ANA SAYFA

24 Nisan 2016 Pazar

Ermeni Soykırımı yok mu?

Dün 23 Nisan nedeniyle neşe dolup bugün 24 Nisan 1915 Ermeni Soykırımı yıldönümü sebebiyle yas tutan insanlardır bu memleketin halet-i ruhiyesi. Yirmi dört saatlik zaman diliminde, iki uçtaki duygu durumu arasında salınır bu toprakların insanları...

Yıllardır bitmeyen tartışmadır Ermeni Soykırımı. Ulus devletin bizlere ezberlettiği o inkârcı politikalar ve onun kalıplaşmış sözleriyle, histeri nöbetine girmişcesine reddederiz Türk ulusunun herhangi bir topluma katliam yaptığını. Oysa tüm bilgimiz, ilkokulun hayat bilgisi dersinden başlayıp ortaokul ve lise hayatımız boyunca öğretmenlerimizden duyduğumuz "Yoktur" sözünden ibaret. Bırakın arşivlerin açılmasını, ne resmi ne de gayrıresmi tarihi okumuş insanların, Ermeni Soykırımı dendiğinde düğmesine basılmış zombiler gibi çıldırıp krize girmeleri, ulus devletin oluşturduğu insan profilinin en tipik örneklerindendir oysa.

Ermenilere dair ilk bilgimi ne okul müfredatından öğrendim ne de gayrıresmi tarih kitaplarından. Aslında çok acı bir öğrenme süreci olduğunu, yaşandıktan çok yıllar sonra idrak edebileceğim şekilde öğrenmiştim Ermenileri.

1979 yılı, İstanbul'un Kurtuluş semti. Sokağımızın köşesindeki bakkalın oğlu Çetin, benden iki-üç yaş büyük ama yine de arkadaşız. Sokakta diğer çocuklarla oyun oynadığımız  bir gün, yorulup oturduğumuz kaldırım üzerinde yalnız kalınca, büyük bir sır verdi Çetin bana. Sağına soluna baktı önce, kimsenin olmadığına emin olduktan sonra, fısıldayarak;

- Biz aslında Ermeni'yiz. Benim gerçek adım (...). (Hatırlamıyorum ismini)

Henüz üç yaşındaki bir çocuk için ne ifade ederse Ermeni, o kadar anlamlı geldi bana da.

- Yaa? diyebildim sadece. Önemli bir sır verdiğini ayrımsayabiliyordum ama ne olduğunu anlamamıştım. Bir şey söylemem gerekiyordu, söyledim.

- Ama kimseye söyleme bak.

+ Söylemem.

Aradan geçen otuz yedi seneye rağmen hiç değişmeyen hayatımın en büyük sırdaşı anneme anlattım eve gidince.

- Bunu başka kimseye söyledin mi?

+ Hayır. 

- Sakın, ama sakın hiç kimseye de söyleme. Tamam mı benim güzel oğlum?

+ Tamam anne.


Akıllı ve söz dinleyen bir çocuktum. Bu büyük sırrı tam 37 yıl boyunca, az öncesine kadar koruyup sakladım. Annem hemen Çetin'in annesine gitti. Olanları yıllar sonra, yine annemle yalnız kaldığımızda konuştuk. Çetin'in annesini uyarmak istemiş annem. Çünkü Çetin'in, bu sırrı başka bir yerde başka birine daha verme olasılığı vardı. Kadın, Ermeni olduklarını öğrendiğimiz için epey paniklemiş. Bir yandan annemin uyarmak istemesi iyi niyet gibi görünse de, diğer yandan ne yapabileceğimizin belli olmayacağını bilecek kadar deneyim sahibiler. Yalvarmış anneme kadın, bunu başkasına söylememesi için. Annem de bunun üzerine durumu eşitleyip kadını rahatlatmak için bizim de Alevi olduğumuzu söylemiş. O tarihlerde bırakın Alevi kimliğinin söylenmesini, o can korkusuyla her Ramazan'da sahura kalkıp ışıkları yakarak, tencereleri, tabakları birbirine vurarak evde sahur yapıldığı izlenimi vermeye çalışırmış anneannem. Öyle bir can korkusu. Üstelik de bunlar yaşanırken tablo şu: Giriş katta Türk aile biz varız, üst katımız Rum, bir üstü Ermeni, bir üstü Türk, onun üstü yine Rum. Beş katlı apartmandaki dağılım bu yani. Karşı apartmanın çoğunluğu gayrimüslim. Ancak sokaktaki Türk nüfus da az değil. Çetin'in annesi rahatlamış Alevi olduğumuzu öğrenince. Sarılmışlar birbirlerine ve eve dönmüş annem.

