ANA SAYFA

17 Ocak 2016 Pazar

Hem ateist hem Alevi olur mu?


Özellikle Ekşi Sözlük’te hem Alevi, hem de ateist kimliğimle beni tanıyanların zaman zaman dile getirdiği sorulardan biridir bu. Büyük bir kısmı da, pot kırmamak veya bir Sünni olarak yanlış anlaşılmamak vs benzer kaygılarla, merak ettiği halde soramaz: “Hem ateist, hem de Alevi nasıl olunur? Dini olmayan birinin mezhebi nasıl oluyor?”

Konuya salt bu açıdan bakılınca, yerden göğe kadar haklı bir soru ve doğru bir yaklaşım. Öyle ya, inançsız olduğum halde Alevi kimliğimden neden vazgeçmiyorum?

Aslında bu durum salt şahsımla sınırlı değil. Benim gibi Alevi bir aileye mensup olup inançsız olan birçok arkadaşım da tıpkı yine benim gibi Alevi kimliklerini reddetmiyorlar. Alevi inancının hiçbir ibadetini, hiçbir dini ritüelini yerine getirmiyorlar ama o Alevi kimliğini de atmıyorlar üzerlerinden. Peki ama neden?

Aslında bunun birçok nedeni var. Kendi bakışımı anlatmadan önce arkadaşlarım ve benzer durumda olan diğer Aleviler üzerinden anlatmaya çalışayım.

Bilindiği gibi, Aleviliğin ne olduğu konusunda Alevilerin tamamı bile fikir birliği içinde değiller. Kimisi Aleviliği doğrudan İslam’ın içinde bir öğe olarak görüp “peygamber soyundan gelmek” fikrine dayandırırken, kimisi de Arap emperyalizmine direnen başta Şamanistler olmak üzere tüm pagan kültürün bir kimlik savaşı olarak kabulleniyor. Açıkçası ben de ikinci gruptayım. Alevilik tarihinin çok kısa bir özetini ve Alevi inancının nasıl ortaya çıkıp geliştiğini Ekşi Sözlük’te yazmıştım.(1)

Özellikle bu ikinci gruptaki Aleviler, Aleviliği bir din, mezhep, inanç olarak değil de, bir felsefe, bir kültür, bir “yol” olarak kabulleniyor. İşin ibadet kısmından ziyade, o kültür ve değerlerini kabullenip kendilerini Alevi olarak tanımlamaya, Alevi kimliklerini taşımaya devam ediyorlar.

Bir başka neden de şu: Aleviler, kısa zaman öncesine kadar kimliklerini saklamak, kendilerini gizlemek zorundaydı. Daha çocukken de ilk öğrendiğimiz şey, Alevi olduğumuzu dışarıda hiçbir şekilde belli etmememiz, bu büyük “sırrı” korumak mecburiyetinde olduğumuzdu. Gerek okullarda, gerekse herhangi bir sosyal ortamda Alevilere alenen küfürler ve hakaretler edilirken tepki veremeyişimizin, sessiz kalışımızın, sanki Alevi değilmişiz gibi üstümüze alınmadan sağa sola bakışımızın nedeni buydu. Bu durum, yarattığı travmayla beraber o kimliğe sıkı sıkı sarılmayı da beraberinde getirdi haliyle. Bu gizlenme zorunluluğunun, yüzyıllara dayanan bir korkudan kaynaklandığını söylememe gerek yok sanırım? Durum böyle olunca, o “büyük sırrı” paylaştığınız Alevi arkadaşlarınıza da, kendi Alevi kimliğinize de kuvvetli bir şekilde bağlanıyorsunuz. Osmanlı’dan beri sistematik olarak katledilen, Cumhuriyet’le beraber görece nefes almış gibi görünse de egemen kültürün baskısı altında aynı şekilde ezilen, bugün 2016 Türkiye’sinde bile devlet tarafından hâlâ yok sayılan bir inancın mensubu, o azınlık psikolojisinin doğal bir sonucu olarak Alevi kimliğinden vazgeçemez; ateist de olsa geçemez.

Benim açımdan da durum bir parça böyle. Ancak bunun ötesinde çok daha önemli gerekçelerim var Alevi kimliğimi koruyor olmamın.

Birincisi; benim ben olmamda, kişiliğimin, karakterimin şekillenmesinde büyük oranda belirleyici olmuştur Alevi öğretisi ve kültürü. Alevi bir anne ve Alevi bir babanın çocuğu olarak en başta “Eline, beline, diline hakim ol!” gibi değerle, insanı ve insan hayatını, insan sevgisini merkez alan bir anlayışla yetiştiriliyorsunuz. Ezilen bir kültürden geldiğiniz için ezilenlerin yanında durmayı, muhalif bir kültürden geldiğiniz için otoriteye boyun eğmemeyi öğreniyorsunuz. Sadece insana değil; tüm canlılara, doğaya, dünyaya, evrene saygı duymayı öğrenerek, dogmaları reddedip her şeyi sorgulayarak, müzik başta olmak üzere sanatın o muhteşem estetiğine hayranlık duyarak, sanatı icra ederek büyüyorsunuz. Yani değer yargılarınızı, siyasi görüşünüzü, hayata karşı duruşunuzu, kişiliğinizi, karakterinizi doğrudan bu kültür, yani Alevilik belirliyor. Bugün düşünüyorum; “Benden Aleviliği çıkarırsak, geriye ne kalır?” diye, buna yanıt vermek çok zor. Sırf bu bile, Alevi kimliğimi reddetmemek, ondan vazgeçmemek için yeterli bir neden benim açımdan.

İkincisi de, devletin Alevilere yönelik yaklaşımı. Bugün cemevleri hâlâ yasal statüde değilken; devlet hiçbir şekilde Aleviliği kabullenmiyor, Alevileri tanımıyorken; o laik Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri Alevi köylerine zorla cami dikmeye çalışılıyor, asimilasyon politikalarından vazgeçilmiyorken; Alevi çocukları, din dersi adı altında Sünni inancın öğretildiği derslere zorla sokuluyor, bu derslerde her türlü küfre ve hakarete maruz kalıyor, devlet eliyle asimile edilmeye çalışılıyorken; Alevilerden de alınan vergiler, kendilerini hiçbir şekilde tanımayan ve temsil etmeyen Diyanet’e aktarılıyorken; gerici yobaz çevrelerin Alevilere yönelik nefret söylemleri devam ederken bu söylemler devlet tarafından destekleniyor, sırf Alevi oldukları için insanlar diri diri yakılabiliyor ve katilleri yine devlet tarafından korunuyorken; benim, Alevi kimliğimden vazgeçmem mümkün değildir!

Tüm bu anlattıklarımın da AKP ile ilgisi yok. Doksan üç yıllık devlet geleneği tam olarak böyle. AKP, şurada sadece on üç yıldır iktidarda olan, ama en özünde doksan yıllık devlet geleneğini sürdüren bir parti. Aleviler açısından AKP’den öncesi de farklı değildi. 1950’ye kadar olan tek parti iktidarında da, 1970’lerdeki CHP hükumetinde de, 1990’larda SHP’nin koalisyon ortağı olduğu dönemde de devletin Alevilere bakışı hep aynıydı. AKP, bu nefreti doğrudan dillendiren bir parti oldu sadece, diğerlerinden farklı olarak.

Bu tablo değişmediği sürece de, ateist olmama rağmen Alevi kimliğimden hiçbir şekilde vazgeçmeyeceğim. Çünkü Aleviler, gerçek anlamda bir varoluş ve kimlik savaşı veriyor devlete karşı. Ne zaman ki devlet elini Alevilerden çeker, Aleviliği resmi olarak tanır, cemevleri yasal bir ibadethane haline gelir ve camiyle eksiksiz olarak eşit bir şekilde değerlendirilir, ancak o zaman Alevilik öncelikli kimlik olmaktan çıkar benim için. Bunlar olmadığı takdirde, Alevi kimliğinden vazgeçmek demek, devletin asimilasyon politikalarına dolaylı olarak destek vermek demektir.

Her türlü din ve mezhebin gericilik olduğunu öne süren arkadaşlarla da çokça tartışırız bu konuyu. Her türlü milliyetçiliği de reddettiğini söyleyip Kürt hareketine destek vermenin çelişki olup olmadığını soruyorum bu arkadaşlara. “Ezilen ulus milliyetçiliği” diye bir kavramdan bahsedebiliyorsak, Alevilerin kimlik mücadelesini de aynı şartlarda değerlendirmek zorundayız. Çünkü ikisinde de, devletin asimilasyon politikası ve buna karşı kendi kimliğini koruma mücadelesi var. Birisi ırk eksenli, diğeri inanç. Eğer birisi ırkçılık/milliyetçilik olmuyorsa, diğeri de gericilik/yobazlık değildir.

Cemevi yapımını önemsiyorum örneğin. Bu konuda abimle aramızda geçen bir tartışmayı özellikle paylaşmak istiyorum. İnşaatı devam eden bir cemevi için para toplamaya çalışıyoruz. Abimin geldiği bir gün konuyu açtım kendisine. Böyle bir şeye karşı olduğunu belirtip şunları söyledi; “Gazi Mahallesi’nde cemevi için nöbet tutmuşuzdur. Cemevine bir saldırı olsa, hemen karşısında dururuz. Alevilerin haklarını elde etmeleri için her türlü desteği de veririz. Ama camiymiş, cemeviymiş, kiliseymiş, bunlar gericiliktir. İbadethane yapımını doğru bulmuyorum ben.” Çoğul konuşmasının sebebi, kendisinin eski Dev-Genç’li bir devrimci olması. İtiraz ettim; “Hem kitlenin hakları için mücadele edip, hem de o kitlenin ibadethanesi olmaması gerektiğini çelişki olarak nasıl görmüyorsunuz? Her tarafta mantar gibi cami biterken, din olgusu Türkiye’de ezici bir baskı unsuruyken ve egemen anlayış Aleviliği yok edecek derecede kuşatmışken, bu insanlara alan açmamak nasıl devrimci mücadele oluyor? Senin bugün cemevi yapmadığın her Alevi köyü, mahallesi, ilçesi, potansiyel cami alanıdır. Bugün onlara cemevi vermemek demek, o kitleyi camiye mahkum etmek demektir.”

Bu konuşma biraz daha uzadı aslında ve abim bir yerden sonra verecek pek bir yanıt da bulamadı. Sohbet ilerledi, başka bir konuya geçtik. Devrimci mücadele içinde bulunmuş eski arkadaşlarından birinin cenazesine katılmıştı ya o gün, ya da bir önceki gün. Ölen kişi Aleviydi ve cenazesi camiden kalkmıştı. Abim onu anlatırken, çok buruk bir yüz ifadesiyle; “Ulan, hiçbir şey değil ama, cenazesinin camiden kaldırılması çok koydu içime” dedi. Hoca da durur mu, yapıştırmış cevabı: “E, sen oraya cemevi yapmayı reddedersen, o cenaze camiden kalkar tabii! Herkes bu kafada giderse, senin cenaze de camiden kalkacak!”

Laikliğin kağıt üzerinde kaldığı ve egemen anlayışın baskı unsuru olduğu bir ortamda cemevlerini reddetmek, Alevi kitleye caminin yolunu “mecburi yön” levhasıyla gösterip Aleviliğin asimile edilmesine doğrudan katkı sağlamak demektir. Türkiye’de laisizm sorunu ve Sünni İslam baskısı çözülmediği sürece Aleviliğe salt din penceresinden bakmak çok büyük bir hata olur.

Yani benim Aleviliğimin dinle, itikatla ilgisi yok; tamamen kimlik mücadelesine dayalı bir aidiyet durumu benimki. Bu kültürün, bu inancın, Sünni İslam baskısı altında eriyip gitmesine, asimile olup yok olmasına da sonuna kadar direneceğim.





