak, her an için Kürtlük yapabileceğini göz önünde bulundurarak ihtiyatlı davranmak gerekiyor. Zira bu ikinci sınıf "kuyruklu" yaratıklara fazla yüz vermeye de gelmiyor. Genleri de sorunlu olduğundan, her an için özlerine dönüp huysuzluk, huzursuzluk çıkarabilirler.

Dindar sevmiyorlar dedik ama o da doğru değil. Kimsenin inançlarıyla bir sorunları yok. Allah'a inansınlar tabii, elhamdülillah hep Müslüman'ız. Ama aşırıya kaçıp fazla inanmasınlar. Örneğin, isteyen başörtüsü de bağlayabilir ama (mümkünse bağlamasın ama yaa) hiç değilse örtünün altından saçı görünsün; hani şu babaannelerimizin bağladığı gibi. Tabii o başörtüsüyle okula falan gelmesin. Gelecekse de kapının önünde çıkarsın. Hele devlet daireleri vb kamusal alanda hiç görünmesinler. Hatta mümkünse en güzeli, evlerinde taksınlar örtülerini, sokağa çıkıp da görüntü kirliliğine neden olmasınlar. İbadetlerini yerine getirsin tabii canım. Orucunu tutsun mesela ama iftarı da rakıyla yapsın. Namaz dediğin de yılda iki kere bayram namazı, cenaze namazları (abdest de gerekmiyor hem, çok kolay), ayda yılda bir Cuma namazı şeklinde olmalı. Günde beş vakit camiye mi gidilir? Hem Allah'a inansın ama hem de Kuran'da açıkça yazan Allah'ın hükümleriyle değil de, moderen hukuka uygun kurallarla yaşasın. Allah'ın Kuran'da buyurduğu gibi iki kadının şahitliğini bir erkeğin şahitliğine eşit görmesin (Bakara suresi 282. Ayet). Kuran'ın her hükmüne uymasın aslında, böyle yumuşak taraflarını alsın, diğer tarafları geçsin. Esasen Kuran'ı da okumasın zaten, biz okuyor muyuz? Tamam, Müslüman'ız da, o kadar Müslüman olmaya gerek yok.

Sosyalistlere, devrimcilere bakışlarını da görelim... Nazım Hikmet'i, Deniz Gezmiş'i, Aziz Nesin'i, Che'yi, Fidel'i vs severler. Şiirlerini, şarkılarını, sözlerini, resimlerini paylaşır, odalarına posterlerini asar, yıl dönümlerinde anmalarını yaparlar. Bu saydığım isimlerin hepsi de buz gibi komünist, kapitalist/faşist devlet karşıtı, kapitalist statükoyu yıkmak için silahlı eylem yapan ve/ya yapanları destekleyen isimler. Bu isimlere kulaktan dolma bilgilerle sempatiyle bakarken, bugün onların yolunda yürüyenlere, onların geçmişte yaptıklarını yapanlara da terörist damgası vururlar. Yani yasadışı silahlı örgüt mensubu, öğrenci lideri, gerektiğinde banka soyan, gerektiğinde mevcut rejimi yıkıp sosyalist/komünist bir devrim gerçekleştirmek için devletin polisine, askerine (er ve erbaşlar hariç) kurşun sıkan, çatışmaya giren Deniz Gezmiş'e bayılırlar da, onun ideolojisini bugün sürdürüp aynı eylemi yapan örgüt mensuplarına terörist derler. Yani ulusalcılara göre sosyalist dediğin; tıpkı kendileri gibi Deniz Gezmiş'i sevecek ama bu sevgi, odaya poster asmaktan öteye gitmeyecek, Deniz'ın anmasına katılacak ama Deniz gibi devrim yapmak istemeyecek, hele hele ekmeğini yiyip suyunu içtiği devletin üniformalı polisine zinhar karşı gelmeyecek, bilakis polisi sevip koruyacak, devlete değil hükumete karşı olacak ve bu kafa karışıklığını bilinçlilik ve aydın olmak olarak görüp kendini takdir edecek. Kendi elleriyle beslediği statükonun zulmü altında inlerken, yine de o statükonun devamlılığı için canını vermekten çekinmeyecek, ancak bunu da mümkünse reelde değil de sosyal medyada aslan kesilerek yapacak. Karşı olduğu hükumeti protesto etmek için sokağa çıktığında, karşı olmadığı devletin hükumeti koruyan polisinden dayak yediği halde "Biz devlete değil hükumete karşıyız" deyip polise karşılık verenlere küfredecek, Gezi'de tanımaya başladığı polisin "AKP'nin polisi" olduğunu söyleyip su satarak onurlu yaşaması tavsiyesinde bulunurken, aynı polisin Güneydoğu'da AKP'nin değil devletin polisi olduğu fikrine yatay geçiş yapıp karşı olduğu hükumetin politikasına alkış tutacak. Ezcümle, ne yaptığının, ne söylediğinin kendi bile farkında olmayıp kafa karışıklığı içinde yaşayıp gidecek sosyalist dediğin de...

Aşağı yukarı özetlediğim bu ulusalcı profili abartı gibi mi görünüyor? Kesinlikle en ufak bir abartı yok. Daha da açılabilir olduğundan "aşağı yukarı" diye bahsettiğim bu profili; yıllardır kendi çevremde, akrabalarımda, arkadaşlarımda, iş arkadaşlarımda, sosyal medyanın hemen her mecrasında çok daha fazlasıyla görüyorum, görüyoruz. Kendini Kemalist olarak tanımlayıp bu kadar travmatik bir kafa yapısına sahip olmayan çok çok az kitle de kendine bakarak "Üç beş örneği genelliyorsun" demesin. Üç beş istisnai örnek kendileri çünkü; geri kalan büyük çoğunluk bu. Zaten öyle olmasa, Kürt'ten, dindardan, sosyalistten bu kadar nefret edip ötelemiş, dışlamış olmasalar, ülke bugün bu kadar büyük sorunu yaşamazdı.