Onların Ermeni olduğu öğrenilseydi ne olurdu? Hemen o gün dükkanları yakılır, evleri taşlanır mıydı? Elbette hayır. Bu sorunun yanıtı, annemin uyarı amaçlı gidişinin bile Çetin'in annesini neden rahatlatamadığında gizli. Belki hemen o gün fiziki bir zarar görmeyebilirlerdi ama görünmeyen kırmızı çarpı işaretleriyle fişleneceklerini biliyorlardı. Biliyorlardı ki, ilk kıvılcımda önce yıllarca komşuluk ettikleri insanlar linç edecekti kendilerini. Hiç acımadan, merhamet etmeden, vicdansızca linç edebileceklerdi. Çünkü biliyorlardı ki bu toprakların din ve milliyetçilikle yoğrulmuş insanları; 1942 yılında çıkarılan Varlık Vergisi Kanunu sonrasında, gerek on yıllarca komşuluk yaptıkları, gerek yanlarında çalıştıkları insanların mallarına, mülklerine, hatta ırzlarına leş yiyen akbabalar gibi konabilmiş, mide bulandıran bir utanmazlıkla her şeylerini yağmalamış, zerre merhamet göstermeden ölüme yollayabilmiş ve ölümlerine sevinebilmişti.

Çok değil, o tarihten 24 sene önce, 1955 yılında yaşananlar da pek çoklarında olduğu gibi Çetin'in ailesinin de hafızasında tazeydi belki. Tarihe 6-7 Eylül Olayları olarak geçen o kara iki gün boyunca İstanbul ve İzmir'de yaşananlar, milliyetçi muhafazakâr Türk halkının ve hatta Kürt halkının da gözü dönünce gayrimüslimlere neler yapabileceğini açıkça gösteriyordu. Yağmalanan, talan edilen dükkanlar, ateşe verilen binalar, yine akbabalar gibi düşmüşün üzerine atlayıp parçalamalar, bu ülke azınlıklarının hep hafızasındaydı. 

Bu barbarlık, Anadolu'dan Trakya'ya kadar yayılan, vicdansız, merhametsiz, insanlıktan çıkmış bir güruhun genel anlayışıydı. 21 Haziran - 4 Temmuz 1934 tarihleri arasında Trakya'da Yahudilere karşı yapılan zulüm, Trakya Olayları adıyla yer alır kayıtlarda. Bu olaydan altı sene sonra, 12 Aralık 1940'da, Yahudileri taşıyan Savarona adlı bir gemi kayalara çarpar Silivri açıklarında. Silivrili balıkçılar, sandallarına atladıkları gibi giderler gemiye doğru. Yüzlerce Yahudi, gerek çarpmanın şiddetinden gerek yüzme bilmediklerinden ölür orada. O Silivrili balıkçılar, şişmiş cesetlerin üzerindeki ziynet eşyaları çıkmayınca, ölülerin ellerini, kollarını, ayaklarını, bacaklarını keserler birkaç parça altın ve mücevher için. Karaya çıkarılan ve kurtulan Yahudiler de olur, ancak rivayete göre kurtulabileceklerin bir kısmı da yine sırf ziynetleri için öldürülür Silivri balıkçılar tarafından.