15 Ocak 2016 Cuma

Bir Yahudi Yüz Müslümana Bedel

Pakistanlı yazar Faruk Saleem imzasıyla yayınlanan bu yazıyı ilk olarak 26 Ocak 2013 tarihinde Ekşi Sözlük’te paylaşmıştım.

Dünyada 1,5 milyar Müslüman ve Müslümanların %1'i kadar Yahudi bulunmasına karşın Yahudilerin Müslümanlardan niçin daha gelişmiş olduğunu, gelişmiş bir tek Müslüman ülke bulunmamasının nedenlerini analiz etmiş yazar.

İnternette farklı sitelerde yayınlanan 2007 tarihli yazı şu şekilde:



Bir Yahudi Yüz Müslümana Bedel!


Dünyada yalnızca 14 milyon Yahudi var, Kuzey ve Güney Amerika'da yedi milyon, Asya'da beş milyon, Avrupa'da iki milyon ve Afrika'da 100 bin kişi. Tek bir Yahudiye 100 Müslüman düşmektedir. Buna rağmen Yahudiler tüm Müslümanların toplamından yüz kez daha güçlüdürler. Nedenini hiç merak ettiniz mi?

Tüm zamanların en etkin bilim adamı ve Time dergisi tarafından "Yüzyıl'ın Adamı" seçilen Albert Einstein bir Yahudiydi. 

Psikanalizin babası Sigmund Freud bir Yahudiydi. Karl Marx, Paul Samuelson ve Milton Friedman da öyle. 

Ürettikleriyle insanlığa zenginlik katmış olan Yahudilerden bazıları:

Benjamin Rubin: İnsanlığa aşı iğnesini verdi. 
Jonas Salk: İlk çocuk felci aşısını geliştirdi. 
Albert Sabin: Çocuk felci aşısını daha da geliştirdi. 
Gertrude Elion: Lösemiye karşı ilacı verdi. 
Baruch Blumberg: Hepatit B aşısını geliştirdi. 
Paul Ehrlich: Frengiye karşı bir tedavi buldu.  
Elie Metchnikoff: Bulaşıcı hastalıklarla ilgili çalışmalarıyla Nobel ödülü kazandı. 
Bernard Katz: Nöromüsküler iletişim (kas-sinir sistemi arası iletişim) alanında Nobel ödülü kazandı. 
Andrew Schally: Endokrinoloji (metabolik sistem rahatsızlıkları, diabet, hipertiroid) 
Aaaron Beck Cognitive: Terapi (akli bozuklukları depresyon ve fobi tedavilerinde kullanılan psikoterapi yöntemi) geliştirdi. 
Gregory Pincus: İlk doğum kontrol hapını geliştirdi. 
Gerald Wald: İnsan gözü hakkındaki bilgilerimizi geliştirerek Nobel ödülü kazandı. 
Stanley Cohen: Embriyoloji (embriyon ve gelişimi çalışmaları) dalında Nobel aldı. 
Willem Kolff: Böbrek diyaliz makinesini yarattı. 

Müslümanlar da dahil tüm hastalar Yahudilerin bu buluşlarından yararlanıyor, sağlığına kavuşuyor. 

Peter Schultz optik lif kabloyu, Charles Adler trafik ışıklarını, Benno Strauss paslanmaz çeliği, Isador Kisse sesli filmleri, Emile Berliner telefon mikrofonunu ve Charles Ginsburg videotape kayıt makinesini geliştirdi. Stanley Mezor ilk mikro-işlem çipini icad etti. Leo Szilard ilk nükleer zincirleme reaktörünü geliştirdi.

Son 105 yılda 14 milyon Yahudi bilim dalında 100"ün üzerinde Nobel ödülü kazanırken, 1.4 milyar Müslüman yalnızca üç Nobel kazandı. 

Neden Yahudiler bu kadar güçlü ? 

Yahudi inancına bağlı ünlü yatırımcılar: Ralph Lauren (Polo), Levi Strauss (Levi's Jeans), Howard Schultz (Starbuck's), Sergei Brin (Google), Michael Dell (Dell Bilgisayar), Larry Ellison (Oracle), 
Donna Karan (DKNY), Irv Robbins (Baskins & Robbins) ve Bill Rosenberg (Dunkin Dougnuts). Yale Üniversitesi'nin Başkanı Richard Levin bir Yahudidir.

Harrison Ford, George Burns, Tony Curtis, Charles Bronson, Sandra Bullock, Billy Crystal, Woody Allen, Paul Newman, Peter Sellers, Dustin Hoffman, Michael Douglas, Goldie Hawn, Cary Grant, William Shatner, Jerry Lewis ve Peter Falk'ın da Yahudi olduklarını biliyor muydunuz ? 

Yönetmenler ve yapımcılar arasındaki Yahudiler: 

Steven Spielberg, Mel Brooks, Oliver Stone, Aaaron Spelling (Beverly Hills 90210), Neil Simon (The Odd Couple), Andrew Vaina (Rambo 1/2/3), Michael Mann (Starzky and  Hutch), Milos Forman (One Flew Over The Cuckoo's Nest, Amadeus), Douglas Fairbanks (TheThief of Baghdat), Ivan Reitman (Ghostbusters), Kohen Kardeşler, William Wyler. William James Sidis, 250-300'lük  IQ  derecesiyle dünyanın gördüğü en parlak insandır. Bilin bakalım hangi dine mensuptur? 

Soru: Neden Yahudiler bu kadar güçlüdür? 
Cevap: Eğitim (Sorgulayıcı, Araştırıcı, Yaratıcı) 
Soru: Neden Müslümanlar bu kadar güçsüzdür? 
Cevap: Yanlış Eğitim veya Sıfır Eğitim (Din Eksenli, Sorgusuz, Araştırmasız, Ezberci) 

Gezegenimizde  yaklaşık 1 milyar 476 milyon 233 bin 470 Müslüman yaşamaktadır. Asya'da 1 milyar, 400 milyon Afrika'da, 44 milyon Avrupa'da, ve 6 milyon Amerika kıtasında. Toplam dünya nüfusu içinde her beş kişiden biri müslümandır. Her bir Hindu'ya iki Müslüman, her bir Budist'e karşılık iki Müslüman vardır ve her bir Yahudi'ye karşılık 100 adet Müslüman bulunmaktadır. 

Neden Müslümanların bu kadar kalabalığa rağmen güçsüz olduklarını hiç merak ettiniz mi? 
Nedeni şudur: İslam Konferansı Örgütü'nün (OIC) 57 üyesi ülkelerin tümünde 500 adet üniversite bulunmaktadır ve üniversite başına üç milyon Müslüman düşmektedir. Sadece ABD'de 5758 üniversite vardır. 2004 yılında Shanghai Jiao Tong Üniversitesi "Dünya Üniversitelerinin Akademik Değer Listesi" hazırlamış ve ilginçtir ki Müslüman çoğunluğa sahip ülkelerin hiç birinden ilk 500'e giren üniversite yoktur.

UNDP tarafından toplanan verilere göre Hristiyan dünyasında okuma-yazma bilenlerin oranı neredeyse yüzde 90 ve bunlardan 15 Hristiyan çoğunluğa sahip ülkede okuma-yazma oranı yüzde 100'dür. Müslüman dünyasında buna çok zıt bir durum olarak bir ülkenin okuma-yazma oranı yaklaşık  yüzde 40 olup, yüzde 100 okur-yazar oranına sahip hiç bir Müslüman ülke yoktur. Hristiyan dünyasındaki "okur-yazar"ın yüzde 98'i ilkokulu bitirmişken, Müslüman dünyasında bu oran yüzde 50'dir. Hristiyan dünyadaki okur-yazarların yüzde 40'ı üniversite mezunudur ve bu oran Müslüman dünyasında yüzde 2'yi geçememektedir. 

Müslüman çoğunluğa sahip ülkelerdeki toplam bilim adamı sayısı 230 olup her bilim adamına düşen Müslüman sayısı 1 milyon kişidir. ABD her 1 milyon Amerikalıya karşılık yaklaşık 4 bin bilim adamına, Japonya 5 bin bilim adamına sahiptir. Tüm Arap dünyasındaki tam zamanlı çalışan araştırmacı sayısı 35 bin kişidir ve her bir milyon Arap nüfusa 50 teknisyen düşmektedir. (Bu sayı Hristiyan dünyasında bir milyon kişiye bin teknisyendir.) Ek olarak İslam dünyası gayrı safi milli hasılasının yalnızca yüzde 0.2'sini araştırma- geliştirme bütçesi olarak ayırmaktayken Hristiyan dünyası yüzde 5 oranında araştırma-geliştirme fonu ayırmaktadır. 

Sonuç: İslam dünyası bilgi üretebilecek kapasiteden yoksundur. 

Bin kişiye düşen günlük gazete sayısı ve bir milyon kişiye düşen kitap çeşidi bilginin toplum içine yayılıp yayılmadığının iki önemli göstergesidir. 

Pakistan'da bin kişiye 23 günlük  gazete düşerken bu sayı Singapur'da 360'dır. İngiltere'de her bin stand için 2 bin çeşit kitap bulunurken, Mısır'da  kitap çeşidi 20'dir. 

Sonuç:
 İslam dünyası bilgi yayılmasını gerçekleştirmekte başarısızdır. 

Bilgi uygulamasının önemli göstergelerinden biri ileri teknoloji ihracatının toplam ihracat içindeki oranıdır. Pakistan'ın ileri teknoloji ihracatının toplam ihracatın içindeki oran yüzde 1, Suudi Arabistan"ın yüzde 0.3, Kuveyt, Fas ve Cezayir'in aynı şekilde yüzde 0.3 tür. Singapur'da bu oran yüzde 58 'dir. 

Sonuç: İslam Dünyası bilgi uygulamasını gerçekleştirememektedir. 

Neden Müslümanlar güçsüzdür? 
Çünkü bilgi üretmiyoruz. 
Neden Müslümanlar güçsüzdür? 
Çünkü bilgiyi yayamıyoruz. 
Neden Müslümanlar güçsüzdür? 
Çünkü bilgiyi uygulamıyoruz. 

Ve gelecek bilgi- temelli toplumlara aittir. İlginçtir, OIC üyesi 57 ülkenin gayrı safi milli hasılalarının toplamı 2 trilyon doların altındadır. ABD, tek başına 12 trilyon dolar değerinde mal ve hizmet üretmekte, Çin 8 trilyon dolar, Japonya 3.8 trilyon dolar ve Almanya 2.4 trilyon dolarlık üretim yapmaktadır. (Satın alma gücü eşitlenerek hesaplama yapılmıştır.) 

Petrol zengini Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt ve Katar hep birlikte 500 milyar dolarlık mal ve hizmet üretmektedirler ve bunların çoğu petroldür. Mal ve hizmet üretimi İspanya'da 1 trilyon doların üzerindedir. Katolik Polonya 489 milyar dolarlık mal ve hizmet üretimi gerçekleşmektedir. Budist Tayland 545 trilyon dolar değerinde mal ve hizmet üretimi yapmaktadır. İslam Dünyasının gayrı safi milli hasılasının tüm dünya gayrı safi milli hasılası içindeki oranı hızla azalmaktadır. 

O halde Müslümanlar neden bu kadar güçsüzdür? 

Cevap: Eğitim Yoksunluğu Tam anlamıyla söylersek kaliteli eğitim yoksunluğu. Çok kesin biçimde söylersek akılcı olmayan, din eksenli ve 
çağdışı eğitim. 

Yazar: Dr.Faruk Saleem İslamabad



14 Ocak 2016 Perşembe

Peki ya Lazlar ve Çerkesler neden isyan etmiyor?