Toplumun kutuplaşması
Bugün AKP iktidarına, daha da doğrusu Tayyip Erdoğan'a yönelik en klişe eleştirilerden biri, Erdoğan'ın toplumu kutuplaştırdığı iddiasıdır. Doğru mudur peki bu? Erdoğan, iddia edildiği gibi kutuplaştırmış mıdır toplumu? Aslında hayır. Erdoğan'dan önce kutupsuz, tümden birleşik, birbiriyle barışık bireylerden, gruplardan oluşan bir toplum yoktu. Toplum zaten Kemalist rejimin ve taraftarlarının uygulamaları nedeniyle çoktan kutuplaşmıştı. Erdoğan, sadece bunu biraz daha keskinleştirdi. Halihazırdaki bir yangının üzerine benzini Erdoğan döktü belki ama, o yangını da Kemalist rejim ve taraftarları çıkardı. Bu kutuplaşma meselesi, özellikle dindarlarla ulusalcılar arasında yaşanan bir gerilim. Kürtlerin konusu apayrı bir sorun.

Yukarıda kısmen bahsettiğim bir tavrı vardı Kemalistlerin dindarlara karşı. Hani hep deniyor ya, "Eskiden bu kadar başörtülü yoktu. AKP, toplumu muhafazakârlaştırdı" diye, AKP'nin toplumu muhafazakârlaştırdığı az da olsa doğrudur da, eskiden bu kadar başörtülü olmayışının sebebi gerçekten sadece AKP iktidarıyla beraber insanların birden bire kapanması olabilir mi? Bu kadar insan başka bir gezegenden bir anda ışınlanarak gelmediyse buraya, bunu salt AKP'ye bağlamak akılla, izanla açıklanabilir mi? Eskiden bu kadar başörtülü yoktu, çünkü Kemalist rejim başörtülüleri toplumdan soyutlayıp evlerine tıkarak bir nevi tecrit etmişti. Kadın başörtüsüyle okula gidemiyor, işe gidemiyor, kamusal alana giremiyor... Evde oturmaktan başka ne seçeneği vardı? AKP, bu insanlara evden çıkıp toplum arasına karışmalarını sağlayacak özgüveni verdi. Yaşam alanı açtı onlara yani. Sermaye de el değiştirip İslamcılara geçince, kamusal alan özgürlüğüyle beraber toplum yaşamına dahil olmaya, gözle görülür hale gelmeye başladılar.

Adım gibi eminim ki, bir üst paragrafta anlattığım tabloya birçok ulusalcı itiraz edecektir. Böyle bir tecrit olmadığını, kimseyi soyutlamadıklarını söyleyeceklerdir mutlaka. Çünkü ne yaptıklarının da farkında değiller, bu ülkede neler yaşandığının da. Ve büyük çoğunluğu, o dindar kitleyi ya uzaktan tanıyor ya hiç tanımıyor. Evlerine girip oturmuşlukları, sohbet etmişlikleri, onları gerçekten dinlemişlikleri yok. "Yaa bizim iş yerinde bi AKP'li var, bazen konuşuyoruz..." gibi sığlığın da ötesinde bir basitlik değil buradaki konuşmaktan kastım. Çünkü o konuşmalarda ulusalcılar AKP'nin yolsuzluğunu, hırsızlığını anlatıp Erdoğan'ı eleştirirken, AKP'li de deli gibi Erdoğan'ı savunuyor. Bu, artık işin sonuç kısmından bile sonrası. Mesele temelde çok daha derinde ve tüm bunların evveliyatında. O savunun altında yatan bir refleks var. Yani bu insanlar aptal olduklarından veya tümden onursuz, omurgasız olduklarından savunmuyor bunca yolsuzluk iddiasını. Buzdağının görünen ve yanlış yorumlanan kısmı o. O deli gibi savunun altında yatan esas neden, Erdoğan'ın kendilerine açtığı özgürlük alanı. Çünkü biliyorlar ki Erdoğan giderse, tıpkı Erdoğan öncesinde olduğu gibi yine toplum dışına itilecek, yine tecrit edilecek, yine ikinci sınıf insan muamelesi görecekler. Bugün dalga geçtiğimiz, "mağduriyet hikayeleri uyduruyorlar" dediğimiz ve fakat aslında gerçekten ciddi zulüm hikayeleri barındıran 28 Şubat'ı yaşamış bir kitleden bahsediyoruz. Tabii tüm bu kopuşun ve kutuplaşmanın başlangıç noktası da 28 Şubat değil. O kitleyi (hatta Kürtleri de) anlamak için 1923'e dönüp, oradan itibaren incelemek gerekiyor.

Dindarlar konusu buradan itibaren biraz enteresan bir hâl alıyor. Zira devletin özellikle 1950 sonrası politikası o kadar enteresan ki, bir yandan Türk-Sünni-erkek profilindeki devletin yeşil kuşak yaratıp dindar kitleyi cesaretlendirdiğini, öte yandan da kontrolden çıkmalarını engelleyecek şekilde baskı altında tuttuğunu görüyoruz. Bir yandan her tarafa cami dikip Kuran kursları açan devlet, diğer yandan da buralarda yetişen kitlenin Kemalist rejim için tehdit oluşturmaması adına dindarları toplumdan tecrit etmeye çalışıyor. Yani devletin yapmak istediği şu; Düşünen, sorgulayan, aydın ve doğal olarak solcu bir nesil yerine biat eden dindarlar yaratalım. Hem gerektiğinde bunları (tıpkı ülkücüler gibi) solculara karşı kullanırız. Ancak rejim açısından da sıkıntı oluşturmasınlar, göz önünde durmasınlar. Travmatik bir durum var burada dindarlar adına.