Anadolu'sundan Trakya'sına tüm bu vahşetin yaşandığı bir coğrafyada korkar elbet Çetin'in annesi. Çünkü hepsi bilirler ki, bugün herhangi bir nedenle galeyana gelecek olsa bu milliyetçi muhafazakâr barbarlar, çoluk çocuk hepsini katletebilecekleri gibi, mallarına mülklerine utanmazca, edepsizce, hayasızca, midesizce hemen oracıkta konabilirler. 

Çetin'in, o büyük sırrını benle paylaştığı tarihten sadece bir yıl önce, 1978 Maraş'ında bir hafta boyunca Alevi katliamı yaşandığını Çetin'in annesi de benim annem de biliyordu. Onca korkunun sebebi olan, 1915'in arşivlerini açmaya gerek bile bırakmayacak bu vahşet öyküleri geçmişte kaldı da, artık yok mu böyle şeyler?

Devlet arşivlerine girmeye gerek yok. 2 Temmuz 1993'te Sivas'ta Alevilerin hem de sekiz saatlik canlı yayında, hepimizin gözleri önünde yakıldığı vahşetin görüntülerine bugün Youtube'dan bile ulaşılabilir. Ya da daha yakına gelelim, hemen herkesin zihninde taze olan görüntülere. "Terör protestosu" adı altında memleketin her yanında sokağa dökülen Türklerin, HDP binalarını ateşe verdiği, taşladığı, yolda gördüğü herhangi bir Kürt'e saldırdığı, hatta ocağa kayıtlı bir ülkücüyü bile esmer olduğundan ötürü Kürt sanıp dövdüğü, bir başkasına döve döve Atatürk büstü öptürdüğü görüntüler, gazetelerin bir yıldan önceki haberleri arasında duruyor. Kırşehir'de kitapevini yakan, Konya'da ıslıklar çalıp tekbir getiren barbarlar hâlâ konuşuluyor. Tüm bunlar, inkâra yer bırakmayacak kadar gözümüzün önünde olup biten olaylardan sadece bazıları. 10 Ekim Ankara Katliamı sonrası "#AnkaraMerkezPatlıyorHerkez" etiketi Twitter'da hâlâ çok taze.

Türk parantezinde Müslüman olsun ateist olsun, muhafazakâr olsun seküler olsun, bu halk katliam yapmaz mı yani şimdi? Peki o halde, tam "şimdi"ye bakalım bir de, yine Twitter'dan;




Bu tweet'ler, bugün, 24 Nisan 2016 itibariyle atılmış yüzlerce tweet'ten sadece bazıları. Bu halk, bu insanlar katliam yapmayacak, soykırım yapmayacak yani, öyle mi? Bugün, şu saat, şimdi biri ıslık çalıp işareti verse, Ermeni'yi, Rum'u, Kürt'ü, Alevi'yi, hiç acımadan katledebilecek milyonlarca insan yaşıyor bu ülkede. Yaşıyorlar yani, varlar, hem de şimdi, şu anda. Tüm bunları yapan, yazan, dileyen sanki kendileri değillermiş gibi de inkâr ediyorlar soykırımı. Eğer bir soykırım olsaymış, bugün bir tane Ermeni kalmazmış dünyada. Ülkede de değil yani, dünyada! Sanki çok Ermeni kalmış gibi, sanki o nüfus büyük oranda yok olup gitmemiş, sanki hâlâ varlarmış gibi, utanmadan, yüzleri kızarmadan, pişkince de söylüyorlar bunu. 

Sabahın beşinde Ermenice bir şarkı dinlerken şunları yazmıştım Twitter'da;

https://twitter.com/hakiki_cassey










16 Nisan 2016 Cumartesi

Ne olur uyan...

Ben yine yazamadım... Bir şiir ve bir şarkı var, onlar anlatıyor...