Ön not: Aşağıdaki entry’i, Radikal Blog’da “Bir Çerkes’ten bir Kürt’e açık mektup” başlığıyla yayınlanan yazıya istinaden Ekşi Sözlük’teki tartışmalar üzerine yazmıştım. Daha sonra yine sözlük’te “peki ya lazlar ve çerkesler neden isyan etmiyor” başlığında da bu entry’i kullanarak sonuna da bir anekdotumu eklemiştim. Anekdota burada gerek olmadığından, ilk entry’i paylaşıyorum sadece.


Bunu bekliyordum. Bir gün Çerkes'in birinin çıkıp tarihle yüzleşmesini, asimilasyonu kabul ederek kimliğinden vazgeçmenin utancını yaşayacağını bekliyordum. Devamında ise önce Çerkesler tarafından linç edilmeye çalışılacağını da bekliyordum.

"Çerkeslerin yüzde birinin görüşleri", "Bir Çerkes olarak hassiktir diyorum" vs yorumlar şaşırtıcı değil. Mektubu yazan kişi de zaten bu boyutlara varmış asimilasyonu anlatmaya çalışmış. Cevap verenler, aslında hiç farkında olmadan desteklemiş arkadaşı.

Çerkeslerle ilgili araştırma yaparken, bir forum sitesinde iç acıtan bir yoruma denk gelmiştim. Sitede Çerkeslerin Türk olmadığını, diliyle, diniyle Türklükle ilgisi olmayan bir Slav ırkı oldukları anlatılıyor. Kimliğini arayan genç bir Çerkes de "Türklüğün bir alt kolu değil mi Çerkezlik?" diye soruyordu. Kimlik yitiminin, bilinç yitiminin geldiği noktaya bakar mısınız?

Çerkesler, tıpkı Lazlar gibi Kafkas topraklarında yaşayan ve paganizmden sonra Hristiyanlığı seçmiş bir halktır ve Türklükle uzak yakın ilgileri yoktur. Bir Rus ne kadar Türk’se, bir Afrikalı ne kadar Türk’se, bir Japon ne kadar Türk’se o kadar Türk’tür Çerkesler. Peki, buna rağmen nasıl olmuş da bu derece Türk milliyetçisi ve Müslüman olabilmişler?

Çerkeslerle Kürtleri, Lazlarla Kürtleri karşılaştırırken düşülen çok çok büyük bir yanılgı var: Toprağa bağlı milliyetçilikle kültüre bağlı milliyetçilik farklı refleksler gösterir. Kürtler, Çerkesler ve Lazlardan farklı olarak kendi topraklarında yaşıyorlar ve aidiyetleri tamamen toprakla, vatanla ilgili. Oysa Çerkesler de Lazlar da bu topraklara sürgün olarak "misafir" şeklinde gelmiş iki halk. Dolayısıyla Anadolu’ya bakışlarında "Bir zulümden kaçıp canımızı kurtardık ve yeni ev sahibimiz bize kapılarını açtı. Kendimizi onlara ispatlamalıyız. İyi bir misafir olduğumuzu göstermeliyiz" anlayışı var. "Kılıç dönmesi" diye bir tabir vardır. Dönmenin milliyetçiliği, kendini ispat çabasından ötürü çok daha sert olur. Müslümanlığı sonradan kabul eden Hristiyan asıllı Lazların bu kadar İslamcı olmasının temelinde de bu refleks yatar, Çerkeslerin ülkücü olmasının temelinde de.

Lazların ve Çerkeslerin Anadolu’da isyan etmemesinin temelinde de işte bu toprağa bağlı milliyetçilik ve kültüre bağlı milliyetçilik farkı yatıyor. Sürekli sorulur ya "Lazlar neden isyan etmiyor, Çerkesler neden isyan etmiyor?" diye, bundan işte. Zaten misafir (zorunlu misafir) geldikleri topraklarda hangi hakla neye isyan edecekler ki? Hâlihazırda "Başımızı sokacak, sığınacak bir yer bulmuşuz" diye canlarını korumaya çalışan bir halk, kendisine topraklarını açan bir devletin neyine hangi sebeple isyan edecek?

Milleti millet yapan temel öğe dil birliğidir. Çerkeslerin kendilerine has bir dili var ve Türkçeyle uzak yakın ilgisi yok. Bir Çerkes’in Rus olma ihtimali, Türk olma ihtimalinden milyon kat fazla. Durum buyken, kendini has Türk sanan bir Çerkes’in uğradığı asimilasyonun ve bilinç kaybının boyutlarını dehşet bir biçimde görebiliyoruz.

Bu tarz çıkışların hem Türklerde, hem de asimile olmuş Çerkeslerde büyük bir tepkiyle karşılanması da normal, travmatik tepkiler görmesi de normal. Zira ulus devlet oluşturmak adına tamamen yalana dolana dayalı, uydurma bir tarih yazarak yetiştirilen nesillerin, tarihi gerçeklerle yüzleşmesi o kadar kolay olmayacak. Bu yüzleşme sürecinde ilk tepki Çerkeslerden gelecek. Bunun bilimsel açıklaması için; (bkz: organizasyonel şartlanma)

Ulusalcı Türk arkadaşların korkusu ise, devletin yıllardır bizler üzerinde oluşturduğu paranoyadan kaynaklı "Aman bölünürüz haaaaa" manyaklığıdır. Yani Çerkeslerin ayrı bir halk olduğu ortaya çıkarsa bölünürüz, Lazların ayrı bir halk olduğu ortaya çıkarsa bölünürüz, falan filan. Eğer bir bölünme olacaksa bunun sebebi kimlik bilinci olmaz, devletin faşizmi olur sadece. Bunun da örneğini Kürtlerde bariz bir şekilde görüyoruz.

Velhasıl, bu toprakların halkları gerçek tarihleriyle yüzleşecek bir gün. Doksan beş yıllık yalan bir gün sona erecek. Bunca korkunun asıl sebebi de bu.

26 Ekim 2014 – Ekşi Sözlük




Türkiye

Bir iş nedeniyle Cumhuriyet tarihinin hem ekonomik hem de siyasal arşivini okumam, incelemem gerekti. Cumhuriyet’in ilk yıllarından günümüze kadar yaşanan gelişmeleri okurken hem hafıza tazeledim, hem bilmediğim bazı bilgileri öğrendim, hem de 92 yılı bir film şeridi gibi izledim. En bilinçli olanlarımız bile, hayatın içindeyken ya hafıza yitimine uğrar, ya da yaprak gibi savrulur gider rüzgârda. Arada durup geriye bakmak gerekir; nereden geldik, nerelerden geçtik, şimdi neredeyiz, nereye gidiyoruz…

Bu arşivi tararken benim gördüğüm, bu ülkenin 92 yıldır hemen hemen benzer şeyleri yaşamış olduğuydu. Doksan iki yıl boyunca aslında hiç huzur gelmemiş; savaşlarla uğraşmışız, darbelerle uğraşmışız, ekonomik krizlerle uğraşmışız, siyasi çalkantılar hiç bitmemiş. En fazla 2-3 yıl görece bir rahatlama olmuş, sonrasında yine keşmekeş…

Tüm bunlar yaşanırken, hep aynı umut verici cümleyle kandırmışız kendimizi; “Bu günler geçecek, güzel günler göreceğiz.” hiç de görmemişiz o güzel günleri 92 yıl boyunca. Kimi zaman bireysel konforumuza bakıp her şeyin iyi gittiğini düşünmüşüz ama aslında ülkede o sırada yine kötü şeyler oluyormuş.

Bugün geriye dönüp özlemle andığımız, “O yıllar ne güzeldi” dediğimiz 70’ler de, 80’ler de, 90’lar da yine aynı şekilde ekonomik krizlerle ve siyasi kaoslarla geçmiş. İletişim ağı şimdiki gibi gelişmiş olmadığından, devletin medyası bize hangi illüzyonu sunmuşsa onu doğru kabul etmiş, belirli süreler hayal dünyasında yaşamışız.

Şimdi, 2015 Türkiye’sinde de farklı bir durum yok esasen. hem ekonomik, hem de siyasi bir kaos ortamında bulunduğumuzun herkes farkında elbette. Ancak yine aynı umut türküsü dökülüyor dudaklarımızdan; “Bugünler geçecek, güneşli ve güzel günler göreceğiz.” Bir süredir zaten itiraz ediyordum bu mesnetsiz iyimserlik tablosuna. Bahsettiğim çalışma ve arşiv incelemesi sonrasındaysa tümden kestim umudumu. Ne zaman fark etsek yokuş aşağı indiğimizi, en klişe yorum şu olur: “Dibe doğru gidiyoruz ama tıpkı bir top gibi o dibe vuracağız, sonra tekrar havaya yükseleceğiz.” Bunu son olarak bir sohbetimizde siyasetçi bir ablam da söylediğinde, şu yanıtı verdim: “O topun tekrar zıplayabilmesi için, zeminin beton olması gerek. Oysa topun vuracağı zemin balçık, daha da kötüsü top patlak! Çakıldığımız yere gömülüp kalabiliriz.”

Doksan iki yıl boyunca düzelmeyen, sürekli çalkantılarla boğuşan bu ülkenin iyi bir yere gitmeyeceği, düzelmeyeceği aşikâr. Zaten iyimser düşünmek için de hiçbir veri yok elimizde. Her fırsatta Türkiye’nin bir orta doğu ülkesi olduğunu söyleyip, bir orta doğu ülkesine barış ve huzur gelmesini beklemek mantıklı mı hem zaten? Emperyalistlerin, uluslararası silah tüccarlarının, bu topraklardaki savaşın bitmesine izin vermeyeceğini bilmek, çok zor olmasa gerek? Üstelik bizim gibi ilkel toplumlar savaşmaya bu kadar eğimliyken barış hayali kurmak, gereğinden fazla ütopik gibi geliyor bana.

Bu araştırma sırasında bir kez daha gördüm ki, bu ülkenin sağcıları, solcuların, özellikle de sosyalistlerin 30-40 sene kadar gerisinden geliyor. 1950’lerden beri ABD’nin emperyalist bir işgalci olduğunu, Türkiye’yi sömürdüğünü söylerken sosyalistler, dönemin sağcıları, ülkücüleri ABD’yi müttefik olarak görüp Türkiye’deki ABD çıkarları için uğraşmış. Sağcı, ülkücü camianın ABD’nin düşman olduğunu fark etmesi için, 40 sene geçmesi gerekmiş. Onlar, sosyalistlerin 40 yıl önce söylediklerine yeni yeni uyanıp dillendirmeye başladıklarında, sosyalistler çoktan yeni söylemlere geçmiş olmuşlar.

Aynı şekilde özelleştirmeye yıllarca sosyalistler karşı çıkmış. Salt sağcılar, liberaller değil, CHP’nin ulusalcı kanadı bile özelleştirmeyi savunmuş yıllarca. Aradan 30-40 sene geçince anlamışlar, özelleştirmenin o kadar da matah bir şey olmadığını.

Ulaşımda toplu taşıma ve raylı sistem örneğin… Bunu sosyalistler yıllarca savunurken, toplu taşımanın, özellikle de raylı sistemin komünist işi olduğu, Türkiye’yi Sovyetler Birliği’ne çevirmek isteyen bir avuç çapulcunun dileği olduğu söylenmiş hep. 1983’de iktidara gelen Turgut Özal, net bir biçimde, otoyolların ve otomobillerin hür teşebbüs olduğunu, hür teşebbüsün hürriyet olduğunu ifade etmiş. Bu algı o kadar güzel yerleştirilmişti ki, 1990’larda lisedeyken, arkadaşlarım trenle ilgili bir konu geçtiğinde, “Sen bayılırsın zaten, tam gomonist işi!” derdi. Bugün özellikle İstanbul’un durumu ortada ve trafik sorununun çözümü için toplu taşıma ve raylı sistem gösteriliyor.