Ta 1960'larda, 1970'lerde çevrilen filmlere, tiyatro oyunlarına, hatta romanlara baktığımızda, Kemalist rejimin klişe bir dindar tanımlamasını görürüz. Köyün imamı örneğin; ya çok kötü, çok acımasız, vicdansız, nefret uyandıracak bir karakterdir, ya da dalga geçilen, alaya alınan, hani kaba tabiriyle "taşak oğlanı" olmuş bir tiplemedir. Adını, hatta oyuncularını bile hatırlayamadığım çok sayıda film karesi kalmış belleğimde bu şekilde. Canavar gibi, sürekli kötülük yapan bir imam tiplemesi kazınmış beynime. Bunun da etkisiyle dindar insanları hep aşağılamış, dalga geçmiş, küçümsemişiz günlük yaşamımızda. Birçoğunuza yine abartı gibi gelebilir ama, bu ülkede birçok dindarın, kendisiyle dalga geçileceği korkusuyla, komik duruma düşecek olmanın utancıyla yaşadığını bizzat biliyorum. Utandırıyorduk çünkü bir biçimde onları. En basitinden içki içmeyen, diğer cinsten biriyle tokalaşmak istemeyen birine verdiğimiz tepkiler, en iyimser haliyle dalga geçen, aşağılayan tavırlardı -ki hâlâ da çok farklı değiliz bu konuda.

Yine bir parantez açarak, bu kitleyi de tümden masum ve sütten çıkmış ak kaşık gibi göstermeye çalışmadığımı belirtmem gerek. Dindar deyince, yekpare bir kitleden de bahsetmiyorum elbette. Saf itikat sahiplerinin yanında siyasal İslamcılar da, Maraş'ı, Çorum'u, Sivas'ı kana bulayanlar da, her yıl Ramazan ayında üniversite kantini basıp oruç tutmayanlara saldıran o yayılmacı Emevi zihniyetindekiler de bu bütünün bir parçası. Ancak nasıl ki tüm dindar kitleyi topyekun masum göstermek doğru değilse, aynı şekilde hepsini vahşi ve yobaz kabul etmek de doğru değil. Burada da kurunun yanında yaşın da yanması öne çıkıyor. Kemalistlerin genelde savunusu şöyle zira; "İşte o yayılmacı Emevi zihniyetine dur demek için dindarları imha etmesi gerekiyor devletin. Yoksa görüyorsunuz, ne hale geliyorlar." Ne hale geldiklerinden ziyade, niye o hale geldiklerine bakalım mı?

Laik bir devlet ve 2002 öncesine kadar bir Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) var ortada. Bilhassa TSK, laik Cumhuriyetin teminatı, irtica yanlıların (mürteci) korkulu rüyası, di mi? 6-7 Eylül 1955'te İstanbul'da gayrımüslimlere yönelik çok aşağılık ve faşizan bir talan yapıldı. Tarihe 6-7 Eylül Olayları olarak geçen bu faşizmi bizzat devletin, TSK'nin, hatta MİT'in birlikte tezgahlayıp düzenlediği belgelendi. Peki devlet kimi kullandı bu talan için? Milliyetçi muhafazakâr çevreleri. Kimi suçladı sonra? İçlerinde Aziz Nesin gibi yazarların, aydınların da olduğu solcuları. Olayların failleri bir tek ceza bile almazken, solcu yazarlar, aydınlar, sanatçılar tutuklanarak cezaevine tıkıldı. Aynı şekilde Maraş, Çorum, Sivas katliamlarına bakıyoruz. Sivas katliamı, canlı yayında, hepimizin gözleri önünde, devletin ve TSK'nin izleyici kaldığı şekilde gerçekleşti. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller, ölen 33 canı görmeyip "Göstericilerden de ölen var" dedi. Devlet bu katliamı engellemediği gibi, faillerine de herhangi bir ceza vermedi, zaten son olarak Tayyip Erdoğan'ın "Hayırlı olsun" sözleriyle zaman aşımına uğradı dava. Her yıl Ramazan ayında üniversitelerde kantin basıp oruç tutmayan kitleye saldıranlar bizzat devletin polisi tarafından korundu, desteklendi. Bu saldırganlardan ceza almış hiç kimse yok. Tüm saydıklarım, din adına yapılan ve devletin bir şekilde ya desteklediği ya da görmezden geldiği şeyler. Din adına her türlü cinayeti, katliamı, darbı gerçekleştirebilen kitle, sırtını devlete yasladığı, devletten güç aldığı sürece engellenebilir mi? Bu kadar desteklediğiniz, yeri geldiğinde sırtını sıvazladığınız kitleyi, daha sonra rejim adına da tehlike oluşturabileceği kaygısıyla engellemeye, kamuya sokmamaya kalkarsanız, bu hareket siyasallaşır tabii. Gerektiğinde Alevilerin asimilasyonu ve hatta katledilmesi, gerektiğinde solcuların üzerine salınması için TSK'nin bizzat el altından kayırdığı ve kullandığı İslami kesim, yine TSK eliyle de "kontrolden çıkmasın" diye baskılanıyordu. Burada sorgulanması gereken, İslamcıların yayılmacı zihniyeti değil, yasaları ve pratikteki uygulamalarıyla buna olanak veren devletin ta kendisidir. Oysa devlet okulda başörtüsüne izin verseydi, dindar kesimin okulda namaz kılması sorun edilmeseydi, öte yandan bir başkasının inancına ve yaşamına en ufak bir müdahalede bulunana okuldan uzaklaştırma cezasıyla başlayıp para ve hapis gibi caydırıcı yaptırımlar uygulasaydı, aynı şey diğer tüm alanlarda da geçerli olsaydı, çok başka şeyler yaşanabilirdi bu ülkede. Tabii bu saydıklarım bu kadar kolay olur muydu? Orası ayrı bir tartışma. Çünkü burada siyasal İslam'ın dinamikleri de giriyor devreye. Konudan tümden kopmamak adına bu kısmı çok fazla dallandırıp budaklandırmak istemiyorum.