Hadi uyan
Gün ışığı çilemeye başladı başucunda
Denizler bir mavilik edindi günden
Seher yeline uyup kuşlar tüneğine uçtu
Bu türküyü dinlemeyecek misin

Hadi uyan
Aydınlığa çık da çil gözlerin ışısın
İlkyazlar sıcağı biriksin yüreğine
Yoksul olsan da uyan
Garip olsan da uyan
Madem ki güzelsin, güzeli yaşatmak için
Madem ki iyisin, iyiliği yaşatmak için
Madem ki umutlusun, umudu yaşatmak için
Hadi uyan
Denizi dinle yaşamak desin
Toprağı dinle barışmak desin
Göğü dinle sevişmek desin
Bir plak konmuş gramofona
İşte aşk, işte özlem, işte savaşmak gücü
Uyan diyor, uyansana

Hadi uyan
Sevdiğim uyan
N'olur uyan
               (Metin Eloğlu)








Ağlarım usul usul 
Seni uğurlarken son yolculuğa 
Ağlarım gidişine 
Karanlık bir sonbahar sabahında 

Zamansız çekip gittin 
Zamansız kapandı deniz gözlerin 
Söyle üşüdün mü 
Bir avuç toprak örtünce üstünü 

Bir demet çiçekle ağlarım başında 
Sen misin bu cansız yatan inanmam 

Ölümsüz resimlerden 
Sanki bir şeyler söylüyorsun hâlâ 
Nasıl inanırım 
Dünyayı altüst eden yokluğuna 

Uyan n'olur uyan 
O kadar çok şey var ki yarım kalan 
Uyan n'olur uyan 
Yorulmuş olamazsın yaşamaktan 

Uyan n'olur uyan 
Çekip al beni bu zor karanlıktan 
Hani zaman çare derler ya yalan

12 Nisan 2016 Salı

Ulusalcılar ve ulusalcılık sorunu

Bir önceki yazımda, ulusalcı/Kemalist kitleyi sıklıkla eleştirdiğimi söylemiştim. Gerek bunun üzerine gerekse Twitter'da zaman zaman yaptığım eleştiriler nedeniyle çokça karşılaştığım "Ulusalcılarla ne alıp veremediğim olduğu" konusuna değinmek gerekiyor bir parça. Ulusalcıların, Kemalistlerin (ki esasen birbirinden çok farklı şeyler değil) bu ülkeye nasıl zarar verdiğini, bugün AKP'yi yaratan ve hatta AKP'nin bunca pisliğine rağmen iktidarda kalmasını sağlayan temel sebebin kendileri olduğunu, PKK sorununda da çok çok büyük payları bulunduğunu, nasıl hastalıklı bir kafa yapısıyla yaşadıklarını ve çok daha fazlasını anlatmak gerek. Esasen bunu daha önce Ekşi Sözlük'te farklı başlıklar altında yazıp anlatmaya çalışmıştım. Ancak büyük protestoyla beraber sildiğim 5000 civarı entry içinde onlar da gitti.


Bu yazıya bir şekilde (sosyal medya paylaşımları, Google aramaları vs) denk gelip hakkımda hiç fikir sahibi olmayanlar, beni kategorize etmeye çalışmaktan yazıya odaklanamayacaktır muhtemelen. Çoğumuz için bir fikrin ne anlattığından ziyade, onu kimin söylediği önemli. Kaynağı niteleyebilirsek, ona göre gardımızı alıp okuyor, dinliyoruz. Dolayısıyla konuya geçmeden önce okurun kafasını tamamen berraklaştırmak, olası önyargıları mümkün olduğunca kaldırmak gerektiğini düşünüyorum. Bu nedenle evvela kendimle ilgili kısaca bilgi vereyim, yazının orta yerinde iyice zihin bulanıklığı yaşanmasın.