Bunlar gibi yığınla örnek daha sayabilirim. Sosyalistlerin hemen her söylediğine itiraz edip vatan hainliğiyle suçlayan sağcılar, liberaller vs, aradan uzun yıllar geçtikten sonra sosyalistlerin söyledikleri noktaya gelmiş, ancak o zaman da sosyalistler yeni söylemlere geçmiş, sağcılar da sosyalistlerin yeni söylemlerine itiraz etmişler.

Bundan sonra da farklı bir şey beklemiyor sanki bu ülkeyi. Bu kez küçük bir fark var ama: Türkiye’nin sosyalistleri, hepsi değilse de bir kısmı, sosyalist hareketin özünden kopup etnik bir hareketin peşine takılmış, ona eklemlenmiş durumda. Buna itiraz eden, bu tavrın sosyalist ilkelerle uyuşmayacağını söyleyen ve uyarıda bulunan yapılar da var elbette. Ancak, sosyalist cenahın bir kısmında ciddi bir kafa karışıklığı olduğu da kesin.

16 Eylül 2015 itibariyle Türkiye’nin dünü ve bugünü, özetle böyle. Geçmişe bakarak, geleceğin de az çok nasıl olacağı kestirilebilir. Göremeyenler için küçük bir ipucu: Türkiye bugün, savaştan kaçıp buraya sığınan Suriyelilerin bile kalmak istemeyip kaçmaya çalıştığı bir ülke…


(16 Eylül 2015 - Ekşi Sözlük)

13 Ocak 2016 Çarşamba

Bu Ülkenin Ekmeğini Yiyip Suyunu İçen İnsan

Devletin ekmeği
Bilumum siyasi tartışmada hemen öne sürülen bir model olduklarından "Bu ülkenin" kalıbı daha bir önem arz etmektedir. Şu yaşıma geldim (38'in sonları)(*), henüz tanışıp da sohbet etme olanağı, karşılıklı çay içme imkânı bulamadım kendisiyle. Godot gibi bir şey; oyunun başından beri ismi geçiyor, kendisini bilen, tanıyan, gören yok.

Kendisini ilk kez duyduğumda liseye gidiyordum. "Bu ülkenin ekmeğini yiyip suyunu içiyor," gibisinden bahsedilince, bir sevinçle koşmuştum eve okul çıkışı. Apartman kapısında babamla karşılaştık.

- Nereye baba?

+ Su faturasını ödemeye. Gene bi’ ton para gelmiş.

- Aa, dur dur, gitme. Biz boşuna para veriyormuşuz. Bugün okulda söylediler.

Adam bir an heyecanlandı, yeni yasa falan çıktı diye. Anlattım durumu. Yüzüme baktııııı baktııı.... Hani şu Kibar Feyzo filminde "Deliğin içinde ne var?" sorusunu "Poh var!" şeklinde yanıtlayan çocuğun kafasına vuran adam tonlamasıyla yanıtladı beni;

- De sehtir ula!

Akabinde fırına gidip bedava ekmek almaya yeltenmedim tabii ki. Babam gerekli mesajı vermişti.

Bu ülkede parasını vermeden hangi hizmetten yararlandığımı düşündüm hep. Yediğim yemeğin parasını ben veriyorum, içtiğim suyun parasını veriyorum. Hem de öyle maliyetine falan değil ha, basbayağı kâr ettirerek veriyorum. Su faturasını inceledim. Salt suyun kendi parası da değil; katılım bedeli, kanalizasyon bedeli, hat döşeme bedeli vs şekilde suyun bana gelmesi için döşenen borunun parasını da veriyorum, o boruyu döşeyen işçinin parasını bile veriyorum.

"Seni bu devlet okutuyor," demişlerdi bana yıllarca. Okul kıyafetlerimi alan babam, kitabımı, defterimi, kalemimi alan babam. Beden dersinde oynayacağımız topun parasını veren babam. Cam kırılsa parasını veren babam. Parasını vermesem karnemi alamıyorum. Ama nasıl oluyorsa okutan babam değil de devlet oluyor. Demek ki herkes hakikaten beleşe getiriyor bu işleri, bir tek babam keriz gibi para harcıyor.

Muhtara giderim, "Bakın olm valla bile TC vatandaşıyım" diyebileceğim kâğıdı almaya, parasını veririm. "Aha burada oturuyorum" belgemi almak için yine para veriyorum. O yetmez, nüfus müdürünün verdiği cüzdanı noterden onaylatmam istenir, Ona ayrı para. Bu ülkede yaşadığımı, oturduğumu, ben olduğumu ispatlamam için bile para veriyorum.

"Ödediğiniz vergiler size yol, su, elektrik olarak geri dönecek" dendi bize senelerce. Deli gibi vergimizi verdik. Ancak yolun, suyun, elektriğin parasını ilaveten, hem de yatırım masraflarıyla beraber ödedim, ödüyorum. Aa, sonra bir baktık ki, ödediğimiz her kuruş vergi, bize yol-suz-luk olarak geri dönmeye başladı.

Lan ben her hizmetin parasını zaten her şeyiyle ödüyorsam vergilerim nereye gidiyor? Yok, vergilerimle bu işler dönüyorsa bu paraları ayrıca niye ödüyorum?

Bir dönem tepem attı. Lan madem bu devlet bana ekmeğimi, suyumu falan veriyor, mal gibi niye çalışıyorum ki deyip çıktım işten. Kaymakama gidip durumu anlattım. Kaymakam dediğin, devletin ta kendisi. "Ben bir süre evde oturucam. Bu süre zarfında devletin ekmeğini, suyunu, peynirini, zeytini, patatesini, bi paket cıgarasını, zahmet olmazsa hafta sonları birasını istiyorum. Adresim şu" dedim. Şerefsizim iki mahalle kovaladılar beni. Gene olgun adammış kaymakam, "Getirin şu meczubu" diyerek iki polis yolladı kapıma. Polis gözetiminde Kaymakam Bey'in makamına gittim. Devletin koltuğuna bedavadan oturttu. Çay söyledi. Devletin çayı ha, yanlış anlaşılmasın. Hayatımda ilk defa devletin suyunu içtim beleşe, onda da saf su değil. "İşsizlik sigortası" diye bir şey varmış meğersem. Devlet, bu gibi durumlarda vatandaşını mağdur etmezmiş. Çalışmadığı zaman, geçinebileceği kadar bir para verirmiş vatandaşa. E tamam aga, bağlatalım işte. Benim şimdiye kadar sigortalı olarak çalıştığım zama... bi dakka bi dakka. Ne sigortası? Benim sigortam yok ki? O zaman olmazmış. Niye lan? Sigortalı olarak görünmem lazımmış ki, devlet benim maaşımdan bana sormadan benim adıma kesinti yapıp, yine benim adıma tasarruf yapabilsinmiş. E, benim paramla bana artistlik yapmak bu? Ben çalışmışım, o parayı biriktirmişim, daha doğrusu benim adıma sen biriktirmişsin benim maaşımın bir kısmını, işsiz kaldığımda da benim paramı benim önüme koyarak "Al hadi al köfte, gözün insanlık görsün mına kodumun fakiri" diyorsun. Ben de kendi param için sana teşekkür ediyorum. Devletin çayını içip çıktım oradan.

Bu ülkenin ekmeğini yiyip suyunu içen insan ben değilim, orayı anladık. Babam hiç değildi. Üç çocuk okutacağım diye karda kışta inşaatta çalışırken, babaanneme oldu olan. Sağa sola dönüp bakıyorum, herkes kendi ekmeğinin kavgasında... Peki kim olm bu çalışmadan, parasını vermeden bu ülkenin ekmeğini yiyip suyunu içen insan? Lan parasını verdikten sonra Fransa'dan da getiririm ben o ekmeği, başka ülkenin ekmeğini de yiyebilirim. Parasıyla değil mi?

Arkadaş, her kimse bu, Allah rızası için çıkıp "Benim amına koyim" desin. O küfrü bana etmesin tabii, sikerim tahtasını da, çıkıp tanıtsın kendisini işte. Bu adamla/kadınla oturup çay içmek istiyorum ben. Bu işin hikmetine benim aklım ermedi zira, anlatıversin bi'zahmet nasıl olduğunu.


(29 Ekim 2014 - Ekşi Sözlük)


(*) Entry'i yazdığım tarihteki yaşım oydu, entry'i değiştirmemek için bu kısmı da aynı tuttum.



12 Ocak 2016 Salı

Kadın Erkek Eşitliği



Türkiye'deki en samimiyetsiz söylem hangisi diye sorsalar, ilk sırada bu konuyu gösteririm sanıyorum.

Çok iddialı bir çıkış olacak belki ama, kadın hakları savunucusu görünen erkeklerin çoook büyük kısmı, belki %90'ı, hatta belki %95'i bu konuda samimiyetsiz ve ikiyüzlü. Bu konuyu gerçek anlamda içselleştirerek yaşam biçimi haline getirmiş erkeklerin sayısı, belki bir elin parmaklarını geçmez.

Biz masa başında mangalda kül bırakmadan konuşmayı, klavye başında aslan kesilip yardırmayı seven bir toplumuz. Kadın hakları konusunda sağ görüşlü erkeklerin zaten bir taahhüdü olmadığı için onları konu dışı bırakıyorum. Ama sol cenahın erkekleri bu konuda sapır sapır dökülüyor işin aslı. Konuşurken hepsi aslan maşallah; yazarken hepsi duyarlı. Hani kadın olsam, oracıkta öpesim gelir bu duyarlılık ve incelik karşısında. Öyle süslü kelimeler, öyle yılmaz bir savunuculuk... Oysa hayat pratiği hiç öyle değil.

Özellikle bu konuda en çok atıp tutan sosyalist/devrimci gruptan başlayalım. 8 Mart etkinliklerine müzisyen olarak katılırım çoğunlukla. Salon silme kadınla dolu olur doğal olarak. Sahne arası sigara içmek için dışarı çıktım bir gün. Oha! Dışarısı, kadınlar tuvaleti önü gibi. İçerideki kadından daha fazla erkek var kapı önünde. ÖDP'li bir abimizle konuşuyoruz. N'aber nasılsın faslında verdiği cevap çok ilginç: "N'olsun işte. Hanımı getirdik etkinliğe, 1-2 slogan atsınlar." Bu ne lan? Bu nasıl bir mantık? Yengeyi de tanıyorum. Aslında hiç öyle siyasi bir birikimi, altyapısı falan da yok. İlkokul mezunu, standart bir ev hanımı. Eve gittiğinde yine kocasının yemeğini hazırlayıp çamaşırını yıkayacak. Abimiz zaten o ilişkiden hoşnut. Dışarıdaki adamlara ve içerideki kadınlara baktım. Büyük çoğu, eşlerini kendi getirmiş, Etkinlik sonrası da kendi götürecek eve ve kadınlar yine kendilerine yüklenen ev işleriyle uğraşmaya devam edecek. Yani bir kadın, Kadınlar Günü etkinliğine bile tek başına gidip gelemiyor da kocasının izin verdiği sınırlarda ve onun himayesinde gerçekleştiriyor bu aktiviteyi. Bir parantez açalım ama burada, haksızlık da olmasın. Uzak yerlerden gelenler var örneğin etkinliğe ve etkinlik de akşam saatlerinde yapılıyor. Ulaşım sorunu, kadının araba kullanmayı bilmemesi, saat itibarıyla belki güvenlik kaygısı gibi nedenlerle erkeklerin eşlerini getirmesi normal. Bu, anlaşılabilir bir şey -ki, akşam belli bir saat sonrası kız arkadaşlarım için ben de benzer bir korumacı tutum içine girerim. Benim eleştirdiğim şey, olaya bakış ve yaklaşımla ilgili. Aradaki farkın anlaşılabildiğini umuyorum. Kapadık parantezi.