AKP'yi yaratan ve bugün bile besleyen asıl itici gücün ulusalcılar olduğunu söylerken, geçmişteki uygulamalar kadar bugünkü dil ve tavrın da etkisi olduğunu belirtiyorum. En basitinden Twitter'da, Facebook'ta AKP'lilerden nasıl bahsediyoruz? "Bunlar aptal, bunlar bidon kafalı, bunlar göt kılı, bunlar makarnaya kömüre oy veren cahiller" ve çok daha fazlası... Sürekli bir küçümseme, hor görme, üstten bakma durumu var. Bütün bu kitle gerçekten böyle aptal, onursuz, satılık olabilir mi? AKP'yi sırf bu nedenlerle destekliyor olabilirler mi? Ulusalcıların çok büyük bölümü bu soruya "Evet" diyecektir muhtemelen. Çünkü gözlemlediğim kadarıyla ulusalcıların çok büyük çoğunluğunun çevresi kendileri gibi insanlardan, Kemalistlerden, ulusalcılardan oluşuyor ve o dindar kitleyle gerçek anlamda bir diyalog kurmuş değiller. AKP'li komşuları vardır belki ama gerçekten dostane bir şekilde evlerine girip çıkan, sofralarına oturan, sohbet eden ulusalcı sayısı çok çok az gördüğüm kadarıyla. Twitter'da sahte bir Melih Gökçek hesabı var (@06melihchina), çok da sevdiğim bir arkadaş, onu dikkatle izlerim örneğin. Tarzını bilmeyenler için söyleyeyim; AKP'lilere sarar, gerçek Gökçek gibi yazar ve bazen "mee"lemelerini, bazen "hav"lamalarını ister. Genel hitabı "kulum" şeklindedir. Geçen sene falandı, yine bir AKP'li esnafı yakalamış, makaraya alıyor. Adam bizim arkadaşı gerçek Gökçek sandığı için öyle iltifatlarda bulunuyor, öyle hörmet ediyor. "Kulum" diye hitap etti adama bizim sahte, "Ben Allah'tan başka kimsenin kulu değilim başkanım" yanıtı geldi. Arkadaş soruyor, "Bir şey ister misin, bak her türlü yardımı yağdırırım senin dükkana" diye, "Yok" diyor adam, "Elhamdülillah yardıma ihtiyacım yok başkanım." Gece boyu takip ettim, o çok sevdiği AKP'li belediye başkanına ne eğildi ne de büküldü Ankaralı AKP'li esnaf. Bunun gibi onlarca örneğe denk geldim o hesap aracılığıyla. Ama aynı arkadaş, Gökçek'in bürokratlarından birini, halk ekmek fabrikası müdürünü basbayağı "hav"lattı! Bu yalaka bürokrat takımını CHP'li belediyelerde de sıkça görürsünüz. Parti gözeten bir durum değildir bu. Herkesin gözü önünde olan örnekler olduğu için Twitter'ı referans gösterdim. Yoksa o insanların arasına çokça girmiş, onlarla konuşmuş biri olarak, böylesi çok örneğin olduğunu bizzat biliyorum. Çok aptalca itaat eden kitle yok mu? Var tabii ki, olmaz mı? Ama aynı aptallık CHP içinde de aynı şekilde var. Burada bir şeyi iyi görmek lazım. Bu insanların Erdoğan'a ve AKP'ye bu denli sıkıca bağlı oluşlarının ve her ne yaparsa yapsın sahip çıkışlarının iki sebebi var: Bir; AKP'nin gidip de yeniden Kemalist kadroların iktidara gelmesi durumunda kendilerine yine yaşam alanı kalmayacağını biliyor oluşları. İki; Ulusalcıların bu aşağılayan, hor gören, küçümseyen bakışları ve dilleri nedeniyle kendilerini kabul ettirebilecekleri, "insan yerine konacakları" tek yerin AKP oluşu. Nasıl ki CHP'nin politikalarını beğenmemesine, eleştirmesine rağmen küfür ede ede oy veren bir kitle varsa, aynı şekilde oy veren epey kalabalık bir AKP'li kitle de var. Örneğin 17-25 Aralık sürecinden sonra Erdoğan'a olan inancını yitiren, AKP'nin politikalarını ciddi biçimde eleştiren, cemaatle de uzak yakın ilgisi olmayan başörtülü, gençten bir kadın tanıyorum. Bir yandan AKP'ye oy vermek istemiyor, öte yandan da "CHP gelirse ben bu başörtüsüyle okula gidemem, memuriyet alamam" kaygısı taşıyordu. "Allah belalarını versin" deyip gitti AKP'ye verdi oyunu. İşin doğrusu ben AKP'li olsam, beni bu kadar aşağılayan, hor gören, tepeden bakan bir zihniyetin iktidara gelmesindense, hırsız mırsız bizimkilerin iktidarda olmasını tercih ederim. Zira o koltuğa kim otursa çalacak. Bunu da CHP'li belediyelerden gayet net biliyoruz. Politikanın doğası bu, bal tutan parmağını yalar. İşin bu kısmını çıkardığınızda, kalan kısım hayati önem taşıyor işte.

Özetle; Erdoğan'dan önce bizzat ulusalcılar tarafından kutuplaştırılmış bir toplum var ortada. Tabii askerin de ülkedeki birincil güç olması ve irticayı en büyük tehdit olarak gördüğünden mütedeyyin kitleyi baskılaması nedeniyle, AKP öncesinde ağızlarını açıp da tek kelime edemiyor, tam da ulusalcıların istediği biçimde itaat ediyordu dindar kesim. Göz önünde olmadıklarından da, onların öfkesini hiçbir zaman göremedi, fark edemedi ulusalcılar. Zaten askerin de ebedi güç olarak kalacağına inandıklarından, çok da umursamadılar o öfkeyi. Nasıl olsa höt dendiğinde susup otururlardı.


"Kürtlere değil Kürtçülere karşı"
Ulusalcıların Kürtlere bakışı ve tavrı ise akıl tutulmasının en uç örneklerinden biri durumunda neredeyse. Başta da belirttiğim gibi, benimseyip kabul ettikleri Kürt modeli, Kürtlükle hiç ilgisi kalmamış, tamamen asimile olmuş, kimliksiz, kişiliksiz, omurgasız, tuhaf bir ucube. Bu ucube profili bağrına basıp da "İşte ideal vatandaş" diyen bir insan, bilimsel olarak incelenmeli bana göre.