Eğitim Sen'e giderim sık sık. Sosyalist öğretmenlerden oluşan eğitimci sendikası malum. Sendikanın bir lokali var. Bildiğiniz Sivaslılar kıraathanesi gibi lokal. Erkekler ya okey oynuyor, ya iskambil, ya da içki masasında sohbet. arada genç ve bekar kadın öğretmenler gelir, 1-2 bira içer. Eşleriyle beraber gelen 2-3 öğretmen var bir de. Diğerleri? Diğerlerinin de eşleri çoğunlukla öğretmen. Gündüz birlikte çalışıyorlar. Akşam olduğu zaman kadınlar ev işi ve çocukla ilgilenirken, erkekler lokalde keyif yapıyor. Ama konusu açılsa, hepsi Duygu Asena'dan daha feminist!

Ev işleri ve çocuk demişken... Sözcüklere çok takılan ve sözcükleri çok önemseyen bir insanım. Çünkü insan sözcüklerle düşünür ve düşündüklerini sözcüklerle anlatır. Dolayısıyla bir insanın kullandığı sözcükler, aslında onun bilinçaltını da gösterir. Bu ev işleri konusunda da kullanılan sözcüğe, sözcüklere çok dikkat ederim. Kadın erkek eşitliği konusu açıldığında, çoğu erkekten "Aaa tabiİ canım, ben evde eşime mutlaka yardım ederim" sözünü duyarız. Şimdi... Kadınla erkek arasında iş bölümü yapılmıştır, erkek çalışacaktır ve kadın da ev işlerinden sorumlu olacaktır, buna bir şey diyemem. Böyle bir durumda erkeğin zaten ev işine yardımcı olmak gibi bir misyonu yoktur, yapmak zorunda olmadığı halde yapıyordur, kendi seçimidir vesaire... Kadın ve erkeğin çalıştığı bir ilişkiyi değerlendiriyorum. Karı koca birlikte çalışıyorlar. Erkeğin ev içindeki durumu sorulduğunda, "Ben evde de eşime yardımcı oluyorum" diyor erkek. Hatta kadın da destekliyor bazen; "Yok canım, şimdi Allah için evde yardım ediyor." Fiile dikkat ettiniz mi? Yardım etmek. Kime yardım edilir? Asli işini yapmakla yükümlü olan birine, işini hafifletmek için yardım edilir. Yani kendisi gibi gündüz çalışan kadına akşam da ev işinde yardım ettiğini söyleyen bir erkek, "Aslında bu işler onun işi ama ben de ucundan tutarak lütufta bulunuyorum" diyor bilinçaltında. Yani kadına yüklediği bir görev var erkeğin, bilinçaltında öyle eşitlik meşitlik de tanımıyor, ama lütufkâr bir edayla "Al da gözün insanlık görsün" diyerek bir nevi jest yapmış oluyor. Yani bu yardım etmek fiiliyle aslında bir iyilik yaptığını vurgulayarak, kadını durduk yere borçlu hissettirip kendisine minnettar olmasını sağlıyor. Evet, bence de iğrenç bir bilinçaltı...

Geçen yerel seçim dönemi. HDP'nin bir ilçedeki seçim çalışmasını yürüten bir arkadaşın dükkânında sohbet ediyoruz. Akşam saatleri. Eş başkanlık sistemini, kadın adaylara verdikleri önemi, erkek egemen anlayışın yıkılması gerektiğini anlatıyor arkadaş. Telefon geldi. Eşi arıyor. Ne yemek yapılacağını soruyor hanım, "Ne istersin, ne pişireyim?" biçimli. Arkadaş sayıyor bir şeyler, kapatıyor telefonu. Yemek saati geliyor, biz de dükkânı kapatıp çıkacağız birazdan. Sordum;

- Eşin çalışıyor mu?

+ Evet. O da yeni gelmiş işten. Yemek hazırlayacak. Ben de çıkayım, Birkaç bir şey alıp yardım etmem lazım.

- Kaç yıllık evlisin?

+ Dört.

- Dört yılda bir kez bile, "Eşim eve gelmek üzeredir. Gideyim de yemeği yetiştireyim" diye bir şey geçti mi aklından?

O an bir mavi ekran verdi arkadaş. Devam ettim:

- Hiç, "Bugün ne yemek yapsam?" gibi bir kaygın oldu mu çalışırken?

Gülmeye başladı. Hani suçüstü yakalanan veya bir ayıbı ortaya çıkan insanda pişkince ama bir o kadar da mahcup bir gülüş, daha doğrusu bir sırıtış olur ya, aynen öyle sırıttı. Düşünüp kendini sorgulamaya başladı.

Bu çok iyi bir testtir bir erkeğin kadına ve kadın haklarına, kadın erkek eşitliğine bakışı konusunda. Yardım etmek fiilini falan da geçin. Karı koca çalışılan bir evlilikte eğer eve gidip yemeği bir an önce hazırlamak, yetiştirmek kaygısı sadece kadının kafasında varsa, erkek sakın ola ki eşitlik mücahidi kesilmesin boş yere. Yok, erkeklerin kafasında yemek, bulaşık, çamaşır, temizlik, ev işine dair "Eşim işten gelmeden ben yapmalıyım", "Aman oyalanmadan eve gideyim, hanım gelir birazdan, yemeği yetiştireyim" gibi bir kaygı yok! Bu olmadığı sürece de masa başı atıp tutmaları, klavyede süslü cümleler kurmaları tamamen göstermelik davranmaktan ve aslında içten içe kadınları etkileme çabasından daha fazla bir anlam ifade etmiyor.

Yani hamaset yaparken gayet başarılıyız erkek olarak ama anlattıklarımızı içselleştirip yaşama biçimi haline getirmediğimiz de bir gerçek. Nitekim bilinçaltlarında yatan erkek egemen anlayış, bir süre sonra ilişki içinde kadını bastırmak, sözlü ve/ya fiziki şiddet olarak çıkıyor ortaya.

Velhasıl; kadına yönelik şiddete karşı çıkmakla, "Kadına el kaldırılır mı ulan" demekle, mutfakta kadın yemek yaparken salata hazırlıyor olmayı marifet saymakla olmuyor o eşitlik anlayışı. Ferhan Şensoy, çevrecilik konusundan bahsederken şöyle der: "Türkler, arabanın camından yola bira şişesi atmamayı çevrecilik sanıyor. Atmanın bir ayılık olduğunun bilincinde değiller." Hah işte, özellikle bizim ülkedeki erkeklerin durumu da tam olarak böyle.

Yok mu peki bunu gerçekten, ama gerçekten içselleştirerek yaşam biçimi haline getirmeyi başarmış erkekler? Bir elin parmakları kadar işte, daha fazla değil. Geri kalan çoook büyük çoğunluk, büyük bir samimiyetsizlik içinde.

Ne kadar bilinçli, ne kadar farkında ve ne kadar aydın bir adamım, di mi? Evet, ben de kadın olsam, bunları okuyunca bana hayran olurdum muhtemelen. Hiç öyle değil be güzelim. Benim, bu anlattığım belki %90'lık, 95'lik erkek kitlesinden tek farkım, olsa olsa aynı samimiyetsizliğe dahil olmayışım olabilir. Evet, o bilinçaltına da indim, kendimle de yüzleştim, yazdıklarımın hepsini içselleştirmeye de çalıştım ama... ama'sı var işte. Onu yıkabilmek, yıllar içinde oluşmuş o bilinci komple söküp atabilmek kolay değil. Ki ben bir de daha avantajlıydım bu konuda. Üç kardeşin tek ve en büyük erkeğiyim. Annem hiçbir zaman erkek egemen bir anlayışla yetiştirmedi beni. Yani kız kardeşlerime, "Abin su istiyor, kalk su getir" denmedi bizim evde. Tam tersine, "Kalk kendi suyunu kendin al" dendi. İki kız kardeşimin üzerinde de öyle abi hakimiyeti kurmadım; "Şunu giyemezsin, oraya gidemezsin" gibisinden bir ilişki olmadı aramızda. Yani bizimkiler, böyle bir şeyi desteklemedikleri gibi, asla da izin vermediler. Ama buna rağmen, özellikle ergenlik dönemimde, yine de erkek üstün anlayış mekanizması harekete geçti bende; özellikle de bir küçüğüme karşı. Bunu yıllarca çok düşünmüşümdür, neden diye. Aslında gayet doğalmış. Dedem, babaannem, anneannem (ki onların da ilk torunuyum ve baba tarafındaki tek erkeğim) aşırı pohpohlamışlardı beni çocukken. Ek olarak dedemin babaanneme yaklaşımı, hatta bana kardeşlerim üzerinde hakimiyet kurmama izin vermeyen babamın anneme olan yaklaşımı ve çocukluğumdan beri bunları izleyişim, üstüne bir de toplumsal roller falan derken, o baskın anlayışın daha çocuklukta oturmuş olması hiç şaşırtıcı değil.

Bunca farkındalığıma (ulan bu sözcükten de nefret ediyorum ya neyse...) rağmen hâlâ ve hâlâ bilinçaltımda ev işlerinin aslında kadında olduğunu, biz her şeyi yukarıda anlattığım şekilde paylaşsak bile bu yaptığımın kadın tarafından bir lütuf olarak algılanmasını istediğimi de farkettim. Bunu yok etmek için de epey bir uğraştım, uğraşıyorum. Sonuç konusunda henüz bir şey söyleyemiyorum.

Bunun böyle olmasında kadınların da büyük payı var elbette. Örneğin arkadaşlarla evde toplanırız, kadınlı erkekli 10-15 kişi oluruz. Ben gitar çalacağım için zaten "Üstat sen otur, senin işin ayrı" denilerek bir iş yaptırılmaz bana ama, genel tablo şu şekilde olur: Masa hazırlanacak di mi? Kızlar kalkar hemen ayağa, erkeklere "Siz karışmayın, biz iki dakikada hallederiz" derler. Erkekler genelde masada kalır, birisi mangalla ilgilenir, kızlar masa hazırlar. Çocukluğumdan beri nefret ettiğim tablonun tam içinde bulurum kendimi böylelikle. Bizimkiler akrabalarla toplanıyor diyelim. Erkekler balkonda rakı masasına oturur, kadınlar sürekli mutfakta bir şeyler hazırlayıp masaya servis yapar, biz çocuklar da ya salonda takılırız, ya evin önünde oynarız. Kadınlar, o işlerle uğraşırken ayaküstü sohbet eder, arada boşluk kalırsa salonda otururlar. Balkondan bağırır biri, "Ayşeeee, buz bitti." Ayşe Teyze, biten buzu yeniler. Az sonra başka bir ses, "Fatmaaaa, şu tabağı alsana." Fatma Teyze o tabağı alıp temiz tabak bırakır yerine. Nefret ettim bundan. Hep, "Büyüdüğümde asla böyle olmiicam. Karılarımız da bizimle beraber oturup yiyecek, içecek. Buzumu da gidip kendim alıcam" derdim. E, şimdi biz niyetleniyoruz işin ucundan tutmaya, kızlar zorla oturtuyor bizi masaya. Ben şimdi o bilinçaltını nasıl temizleyeceğim sorması ayıp?

Sevgililerim genelde hamarat, mutfak işlerinde gayet başarılı, epey hünerli kadınlardı. Yemek yapılacak evde, ben de işe girişeceğim, hemen uyarı, "Dur, sen karışma. Ben hallederim hızlı hızlı. Otur sen, sohbet ederiz bir yandan." İtiraz edecek olursam, "İyi bari, sen tabakları falan götür. Yardım etmiş olursun" cevabı. Bir de bunun üstüne iltifat alıyorum, "Çok düşünceli, ince bir adamsın" şeklinde. Böylelikle aslında lütufta bulunduğum fikri iyice yerleşiyor bende. Bu şekilde üst üste üç sevgiliden sonra dördüncü sevgilide bu kez ben bir işe el sürmeyince kavga çıkıyor. Neden o yemek hazırlarken ben oturup onu seyrediyormuşum? Ulan vicdansızlar, bir karar verin de ne bok yiyeceğimizi bilelim! Ailesiyle kalan sevgilim olur, evime gelir, ille bir yeri temizler. Kızım bırak, yapma şunu. Ama salon dağınıkmış, odamın silinmesi gerekiyormuş. Ya bırak işte, ben yapıyorum. Hiç olur muymuş.... Lisedeyken annemle kavga ederdim böyle.

- Yaa anne, odamı niye topladın?

+ E, dağınıktı evladım.

- E bırak, dağınıksa ben toplarım.

+ Üç gün oldu toplamıyorsun ama.

- Anne, güzel annem... Üç gün toplamam, beş gün toplamam ama altıncı gün toplamak zorunda kalırım. Sen her gün gelip topladığın için ben toplayamıyorum zaten. Bırak, alışayım şuna. İyi bir şey yapmıyorsun bana.

Annem önce tamam der, üç gün sonra yine aynı. Böylelikle, işlerimin bir kadın tarafından yapılmasına iyice alışıyorum. Alıştım da zaten. Sevgililer de öyle sağ olsunlar.

Demem o ki, erkeğin bu bilincinin oluşmasına en büyük katkıyı kadınlar sunuyor. Erkeklerse hiç bunlarla yüzleşmeden, gayet süslü cümlelerle nasıl eşitlikçi olduklarını anlatmaya çalışıyor kadınlara. E, samimiyetsizlik bu, ikiyüzlülük.

Heeeeee, kadınlar... Şimdi bir de gelelim size. Okurken "Oh! Ne güzel de sıçtı erkeklerin ağzına bıraktı" falan dediyseniz, ikiyüzlülük konusunda erkeklerden baha beter bir yerde olduğunuzu söylemem gerek size de.

Erkeğin üstün olduğunu başından kabullenen, ev işleri vs gibi işlerin kadının görevi olduğunu kabullenmiş ve bu şekilde yaşayan kadınlara bir şey söylemiyorum. Onlar gerçekten tutarlı yaşıyor. Lafım, kadın erkek eşitliğini savunan, "Ev işleri kadının görevi değildir" diyen, kadına bu tür misyonlar yüklenmesine karşı çıkıp hayatın müşterek yaşanması gerektiğini söyleyen tiplere...

Basit bir örnek: Evliyiz, karı koca birlikte çalışıyoruz. (Yaa kızım misal veriyoruz burada. Evli falan değilim. Lan durduk yere kısmeti kapatıp dükkânın bereketini kaçırmayalım). Bir arabamız var, karı koca birlikte kullanıyoruz. Arabanın kadında olduğu bir gün telefon gelir;

- Aşkım yaaa... Bu sileceklerin suyu bitmiş.

+ E dolduruver bi'zahmet?

- Ben anlamam ki.

+ Kullanmayı biliyon ama?

- İyi de, bunlar erkek işi!

Efendim? İşitmedim? Heeee, bunlar erkek işi... Akşam evde konuşuruz erkek işini. Anca o kontağı çalıştır, sür götür. Bir günden bir güne kaputu açmak yok, arabanın yağını suyunu kontrol etmek yok, periyodik bakımını yaptırmak yok, arabada bir bok olacak olsa, "E ama aşkım, bunlar erkek işi!" O zaman ben tv karşısında gazetemi okuyup masanın hazırlanmasını beklerim aşkım; o da kadın işi!

Hayat müşterektir, deyip bütün ev işlerine sizi eşit şekilde ortak eden kadın, bir akşam çemkirir salonda;

- Yaa, mutfaktaki musluk su damlatıyor. Baksana şuna.

+ Sen niye bakmıyorsun?

- İyi de, o erkek işi.

+ Hayat müşterektir aşkım. Ben de gündüz senin gibi canım çıkana kadar çalışıyorum. Alet dolabını aç, boru anahtarı var orada. Kolay gelsin tatlım.

Başka bir gün evin bozulan prizleri için usta çağırmak gereklidir. Hayatın müşterek olduğunu söyleyen karınız arar sizi;

- Bi elektrikçi bulsana. Şu prizleri yapsın.

+ Sen niye bulmuyorsun?

- Ama bu erkek işi!

+ Hayır şekerim, erkek işi diye bir şey yok. Bu, tamamen toplumsal baskılarla oluşturulmuş bir bilinç. Her birimize biçilmiş roller var ve bu rolleri oynamamız isteniyor. Oysa biz ne yapıyoruz? Bu köhneleşmiş kalıpları reddediyoruz. Bir erkek de pekâlâ ev işleri yapabildiği gibi, bir kadın da aynı şekilde erkek işi diye şartlandırılmış işlerin üstesinden başarıyla gelebilir. İnternete girip bizim eve en yakın elektrikçiyi arayarak başlayabilirsin bu iç devrimine. Hadi bakiim hayatım, kolay gelsin!

Hele öyle "Ay sen de bir şey söylesene yaaa... Bir de erkek olcek!" kezbanlığına falan hiç girmiyorum bile. Bu kadar ilkel bir dili kullanan kadından zaten uzak durmak gerekir.

Anlayacağınız, kadınıyla erkeğiyle hep beraber dökülüyoruz bu kadın erkek eşitliği konusunda. Bizlerin tam ve gerçek anlamda o bilinç düzeyine ulaşması için birkaç yüz yıl daha geçmesi gerekiyor.

Ulan ya da bunlarla hiç uğraşmayıp mağarada kalsaydık zamanında, acaba daha mı iyiydi? Görev bölüşümü ve işin tanımı belliydi en azından!

Ekleme: kadınların ikiyüzlülüğünü sayarken önemli bir maddeyi yazmayı unutmuşum: Alışveriş! Kadındaki eğilim genelde şu yönde: alır eline kağıdı kalemi, bir alışveriş listesi hazırlar, tutuşturur erkeğin eline, "Sen şunları al gel." Neden? Prensesimiz yorulmayacak çünkü, eşya taşımakla uğraşmayacak. Bunlar erkek işi. Ben o mutfak alışverişine tek başıma gittim mi? Gittim. İş bölümü gereği de mutfaktaki işler aynen ellerinden öper bitanem.

Feminist geçinen kadınlardaki asıl yaklaşım da şu: Erkeği, ev işlerinin bütününe tamamen ortak bir şekilde dahil etmek, ama kendisini yoracak, zorlayacak işlerden kaçarak bu angaryaları erkeğin üstüne yıkmak. Oldu canım. bulursan getir, beraber öpelim.


(1 Şubat 2015 - Ekşi Sözlük)



25 Aralık 2015 Cuma

Ekşi Sözlük'te Silinen Regus Ofis Entry'sinin Tam Metni

Ekşi Sözlük'te açılan "25 Aralık 2015 Regus Ofis Rezaleti" başlığında, firma tarafından mağdur edildiğini anlatan "querrey" nickli Ekşi Sözlük yazarı arkadaşın entry'si, GG (götümüze girebilir) gerekçesiyle silindi. Başlığı açan yazarı tanımam, olayın doğruluğunu bilemem, hiçbir şeye de kefil değilim. Ancak; hemen her gün her firma hakkında bu tarz başlıklar açılırken ve bunlara yönelik hiçbir şey olmazken, bu başlığın ilk entry'si aynı gün, birkaç saat içinde silindi. Entry'de, hukuka aykırı bir detay göze çarpmıyordu. Hukukçu olmadığımdan, yine de bu konuda çok iddialı konuşmak istemiyorum. Ben o silinen entry'i, noktasına dokunmadan aşağıda paylaşıyorum. 


25 Aralık 2015 Regus Ofis Rezaleti


türkiye dahil dünyada 120 ülke ve 900 şehirde hizmet veren global bir şirket olan regus'un istanbul selenium plaza ve istanbul bölge müdürlerinin, şirkette yaptığı şaibeli işlemler ve usulsüzlükleri afişe edeceğim ve başlarına büyük iş açacağım, muhtemelen ''sonucunda kovulacakları, olay kanıtlandığında da belki de tutuklanacakları'' rezalettir.

yaklaşık 1 senedir regus adlı uluslararası bir hazır ofis şirketi ile çalışıyorum.

bilenler bilir. bu tarz şirketler büyük plazaların birkaç katını komple kiralayıp, bu alanları bölerek küçük şirketlere ve freelance çalışan kişilere kiralarlar. ayrıca her şirkete birer telefon hattı vererek aynı zamanda sekreterlik hizmeti verirler. siz orada olmasanız bile, sizin için çalışan sekreterler şirkete gelen telefona bakarak, aramayı cep telefonunuza aktarırlar. ücretlendirmeleri de normal ofis kirası + türk telefon faturası olarak gelir. telefon ücretlendirmesi ise sekreterin size telefonu aktarırken '' ... bey sizi şu kişi arıyor, müsaitseniz aktarıyorum'' dediği sadece sekreterle olan 4-5 saniyelik kısa görüşmenin ücretlendirilmesi şeklinde olur. yani bir ayda 600 görüşme 30 dk eder. hadi telekom 1 saniyeyi bile 1 dakika saysın 600 dk eder.

gelelim olayın hortum boyutuna:
bu şirket bana, normal kiramın dışında bana her ay 200-250 tl telefon faturası çıkarıyordu. ben de heralde o kadar konuşuyorum, koskoca şirket, yalan söylecek halleri yok ya diyerek itiraz etmeden ödüyordum. daha doğrusu kredi kartı bilgilerimi aldıkları için faturalar otomatik olarak ödeniyordu.

ancak ne zaman ki telefon faturaları 450-500 tl gelmeye başladı olaydan şüphelenmeye başladım. şirketin ofisine gittim. 600 dakika için bu fiyatların normal olduğunu, türk telekom faturası dışında kesinlikle ekstra bir ücret charge etmediklerini yinelediler. ikna olmadım ve araştırmaya başladım. çünkü dakikası yaklaşık 1 tl'ye geliyordu.

birkaç arkadaşıma bahsettiğimde, evlerinde 30-35 lira gibi rakamlara cep telefonu dahil her yöne 1000 dakika konuştuklarını söylediler. yani ben 30 tl ödeyenler bile 1000 dakika konuşurken, benden koskoca ay 20-25 dakika konuşmam için yaklaşık 500 tl istiyorlardı. ardından türk telekom ile de görüştüm. kendilerinin varolan en yüksek tarifelerinin dk 37 kuruş olduğunu, ayrıca bunun şahıslar için olduğunu, şirketlere özel tarifelerin bundan kat kat daha ucuz olduğunu, hele de böyle yüzlerce hatta sahip olan şirketlerin neredeyse sembolik rakamlara bu hizmetleri aldıklarını, burada bir dolandırılma söz konusu olabileceğini söylediler.

ardından hizmet aldığım ofisin (regus selenium plaza) müdürü ile konuşmak istedim. kendisinin 3 ay kadar peşinden koştum ne bir telefonuma çıktı ne randevu alabildim. bu sırada yüksek faturalar gelmeye devam ediyordu. şirket yetkililerine bana verdikleri hatta gelen telefon faturasını görmek istediğimi söyledim. gösteremeyiz yasak, zaten bu ofiste 100 şirket bulunuyor hepsinin faturası tek fatura olarak kesiliyor, biz bölüyoruz dediler. ben de ''eğer bana faturayı gösteremiyorsanız o zaman hiçbirinize 1 lira ödemiyorum'' dedim ve kredi kartımı mail order'a kapattım. şüphelerim daha da artmıştı. tanıdığım bir telekom bayisinden şirketin toplam 100 şirket için aylık toplam 2000 tl ödediğini tespit ettim.