Bu ülke, Kürtçenin yasaklı olduğu yıllardan geçti ve Kemalistlere göre Kürtçenin serbest bırakılması, ülkenin bölüneceği anlamına gelirdi. Üstelik de her tarafta pıtrak gibi İngilizce tabelalar biterken, dahası, iş yerlerine İngilizce isim verip İngilizce tabelaları bizzat Kemalistler/ulusalcılar/milliyetçiler dikerken söyleniyordu tüm bunlar. Kürtçe resmi olarak serbest bırakıldığında da pratikte hiçbir şey değişmedi. Sokakta sırf Kürtçe konuştukları için komalık hale gelinceye dek dövülen insanlar tanıdım, hatta bizzat tanık oldum. Kürtlerin yaşadığı sıkıntılar, sorunlar tek tek sayılmaya kalkılsa, sadece böyle bir listeden oluşacak sayfalarca yazı çıkar ortaya. O yüzden tek tek saymaya gerek yok. Geçmişte yapılan bu ve benzeri birçok uygulama nedeniyle isyan etmiş bir halk, insanlar haklı olarak zıvanadan çıkıp isyan edince de "E, bunlar da bölücülük yapıyor" diyen bir kitle var ortada. Burayı aşağıda biraz daha genişleteceğim.

"Tek dil, tek millet" anlayışıyla toplumun tüm kesimlerini tektipleştirmek isteyen ulusalcılar, AKP'den çok önce bu ülkeyi kutuplaştırıp bölmüştü zaten. Başta Ekşi Sözlük ve Twitter olmak üzere sosyal medyanın çeşitli mecralarında Kemalist arkadaşların Kürtlere yönelik nasıl bir aşağılayıcı dil kullandığını, nasıl hakir gördüğünü, nasıl bir nefret kustuklarını hemen her gün görüyoruz. İnsanların dillerine bugün bile nasıl bir tahammülsüzlük gösterildiğini, Kürtçe herhangi bir şey duyduğunda kırmızı bez görmüş boğa gibi nasıl çıldırdıklarına tanık oluyoruz. En basitinden Facebook gibi bir platform, diller seçeneğine Kürtçeyi eklediği için çıldıran Kemalist sayısı hiç de az değil. Sen yanıbaşındaki halkın anadilini konuşmasına tahammül edemeyip "Benim ülkemde yaşıyorsan benim dilimi konuşacaksın" dersen, o da haklı olarak "Öyleyse ben de kendi ülkemi kurar ve kendi dilimi özgürce konuşup kullanırım" der. Bak, kafasında ayrılma fikri olmayan birine ayrılması gerektiği fikrini sen soktun böyle yaparak. Bin yıldır yaşadığı toprağı bırakıp da başka bir yere gidemeyeceğine göre insanlar, halihazırda yaşadıkları coğrafyada gerçekleştirmek isteyecek bunları.

Gezi'de penguen medyasıyla tanışıp "Bize Güneydoğu'yu senelerce bu medya mı gösterdi?" diye soran kitle, daha sonra ne olduysa (birisi "fabrika ayarlarına geri dön" butonuna bastı herhalde) tastamam Gezi öncesine dönüp aynı kafayla bakmaya devam etti Güneydoğu'ya. Ondan öncesine, Gezi'den çok kısa süre öncesine dönüp bir örnek vermek istiyorum. Özellikle 2013 Newroz'u, ulusalcıların halet-i ruhiyesini çok güzel özetliyordu bence. Malum çözüm süreci devam ediyor ve Türk medyası ilk kez Diyarbakır'dan canlı yayın yapıyordu hemen hemen tüm kanallarda. Yüzbinlerce Kürt, Diyarbakır meydanını doldurmuş, ellerinde sarı kırmızı yeşil bayraklar, kimilerinde Öcalan posteri, Kürtçe pankartlar, Kürtçe sloganlar.... Milliyetçi cephenin bir kısmı bu görüntü karşısında çıldırmış, bir kısmı ise gerçek anlamda şok yaşıyordu. Ekşi Sözlük'te yapılan bir yorum, özellikle ulusalcıların zihnini tam anlamıyla ortaya koyuyordu bana göre; "Aman Allah'ım, burası benim ülkem mi??? İnanılır gibi değil..." Bir kere burası sadece senin ülken değil, bunu geçelim de, daha başka bir sorun var burada. Bu arkadaşlar, Diyarbakır'ın (ve diğer Kürt illerin) çözüm sürecinde o hale geldiğini, buna AKP iktidarının izin verdiğini sanıyordu. Oysa orası zaten yıllardır öyleydi, hep öyleydi de siz bilmiyordunuz. Çünkü biz Güneydoğu'yu sadece ağalı hanımlı dizilerden, Kibar Feyzo gibi komik filmlerden biliyor, orada sadece bozuk ve şiveli bir Türkçeyle konuşulduğunu sanıyor, tıpkı ilkokulda öğrendiğimiz o "Sen ne güzel bulursun gezsen Anadolu'yu" şarkısındaki gibi billur ırmakları, buzdan kaynakları olan güllük gülistanlık bir yer olarak canlandırıyorduk zihnimizde. Hayatımızda internet de olmadığı için, tıpkı Gezi'de olduğu gibi kendi medyasına istediği şekilde haber servis ediyordu devlet ve biz penguen medyasının bu yalan dolan haberleriyle dolduruyorduk beynimizi. Oysa Güneydoğu, o 2013 Newroz'undaki gibiydi en başından beri. Sorun da bundan kaynaklıyordu. 