tekrar ofislerine gittim. 100 şirket için toplam 2 bin tl öderken nasıl herkesten 400-500 tl istediklerini sordum. bu şekilde 100 şirketten telefon için her ay 50 bin tl toplayıp, 2 bin tl'sini telekoma ödüyorlar ve kalan 48 bin tl nasıl oluyorsa bir şekilde buharlaşıyor. kendilerine sözleşme imzalarken telekom faturası dışında telefona kar koymadıklarını söylediklerini hatırlattım. kimse itiraz etmiyor, size bir belge gösteremeyiz ama 2 bin tl ödediğimiz doğru dediler. ancak üstüne kar koyabiliriz dediler. ben de bana sözleşmeyi telefona kar koymuyoruz diyerek imzalattınız dedim. (sözleşmede fiyat yazmıyor, fiyatlar regus'un bilmemne ekindedir yazıyormuş ama ortada ek falan kesinlikle yok) ama ispatım yoktu. bunu ispat edebilmek için regus'un merkezini yeni bir müşteri gibi aradım ve telefon konuşmasını kaydettim. oradaki müdürleri bana sözleşme satarken kira dışında telefondan bir kar marjı olmadığını açık açık defalarca belirtti. artık elimde sahte vaatlerinin kanıtı vardı. gizli kayıt yapmak birçok durum için yasadışı olsa da kamu yararı için yapıldığında suç değildi. sonuçta ben de kimsenin özel hayat görüntülerini kaydetmiyordum. dolayısıyla bu kaydı da işledikleri suçu ispat edip benim gibi başka yüzlerce üyeden haksız aldıkları paraları iade etmeleri için yaptım.

ben müdürlerine ulaşamazken ofisin müdürü değişti. apar topar yeni müdüre gittim. elimde kayıtlar olduğunu söyledim. kendisi beni dinledi ve aldıkları istenen paranın açıklamasını yapabilmek için 1 hafta zaman istedi. tamam deyip ayrıldım o da bir daha telefonlarına çıkmadı ve izne ayrıldı.

bu arada ofisin diğer yetkilileri ile görüşmelerimde bunun dışında sözleşmede bu tutarla geç ödendiğinde ''regus kendi belirleyeceği bir miktarı ceza olarak ekleyebilir'' diye bir madde koymuşlar. ben 150 dolarlık faturayı kabul etmediğim için bir de 100 ceza koymuşlar bu maddeye istinaden. bunu yapamazsınız dediğimde sözleşmedeki bu maddeyi gösterdiler. ben de bunun üzerine 100 dolarlık faturaya 100 dolar ceza mı olur? ne yani regus bu maddeye dayanarak bana ceza olarak 100 bin dolar kesse, bunu mu ödeyeceğim? bu apaçık sahtekarlık olur dedim. ve sözleşmemi iptal etmemi istedim, ancak bunu yapamayacaklarını, sözleşmenin senelik otomatik yenileme tarihinden 3 ay önce bunu yazılı olarak bildirmem gerektiğini söylediler. sözleşme yenileme hatırlatmasının herkese mail olarak gönderildiğini söylediler ama bana gönderdikleri hatırlatma mailini çıkartıp gösteremediler. ve bir sene daha bizimle çalışmak durumundasınız dediler.

sonunda zor da olsa telefonla istanbul bölge müdürleri olan m. k. adındaki şahsa ulaştım. telefondaki ilk sözü ''merhaba querrery bey, şu anda benim de sesimi kaydediyor musun acaba?'' oldu. demek ki benim şirkete attığım onlarca mailden onun haberi vardı ve beni daha ismimi duyduğu anda saniyede tanımıştı. yani konudan çoktan haberi vardı ama hiç birşey yapmamıştı. hayır elimde yeterince kanıt olduğu için artık kayda gerek duymuyorum dedim. kendisinden şirkette dönen işleri ona anlatmak ve mağduriyetimi belirtmek için bir randevu aldım, gittim görüştüm: böyle böyle müdürleriniz yüzlerce üyenizden haksız kazanç sağlıyorlar, ben bu istenen tutarın açıklamasını istiyorum. bu ya bir zimmete geçirme olayı, ya da regus'un çirkin bir stratejisi ve ikisi de birbirinden kötü dedim. dinledi ancak bir cevap vermedi. bana 2 gün verin bu ücretlerin izahını yapayım dedi. peki dedim ama izah edecek birşey yok ortada. telefon faturası neyse o dediniz ama faturayı göstermiyorsunuz dedim. bizim tarifemiz bizi ilgilendirir. belki biz bedava alıyoruz telekomdan size ne dedi. ben de o zaman insanları fatura dışında bir bedel almıyoruz diye kandırarak satmayacaksınız dedim. ben size telekomdan bir tarife bulurum o zaman o ücreti çıkarmak için dedi ve yardımcılarına telekom'un en yüksek tarifesini araştırtmaya başladı. ve benden bu araştırma için 2 gün zaman istedi. ancak 15 gün oldu ne telefonlarıma çıkıyor ne geri dönüş yapıyor. belli ki o da bu kirli çarkın içindeydi. sözleşmemi bile feshetmiyorlar. ben parayı ödemeyince hizmeti durdurdular ancak her ay fatura kesmeye devam ediyorlar.

bu yazıyı da bu çirkin adamları afişe etmek için yazdım. bu yazının linkini google adwords'e yapıştırıp regus keyword'üne sponsorlu reklam veriyorum. `google'a regus yazınca sonuçlarda ilk sırada bu yazı çıkacak`. pazartesi de selenium ofisi eski müdürü m. e. , yeni müdür o. ö. ve istanbul bölge müdürü m. k. hakkında nitelikli dolandırıcılıktan istanbul cumhuriyet başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunacağım. ayrıca diğer 100 şirkete mail atıp bizlerden fazladan alınan ücretleri geri istemelerini bildireceğim. problemi ise artık hukuk çözecek.

bu arada asıl büyük davayı açması gereken kesinlikle türk telekom'dur. çünkü bu adamlar türk telekom gibi büyük bir şirketin ticari itibarını zedelemişlerdir. benim gücüm yetmese bile telekom'un avukatlarının gücü regus'a rahat rahat yetecektir. çünkü telekom'un tarifesini normalden çok daha yüksek gibi göstererek telekom'un marka imajına zarar veriyorlar.

regus'la anlaşacak olan varsa bence bir daha düşünsün.

ya da boşverin şimdi regus düşünsün..



3 Aralık 2015 Perşembe

Cumhuriyet ve Gerçek Gündem'in Sessiz Sedasız Troll'lenişi

İnternetin, özellikle de sosyal medyanın kullanımıyla beraber dilimize yerleşmiş bir kavram var: Troll'lemek/troll'lenmek. Nereden geliyor peki bu sözcük? Trol, balık yakalamak için kullanılan bir deniz aracı. Denize ağ atan gemilerden farklı olarak taraklı bir mekanizması var. Bu tarak, denizin dibini tarayarak balık yuvalarını vs dağıtıyor. Mekanizma yüzeye çekilirken denizin dibindeki kumu da kaldırdığından, ortalık ciddi anlamda bulanıyor. "Denizlerin katili" olarak tanımlanan bu troller, balıkların üremelerine engel olduğu ve "denizi kuruttuğu" için yasaklandı neyse ki. Ancak deyim olarak dilimize de yerleşmiş bulundu. Troll'lemek; ortalığı karıştırmak, ortalığı bulandırmak, kandırmak, (argo) keklemek, (duruma göre) kızdırmak, damara basmak vb anlamlarda kullanılıyor.

Sosyal medyada yaygın olarak kullanılan troll'lemeden zaman zaman medya da nasibini alıyor -ki bu durum, iletişim fakültelerinde ders olarak işlenmeli bana göre. Şimdilerde işleniyorsa da bilmiyorum tabii.

Dün gece de (2 Aralık 2015/Çarşamba) bu sosyal medya troll'lemesinden nasibini alan iki gazete oldu. Bu durum artık sıradanlaştı belki ama çok daha ilginç bir boyutu var işin.

Rusya ile Türkiye arasında yaşanan kriz nedeniyle Akit yazarı Abdurrahman Dilipak, Twitter hesabından bir anket yayınladı. Anket, çok kısa bir süre içinde çok sayıda kullanıcı tarafından oylandı ve sonuç Dilipak'ın beklediği gibi olmadı. İşin bu kısmı, ayrı bir haber konusu olarak basında yerini aldı. İlginçlik, tam da bundan sonra başladı.

Dilipak'ın anket sonucu, Rusya'nın Ankara Büyükelçiliği tarafından Twitter'da paylaşıldı. Tweet'in altında dikkat çeken bir detay vardı: Dilipak'ın, "Bu savaş demektir" şeklinde yanıt verdiği görülüyordu.







Bu detayı yakalayan Cumhuriyet gazetesi, internet sitesinde "Yandaş Dilipak'tan Rusya'ya: Bu savaş demektir" manşetiyle haber yaptı. Cumhuriyet'in haberini de Özgür Mumcu yine Twitter'dan paylaştı. Aradan çok geçmeden, aynı haber Gerçek Gündem'in internet sitesinde de yer aldı ve yine Twitter'dan paylaşıldı. Ancak sorun şuydu ki, o tweet'i atan Abdurrahman Dilipak değil, onun adıyla açılmış sahte bir hesaptı. Dilipak'ın gerçek hesabı "aDilipak" şeklinde iken bu sahte hesap "aDillipak" kullanıcı adını taşıyordu. Yani sahte hesapta iki tane "L" harfi vardı. Ekran görüntülerini alarak kendi Twitter hesabımda Cumhuriyet'i ve Özgür Mumcu'yu etiketleyerek paylaştım bu durumu; 




Daha sonra aynı haberi yapan Gerçek Gündem'in Twitter hesabıyla da paylaştım aynı tweet'i. Hiçbiri görmemiş olmalı ki, tweet'ime herhangi bir tepki gelmediği gibi, haberler de yayından çekilmedi. Buraya kadar olan durum bile anlaşılabilir, bir yere kadar. 

Bu haberlerin üzerinden şu an itibariyle 16 saat geçti. Sahte hesap kapatıldı. Ancak her iki gazetenin dün gece yarısı yaptığı haber aynen duruyor;







Haber linkleri:

Cumhuriyethttp://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/440413/Yandas_Dilipak_tan_Rusya_ya__Bu_savas_demektir.html

Gerçek Gündemhttp://www.gercekgundem.com/medya/172732/dilipaktan-rusyaya-bu-savas-demektir


Bana göre gariplik burada başlıyor. Bu troll'lenmeyi hiç kimse görmedi, kimse de bu iki gazeteyi uyarmadı. Peki, Dilipak ve Akit? Onlar da mı görmedi, dikkatini çekmedi? Türkiye'nin en köklü gazetelerinden birinde Dilipak gibi bir yazarın Rusya Büyükelçiliği'ne "savaş" yanıtı verdiği haberi var ve konunun muhatabı Dilipak'tan çıt yok. Hadi, Akit bu malzemeyi kullanıp Cumhuriyet'le dalga geçmedi, Dilipak da çıkıp, en azından Twitter hesabından "O yanıtı veren ben değilim, sahte hesap" vs gibi bir şey söylemez mi? Basının birbirinden bu kadar bihaber olması normal mi? Üstelik de Cumhuriyet ve Gerçek Gündem'in haberinden sonra Dilipak'la dalga bile geçildi Twitter'da. Hiçbir basın organının mı dikkatini çekmedi?

Yoksa, başta Türkiye'nin en köklü gazetesi Cumhuriyet olmak üzere iki gazetenin sessiz sedasız troll'lenmesi ve muhatabının bile buna bir şey söylememesi (ki muhatap da yine bir gazete yazarı) bir tek bana mı tuhaf ve komik geldi?

Ekleme: 20 Mart 2016. Olayın üzerinden neredeyse 4 ay geçti ve haberler hâlâ duruyor. 

4 Kasım 2015 Çarşamba

Seçim, Mücadele ve Döşek Üzerine...


Diken'den Murat Sevinç, 1 Kasım seçimlerine dair güzel bir değerlendirme yapmış ve yazısını "Küsüp gitmek olmaz. Enayice mücadele etmek gerek" diyerek bağlamış. Yazının büyük bölümüne katılmakla beraber, eksik bıraktığını düşündüğüm kimi yanları da var -ki eminim kendisi de bunu biliyordur, fazla detaya girmemek adına yazmamıştır. Ancak yazının sonunda değindiği "Küsüp gitmek olmaz, enayice mücadele etmek gerek" bölümü için aynı fikirde değilim. 






Öncelikle bu seçimlerin hilesiz hurdasız yapıldığına, dosdoğru sonuçları verdiğine inanmadığımı söyleyeyim. O %49'luk oranı hiçbir şekilde doğru kabul etmiyorum. Ancak bu yazıda buna değinmeyeceğim, apayrı bir yazı konusu o. Bu sonuçların doğru olduğunu kabul edelim ve ona göre devam edelim.

Sevinç'in düşüncesine itiraz ettiğim noktaya geçmeden önce, çizdiği genel tabloya bazı eklemeler yapmak istiyorum. 

Söz konusu yazıda da belirtildiği gibi, 1950'den bu tarihe olan seçim sonuçları incelenirse, Türkiye'de sağ oyların %70, sol oyların ise %30 civarında seyrettiği görülür. Bir tek Ecevit dönemi istisna olmuş bu konuda, onun da nedenleri zaten az çok biliniyor. Yani öyle çok da aman aman derin analizler yapma gereği duymuyorum işin aslı. Eldeki kumaş bu. Türkiye toplumunun yarıdan fazlası, muhafazakâr sağ seçmen. Üstelik de öyle basitçe merkez sağ bir anlayıştan söz etmiyorum. Basbayağı Cumhuriyet'le sorunu olan ve Osmanlı özlemi duyan bir kitleden bahsediyoruz. Aziz Nesin, öz yaşam öyküsünü kaleme aldığı "Böyle Gelmiş Böyle Gitmez" adlı kitabında, kendi babasından örnek verir. Babasının, Mustafa Kemal'i pek sevmediğini anlatır Nesin. Babası aşağı yukarı şunları söylermiş Mustafa Kemal hakkında: "Bizi kandırdı. Biz küffara karşı padişahı ve hilafeti korumak için savaştığımızı sanıyorduk. O ise ikisini de kaldırdı." Anlaşılacağı üzere, 'Çılgın Türkler' hiç de öyle Cumhuriyet sevdasıyla falan savaşmamış Kurtuluş Savaşı sırasında. Dolayısıyla Cumhuriyet'le de hiç barışmamış toplumun ciddi bir kesimi. Askeri darbelerle, dipçik korkusuyla vs metazori bir şekilde ayakta durdu Cumhuriyet. Ancak halk da her serbest seçimde, askerin tam karşısındaki partiye/adaya verdi desteğini. 

Bu kadar bir hatırlatmanın yeterli olacağını düşünüyorum. Daha da uzatılarak çok net bir tablo çizilebilir belki ama, Sevinç zaten büyük oranda yapmış bunu. O yüzden, şimdi gelelim "mücadele" konusundaki itirazıma. Esasen "itiraz" demek de çok doğru değil; katılmadığım diyeyim.

Çok klişe bir tabir vardır; "Dibe doğru gidiyoruz ama ben inanıyorum ki, tıpkı bir top gibi dibe vurduktan sonra tekrar yükseleceğiz yukarıya doğru." Hayır, böyle bir şey olmayacak. Çünkü bunun olabilmesi için, topun çarptığı zeminin beton veya o ayarda sert bir zemin olması gerek. Oysa zemin balçık. Top, çarptığı gibi gömülür kalır yarıya kadar. Kaldı ki top da patlak; zemin beton olsa bile 'ploff' diye yapışır kalır çarptığı yerde. Zemini de topu da biraz açalım şimdi...

Türkiye'de %60-70 oranında sağ bir yapı olduğunu söyledik. Bu oran, 1960 ve 1970'li yıllarda gerek Halk Evleri gerekse Köy Enstitüleri ile değişmeye başlar gibi olmuştu. Sol hareketin en güçlü olduğu dönem 1970'lerin sonlarıydı ve "Bu kış Türkiye'ye komünizm gelebilir" iddiası, hiç de mesnetsiz değildi. Buna önlem olarak 1980 darbesi yapıldı. Peki ne oldu sonrasında? İki örgütün dışındaki tüm yapılar, kavalcının arkasından giden fareler gibi itaat etti otoriteye. Ordunun en çok çekindiği yapı DİSK idi. Eldeki istihbarat verilerine göre 160 bin civarında silahlı üyesi vardı DİSK'in. Darbeden hemen sonra haklarında yakalama/tutuklama kararı çıkarılan DİSK'e bağlı sendikaların başkanları ve yöneticileri, bir an evvel gidip tutuklanmak için birbirleriyle yarıştılar adeta. Hem de böyle koştura koştura, en önce teslim olup tutuklanmak için birbirlerini çiğneye çiğneye karakolların, kışlaların, spor sahalarının yolunu tuttular. En örgütlü yapılardan birinin, hem de darbecilerin en çok çekindiği yapının içler acısı durumu tam olarak buydu. 

Devrimciler, sosyalistler, kısacası sol, tam anlamıyla yenilmiş, teslim olmuş, daha da vahimi itaat etmişti. Elbette direnenler hep oldu ve mücadele 80'lerde de 90'larda da sürdü. Ancak hep aynı kitle, hep aynı yüzler, hep aynı bir avuç insan; sağdan say yüz kişi, soldan say yüz kişi... Halk desteği olmadığı gibi, halk tarafından zaten "bölücü anarşist" olarak görülüyorsunuz. Darbeden sonraki 33 yıl, aşağı yukarı bu şekilde geçti.

Artık herkesin iyice umutsuzluğa gömüldüğü, yenilmişlik hissinin ayyuka çıktığı ve o ayyuktan bir türlü inmediği bezgin zamanlarımızda, Gezi Olayları patladı. Tam da memleketi bırakıp gitme isteğinin zirveye çıktığı ve bu yönde planlara başladığım dönemde yaşanan bu gelişme, yine herkeste olduğu gibi bir umut, hatta bir inanç uyandırmıştı içimde. Halk hareketi kitleselleşmiş, en apolitik yaşayanlar bile sokağa dökülmüştü. 

Peki ne oldu Gezi? Ne çıktı o hareketten? Bana göre hiçbir şey. Devletin gerçek yüzüyle tanışan, "penguen medyası" gerçeğiyle yüzleşen kitle, Gezi'den hiçbir şey anlamayıp döndü evine. Gezi'nin turnusolü Kürt sorunudur bana göre. Zira "devlet terörü" ve onun "penguen medyası"yla haşır neşir olmuş bir toplum, Kürtler söz konusu olduğunda hâlâ Gezi'den önceki ezberlerini tekrarlıyor ve devlet ağzıyla konuşuyorsa, Gezi'nin Türkiye toplumunu değiştirip dönüştürdüğüne ikna edemez beni hiç kimse. Bu konuda da Ekşi Sözlük'te, bir tartışma üzerine sinirle yazdığım, o dönem sosyal medyada deli gibi paylaşılan bir yazı var, isteyen okuyabilir: (Gezi'de SolcuLice'de Faşist Takılan Tip


ENAYİCE MÜCADELE
Şimdi eldeki tabloya bakalım: Toplumun yarıdan fazlası zaten hâlihazırda sağ seçmen. Solu; sosyalistler, komünistler, anarşistler, sosyal demokratlar vs şeklinde ayırmadan, tek çatı altında topluyorum. Ülkenin en fazla %30-35'lik bir dilimini oluşturuyor sol. Bunun içinde de gerçekten mücadele edebilecek bölüm, bir elin parmaklarını geçmez. Evinde çekirdek çitleyerek izlediği haberlere bakıp "cık cık cık" çeken kitleden değil, elini gerçekten taşın altına koyup alanlara, meydanlara çıkabilecek kitleden söz ediyorum. Evet, sadece bir avuç insanız hepi topu... 

Biz, bu ülkede İç Güvelik Yasası gibi bir zıkkımın çıkmasına izin verdik, daha ötesi var mı? O dönem yine Ekşi Sözlük'te çokça yazıp çizdim, dikkat çekmeye çalıştım konunun önemine. Orada da bir avuç yazar uğraştık işte. DİSK, KESK gibi örgütlerle iletişim kurmaya çalıştım. Bana göre genel grev en başta olmak üzere her türlü eylem hayata geçirilmeliydi. Hiçbir şey olmadı oysa, hiçbir şey... 

Yıllarımı, topluma bir şeyler anlatabilmek için yazarak, çizerek geçirdim ve 39 yaşımın sonlarına geldim. Gördüğüm şu oldu: Bırakın "diğer mahalle"yi dönüştürmeyi, kendi mahallemizdekilerin bile hantallığını, ataletini değiştirip dönüştürmeyi başaramadık. Kendimi, Aziz Nesin'in "İyi Olur İnşallah" adlı öyküsündeki Yusuf Efendi gibi hissediyorum. 


Dolayısıyla bu "enayice mücadele" fikri bana hiç sıcak gelmiyor. Kimle beraber mücadele edeceksin? Sittin senedir mücadele ettiğin hep aynı bir avuç insanla mı? Üstelik mücadele yöntemleri de aynı derecede enayice. Yine bu blogda sokak eylemleri üzerine bir yazı yazdım. Özetle; TOMA'sı, akrebi, panzeri, copu, tabancası, gaz tüfeği olan polisin karşısına "Melabaaa, biz temiz bi dayak yiyip eve dönmeye çalışıcaz. Ölmez de sağ kalırsak tabii" dercesine pantolon üstüne tişörtle elini kolunu sallayarak çıkmanın, gayet hıyarca olduğunu anlatmaya çalışmıştım. Bir yere varmayan, bir kazanım getirmeyen eylemlerle herhangi bir şeye karşı mücadele edilebileceğine de inanmıyorum. 


UZUN VADEDE?
Sevinç, yazısında "Bu iş öyle üç beş yılda da olmaz, daha uzun zaman gerek" diyor örneğin. Bu kadar kısa sürede bir şey olmayacağı konusunda zaten hemfikiriz. Peki uzun vadede, diyelim 20-30 yılda ne olabilir? Bugün, "En az üç çocuk" yönlendirmesine riayet edip bu yolda çalışmalarını sürdüren kitle, yine bugün "Ben böyle bir dünyaya çocuk getirmek istemiyorum" veya "Bir çocuk yeterli" diyen kitlenin en az üç katını oluşturacak gelecekte. Varsayımsal matematik hesabı bunu gösteriyor en azından. 

Bu yaşadığım kadar daha yaşar mıyım, bilmiyorum. Ömrümün geri kalanını aynı şekilde beyhude bir biçimde çırpınarak geçirme fikri, dediğim gibi hiç sıcak gelmiyor bana. Bir parça, sadece bir parça, hani iğne ucu kadar umut olsaydı içimde, tereddüt bile etmeyebilirdim belki. Oysa elimdeki verilere bakınca, böylesi bir umuda kapılmak için en ufak bir haklı neden göremiyorum. Çünkü biliyorum ki yarın bir darbe yapılacak olsa, muhalefetin tamamına yakın çoğunluğu tıpkı 1980'de olduğu gibi itaat edecek erke. 

Hayır, hiç kimseye "Boş verin, değmez" demiyorum. Herkes kendi tercihini yapacak elbette. Ancak toplumu doğru yönlendirmek gerektiğine veya en azından sonuç getirmeyecek bir çabaya karşı motive etmeye çalışanların daha bir sorumlulukla davranması gerektiğine inanıyorum. 

Sözün özü; zemin balçık, top patlak. Döşeği ayrı sarmıyorum, olduğu gibi size bırakıyorum.