İşte tam burada da "Benim ülkemde yaşıyorsan benim kurallarıma uyacaksın" anlayışı devreye giriyor. Yukarıda da bahsettiğim gibi, burası sadece senin ülken değil, Kürtler de Kurtuluş Savaşı'na katılarak bu ülkenin kurucu unsurları arasında yer aldı. Ama bunu yaparken, biz onlara zorla bir Türk kimliği verelim, Kürt kimliğini olduğu gibi silelim, kendi dillerini unutturup bizimkini çakalım diye yapmadılar. Eğer onlara hiç dokunulmasaydı, vatandaşlık bağıyla TC vatandaşı olmaya, Türk pasaportu taşımaya ve daha fazlasına itirazları olmayacaktı. Ayrıca kimin toprağından kimi kovuyorsun sen? Kürtler buraya bizim gibi at üstünde uzak diyarlardan gelmedi, bizden önce buranın yerleşik halkıydı o topraklarda. Henüz ortada Osmanlı yokken de aynı yerde yaşıyorlardı. Osmanlı kurulup da sınırlarını genişlettiğinde, şimdiki Güneydoğu'yu da sınırlarına kattığında, o bölge özerk olarak Kürdistan şeklinde geçiyordu. Kürtlerle Osmanlı'nın ilişkisi aşağı yukarı şu şekildeydi; Osmanlı onlara karışmayacak, vergi almayacak, ancak asker gerektiğinde Kürtler Osmanlı adına savaşacak ve o bölgede "güvenliği" sağlayacaktı. Osmanlı döneminde yapılan Alevi, Ermeni vb katliamlarında Kürtlerin yer alması bundan. 1900'lerin başında bölge kafirler tarafından işgal edilince, dindar Kürtler küffara karşı Mustafa Kemal'in yanında yer alıp katıldı savaşlara. Mustafa Kemal'in Kürtlere özerklik sözü verdiği iddia edilir. Buna dair ispat ve inkâr "belgelerini" okudum ama kesin kabul ettiğim biri olmadı. Benim açımdan önemli de değil. Ancak bugünkü sorunun başlangıç noktasıdır burası. Ulus devlet yaratmak adına bir halkı tümden asimile etmeye kalkarsan, yerleşik halkın buna refleks göstermesi kaçınılmaz olur. İşte o "Benim ülkemde yaşıyorsan benim kurallarıma uyacaksın" anlayışının sonucudur yıllardır yaşadığımız iş savaş ve on binlerce yurttaşın ölmesi.


Efendim, dönemin şartları gereği...
Burada ulusalcıların bir savunusu daha giriyor devreye: "Ama bugünün şartlarıyla o zamanı değerlendirmek doğru değil." Ne zaman Kemalizm eleştirisi yapsak, can simidi gibi ortaya çıkan bir klişedir bu cümle. Şimdi bir konuda anlaşalım o halde, ciddi bir tutarsızlık var ortada zira. Tüm bu bahsettiğimiz şeyler 100 yıl önce yaşandı ve o günün şartlarına göre yaşandı. Kemalizm de yine o günkü şartlar doğrultusunda hazırlanan bir doktrin oldu. Eğer bugünkü şartlarla o günü değerlendiremiyorsak, o günkü şartlara göre belirlenmiş Kemalizm'in bugünün şartlarına ve gereksinimlerine yanıt verebilmesi mümkün değildir. Yok, eğer Kemalizm ve Atatürk'ün o dönem söyledikleri bugün hâlâ geçerliyse, o zaman o dönemi eleştirebilmek gayet normal ve hatta elzemdir. Yani asarken, keserken, doktrini belirlerken "o günün şartları" olacak ve dokunulmazlık zırhına büründürülecek, ancak aynı uygulamalar bugün devam ettirilirken "Bu ülkeyi Atatürk kurdu, onun kuralları hâlâ geçerli" denecek? Şöyle bir itiraz gelebilir; "Asma kesme kısmı o günün şartlarına göre yapılmıştı ama Atatürk geleceği görerek bir doktrin yazdı, bizlere vasiyette bulundu." Nasıl ki Müslümanların çoğu için "Bunlar Kuran okumadığı halde Müslüman geçiniyor" diyorsak, Kemalistlerin tamamına yakın çoğunluğu için "Bunlar ne Nutuk'u okumuş, ne de Mustafa Kemal'in diğer aktardıklarını" diyorum. Bir kere hiçbir yerde "Çocuklar, ben bugünün şartlarına göre ulus devlet yaratacağım diye herkesi Türkleştirmeye çalıştım, direnenleri kestim falan ama siz ileride yapmayın böyle şeyler" falan demiyor Mustafa Kemal. Gelecek kuşaklara vasiyeti de tıpkı o dönem yaşanan ve söylenenler neyse tıpatıp o. Bu durumda "O dönemin şartları ama" diyerek eleştiriye kapama hakkınız olabilir mi Kemalizm'i?" İçindeki Kürt nefretiyle "Ohhh, iyi yaptı! Burası Türkiye! Burada yaşamak isteyen bu kurallara uyacak!!!" diyenlere zaten söyleyecek bir şeyim yok. Zaten bu bakışın sorunlu olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Buna rağmen bu fikirde ısrar ediyorsanız, bu ülkede akan kanın sebebinin Kürtler değil, bizzat kendiniz olduğunu kabul etmek durumundasınız. Sizin terör, bizlerinse iç savaş dediğimiz bu kanlı süreç, bu anlayış yüzünden yaşanıyor ve sizler o fırına ellerinizle odun taşıyarak daha çok kan akması, daha çok insan ölmesi için çaba gösteriyorsunuz. "Vatan için gerekirse canımı da veririm" diyenlerinse anlamadığı şu: Burada bir vatan savunması yok. Zira Kürtler dışarıdan gelip de bizim topraklarımızı istila etmiş değiller. Burada yaşayan bir halkı biz almışız egemenliğimiz altına, biz kimliklerini silmeye çalışmışız ve çalışıyoruz, onlar da buna direnmiş. Belki böyle olmasaydı, Kürtler ayrılmak, ayrı bir ülke kurmak vs istemeyecekti. Bu "benim ülkem" anlayışı onları zorunlu olarak bu fikre itti biraz da. Yoksa bugün bile hâlâ Kürtlerin büyük bölümünün istediği şey bu ülkeden tümüyle kopup yeni bir ülke kurmak değil. Ama artık ciddi ciddi özerklik istiyorlar; belki yine TC'ye tabi olmak ama TC'nin varlığını, askerini, polisini o topraklarda görmemek... Özellikle son birkaç aydır Güneydoğu'da devletin yürüttüğü savaş ve gerçekleştirdiği uygulamalar, bölge halkıyla devlet arasında kalan o son pamuk ipliği bağı da darmadağın etti. O insanların artık bu devletle barışması falan mümkün değil. Savaş politikasından vazgeçip bu gerçeklik üzerine yeni bir çözüm bulunması şart. Diğer seçenekte ısrar etmek, birbiri ardına gelecek şehit haberlerini peşinen kabul etmek demektir. O zaman da hiçbir ulusalcının ağlama hakkı yok! Sizin seçtiğiniz şıkkın doğal sonucu bu, bunu da bile isteye kabul ettiniz zaten. O şehitlerin kanına da siz girdiniz. O çocukları Güneydoğu'ya ölüme de siz gönderdiniz. Hem ellerinizle gönderip hem de cansız bedenleri gelen askerlere ağlayıp "Hain Kürtleeerrrr" çığlıkları atmak, akılla izanla açıklanacak bir durum değil. Bunun için özel klinikler var, orada incelenmesi gereken bir vaka bu.


Devlet değil hükumete karşı olmak
Asıl bir de devletle ilişkileri var ki, saç baş yoldurtan cinsten. Bir türküleri var; "Biz devlete değil, hükumete karşıyız" şeklinde. Buna yıllarca gülüp geçiyordum, ta ki Gezi'ye kadar. Ama bu kafa yapısı, Gezi'yi de çok başka bir yerlere gidebilecekken bitirdi. Öncelikle şunu söyleyeyim; Gezi, hiç kimsenin, hiçbir partinin, hiçbir ideolojinin hareketi değildi. Tıpkı bir aşure gibi, içinden hangisini çıkarsan eksik kalacak, hepsinin bir araya gelişiyle lezzet kazanmış bir hareketti Gezi. İçinde devrimciler, hatta illegal sol gruplar olmasaydı da Gezi olmazdı, Kürtler olmasaydı da Gezi olmazdı, ulusalcılar olmasaydı da Gezi olmazdı. Ama ulusalcılardaki bakış ne? "Gezi'de sol gruplar olmasaydı keşke, PKK'lılar Gezi'ye zarar verdi" vs... İstedikleri, tipik ulusalcı kafasıyla; herkesin "Mustafa Kemal'in askerleriyiz" diye bağırdığı, herkesin elinde Türk bayrağının olduğu, kimsenin polise taş atmadığı, hep böyle komikli yazılarla sadece sloganların olduğu bir şey olmalıydı. Eğer orada Kürtler, devrimciler, sosyalistler, sol örgütler olmasaydı, polis hepinizi tam da Muammer Güler'in söylediği gibi kulaklarınızdan tutar, geçmişinizi siker atardı parktan. Hayatınızda sokak eylemine mi katıldınız? Barikat kurmayı mı biliyorsunuz? Polise nasıl direnilebileceğine dair en ufak bir deneyiminiz mi var? Aranıza karışan sivil polisleri ayırt etmeyi mi biliyorsunuz? Hani kabaca, hangi götünüze güvenip polisin karşısında duracaktınız da park savunacaktınız o devrimci yapılar ve polisi püskürten örgütler olmasaydı? Polis, ayağını yere hafif hızda vurup "La sktrin!" diye bağırsa, arkasına bakmadan kaçacak modellersiniz çoğunuz. Bırak polise karşılık vermeyi, önünde kol kola girip direnebilecek bir kitle dahi değilsiniz. Gezi direnişi o kadar uzun sürdüyse, polise o kadar direnilebildiyse, tamamen devrimci yapıların ve sol örgütlerin sayesindedir bu. Tabii salt onlar olsaydı da ulusalcılar olmasaydı, yine Gezi direnişi olmazdı. Her zamanki gibi polisle çatışan "teröristler" olurdu, televizyondan izleyen ulusalcılar da polisi alkışlardı zaten. O apolitikler olmasaydı o komik yazılar, sloganlar olmazdı örneğin. Bu yüzden, içinden herhangi bir öğe çıkarılsa Gezi olmazdı. Peki, polise karşılık veren, taş atan kitleye bakışı neydi ulusalcıların? "Polisle çatışmayalım, biz devlete karşı değiliz." Devlet dediği polis, "Atatürk'ün piçleri" diye küfür ederken söylüyor bunu ulusalcı arkadaşlar. O polis kimi koruyordu? Devletin polisi kimi korumak için var? O polis kimin çıkarlarına hizmet etti ve ediyor? Bu durumda devletle hükumet arasındaki fark nerede?

Bu devlet sevicilik, hatta devlete taparlık, ulusalcıların sonunu getirecek. Daha önce de birkaç kez bahsettiğim gibi, bugün hükumeti devirmek için kesin bir kararla sokağa çıksa bu kitle, polise mukavemet etmek istemeyeceği için hiçbir şey elde edemeden döner evine. En basitinden Cumhuriyet rejiminin sonuna geliyoruz resmen. TBMM'de bir taslak var şu an, ders kitaplarından Atatürk çıkarılması gibi bir durum söz konusu. Normalde bütün ulusalcıların, Kemalistlerin ayağa kalkıp ortalığı ateşe vermesi gerek. Oysa yapacakları en fazla sokağa çıkıp slogan atmak olur. Eskaza bir cesaret geldi de Saray'a yürümek istediler diyelim, karşılarına polis dikildiğinde dururlar oldukları yerde. Devrimci yapılar polisle çatışmaya girecek olsa, "Biz devlete değil hükumete karşıyız" diyerek polise karşı herhangi bir şey yapmaz, üstüne devrimcileri suçlar, oradan çekilip giderler. İktidar da, kendilerini koruyan polis sayesinde Atatürk'ü de ders kitaplarından kaldırır, heykellerini de yıkar. Böyle söyleyince gaza gelip "Sıkar biraz, kimsenin gücü yetmez ona" diyen aslan parçalarına sormak gerek: Ne yapacaksın? Ekmeğini yiyip suyunu içtiğin devletin polisine taş mı atacaksın, silah mı çekeceksin? Bunu yapamayacağına göre nasıl engel olacaksın? Neyine güveniyorsun yani?


"Kemalist görünümlü sağcılar"
Yukarıda dindarlara ve Kürtlere yönelik devletin uygulamalarından bahsederken, 1950 sonrasını da 1980 darbesini de referans gösterdim. Kemalistlerin en büyük savunularından biri de "1950'den sonra ülkeyi Kemalistler mi yönetti? 1980 darbesini yapan askerler gerçekten Kemalist miydi?" sorularıyla geliyor. Yani özünde Kemalist olmayan ama Kemalist görünümlü kişi ve kurumlar, sözümona Kemalizm adına bir takım faşizan uygulamalar gerçekleştirdi ve bunlardan dolayı da Kemalistleri, Kemalizm'i eleştirmek doğru değil. Peki canım kardeşim, bunu kabul ediyorum. O halde bir soru sana: 1950'den beri, kesinlikle kabul etmediğin o 1980 darbesi ve sonraki dönemi de dahil, bu ülkenin ders kitaplarını, tarih kitaplarını kim yazdı? Müfredatı kim hazırladı? Seni bu şekilde yetiştiren, torna tezgahından geçtiğin o eğitim sistemini kim kurguladı da sana bu şimdiki konuştuğun dili ezberletti? "Kemalist görünümlü sağcılar" dediğin o 1980 darbesinin mimarlarının dizayn ettiği eğitim sistemine girmiş, o zihniyetin doğrularını okullarda öğrenmiş, yine o zihniyetin ezberlettiği dille konuşmakta olan kişisin sen. Seni yetiştiren, seni şekillendiren, o "Aslında Kemalist olmadığı halde Kemalist gibi görünen sağcılar" dediğin yapı işte. Eğer bugün senin söylediklerin doğruysa, Kemalizm tam da senin anlattığın gibi bir şeyse, sana bunları öğreten, ezberleten o darbeci zihniyet de, 1950'den beri ülkeyi yöneten hükumetler de doğruyu söylüyor, gerçekten de Kemalizm'e hizmet etmiş/ediyor demektir. Amaaa.... Yok eğer dediğin gibi o zihniyet gerçekte Kemalist değilse, onların sana ezberlettiği tüm doğrularını sorgulamanı öneririm. 1950-1980 arasında sağ hükumetlerin yazdığı bir müfredat, 1980'de darbecilerin yazdığı bir müfredat var ortada, sen de o müfredat tarafından yoğurulmuşsun, o müfredatın ezberlettiklerini tekrarlıyorsun, ama onları referans gösterdiğimizde de "Onlar Kemalist mi? Kemalist görünen sağcılar onlar" diyorsun. Kemalist gibi görünen sağcılar tarafından yetiştirilmiş olan sen de, kendini Kemalist ve solcu sanan bir sağcı olabilir misin gerçekte acaba?



Öncelikli sorun Kemalistler mi? 
İktidar siyasal İslamcıların elindeyken, devletten tasfiye edilmiş, herhangi bir gücü kalmamış Kemalistlere çatmak, onları eleştirmek doğru mu? Hep söylediğim gibi, şu an asıl tehlike Kemalistler değil, siyasal İslam. Peki o halde neden Kemalistleri eleştiriyorum? İki temel sebepten. Birincisi; eğer herhangi bir dış müdahale olmaz da ülke kendi içindeki olağan akışında giderse, ulusalcıların bu devlete tapan anlayışları yüzünden siyasal İslam iktidarından kurtulma şansımız yok! Açık faşizmin yaşandığı bir ülkede seçimle, sandıkla bir şeyi değiştirmek mümkün değil artık. Bu iş ya sokakta olacak ya da fiilen bitmiş olan rejim resmi olarak da bitecek ve şeriat devletinde yaşamaya başlayacağız. İlk seçeneğin önündeki en büyük engel, devlete tapan ulusalcılar olduğu için ikinci seçenek kaçınılmaz görünüyor. Bu nedenle ulusalcılara çatıyorum. İkincisi; oldu da herhangi bir nedenle (dış müdahale, Erdoğan'ın ölmesi, AKP'nin kendi içinde çökmesi vb) mevcut iktidar düşerse, yerine yine aynı eski zihniyet gelecek; şimdinin ulusalcıları, Kemalistleri. Zaten ülkenin bu hale gelmesinin asıl nedeni olan zihniyet, hatalarından en ufak ders almadan aynı anlayışla ülke yönetmeye kalkarsa, çok değil otuz sene sonra yine dönüp dolaşıp aynı noktaya geliriz. Hatta bu kez o kadar da süremez. Zira Kürtlerin savaş biçimi ve anlayışı da değişti. Bu kez "terör" ülkenin her yanına yayılır ve hiçbir şey değişmemiş olur ülkede. En fazla daha rahat içki içer, mini etiğimizi daha rahat giyeriz.



Bitirirken...
Tek bir yazıyla her şeyi anlatmak, tüm sorunları çözmek, her şeyi değiştirmek mümkün olsaydı, bunu benden önce çok daha birikimli kalemler, aydınlar yapardı zaten. Yazının bütününe göz attığımda, hâlâ eksik kalan çok nokta olduğunu görüyorum. Onlar da belki başka bir blog yazısının konusu olabilir. Hem belki ara ara işlemek, bazı şeylerin düşünülüp sorgulanması adına da daha yararlı olabilir. Kimi arkadaşların dile getirdiği gibi, "Boşa yazıyorsun, bunlar bir şey anlamaz, o kafalar da değişmez" fikrine katılmıyorum. Özellikle Ekşi Sözlük'te yıllar içinde yazdıklarımla birçok Kemalist arkadaşın, ulusalcının ciddi değişimler geçirdiğini bizzat biliyorum. Mutlaka ki küfür edecekler, yüzde yüz haksız olduğumu söyleyecekler vs olacaktır. Zaten benim de "umutsuz vaka" dediğim kalabalık bir kitle var. Ancak ciddi ciddi üzerinde düşünen, bazı şeyleri sorgulayabilen bir kitle de var, sayıları diğerlerine oranla daha az olmakla beraber. Ulaşmaya çalıştığım da onlar zaten.


Konuyla ilgili bir başka yazı: "Peki ya Lazlar ve Çerkesler neden isyan etmiyor"