Anlaşıldığı üzere ulusalcı/Kemalist değilim. Bu durumda yapıştırılan ilk etiketler; dinci, İslamcı, AKP'li, Atatürk düşmanı, Cumhuriyet karşıtı vb oluyor. Ateist olduğumu söylediğimde verilen mavi ekran sonrası toparlananlar, hemen ikinci kategoriye eklemeye çalışıyor; Kürt, Kürtçü, PKK'lı vs... Bunların hiçbiri değilim. 2016 itibarıyla kırk yaşında, özünde ateist olmakla beraber Alevi kimliğini de koruyan ("Bu nasıl oluyor?" sorusunun yanıtı için TIKLAYIN), yedi ceddine kadar Türk, ne yazık ki vergi mükellefi bir bireyim. "PKK'nın peşine takılan Türk sosyalisti" de değilim. Yeri geldiğinde fanatik Kürt milliyetçisi arkadaşlarla da gayet sert tartışıyorum. Son seçimde HDP'ye oy verdim ama HDP'li değilim. Kafamdaki devletsiz, milliyetsiz, sınırsız, ülkesiz bir yeryüzü hayalinin kısa ve orta vadede ütopik olduğunu bildiğimden, "Madem devlet olacak, hiç değilse sosyalist bir devlet olsun" düşüncesiyle sosyalist olduğunu söyleyen, esasen anarşizm yanlısı biriyim. Altmış yıldır aynı tekrarı yapan ve belirli bir kalıbın dışına çıkamayan sosyalist arkadaşlarla da çok tartışırım. Emekten ve tüm ezilenlerden yana bir devrimciyim. Sanırım bu bilgiler yeterince açıklayıcı olmuştur.


Nedir bu ulusalcı?
Öncelikle, ulusalcı dendiğinde ne anlaşıldığını, kime ulusalcı dendiğini ve ulusalcı profilini kısaca inceleyerek başlayalım.

Ulusalcı, sözlük anlamıyla "milliyetçi" sözcüğünün eş anlamlısıdır esasen. On yıl öncesine kadar pek de kullanılan, bir kitleyi tanımlamaya yarayan bir sözcük değildi. Milliyetçi sözcüğü vardı onun yerine. Ancak milliyetçi dendiğinde, genelde muhafazakâr, MHP çizgisinde, hatta neredeyse direkt ülkücü kesim anlaşıldığından, bilhassa CHP çizgisindeki seküler, Kemalist kitleyi diğerlerinden ayırmak için, 2005-2006 döneminden sonra sık dillendirilen bir kavram oldu ulusalcılık. Fonetik olarak da kulağa daha hoş gelmesinin yanı sıra, milliyetçi sözcüğündeki o gizli olumsuz havayı da bertaraf eden bir tınısı vardır ulusalcı sözcüğünün. Yani tamamen Türk milliyetçisi, vatanına, devletine, bayrağına sıkı sıkıya bağlı, laik yaşam biçimini benimsemiş, sıkı bir Atatürk sevdalısı kitleyi tanımlıyor ulusalcı sözcüğü. İlk bakışta gayet hoş, hatta kendileri okuduğunda "İşte ideal yurttaş" dedirtecek bir profil gibi duruyor, değil mi? Bakalım öyle mi...

"Beyaz Türk" denen bir kavramdan söz ediyoruz ulusalcılardan bahsederken. Bu ülkede yaşama hakkını salt kendilerinde gören, dindarlara, Kürtlere, hatta sosyalistlere tahammülü olmayan, daha da açık anlatımıyla bilhassa dindarlardan ve Kürtlerden nefret eden bir kitledir ulusalcılar. Affedersiniz, yanlış oldu. Onların "Kürtlerle değil, Kürtçülerle" sorunu var. Yoksa vatanına, bayrağına, devletine bağlı, "Tek dil, tek devlet, tek millet" şiarını kabul etmiş, PKK'ye ana avrat söven Kürtlerle hiç sorunları yok. Yani özünde Kürt olacak belki ama Kürt kimliğine dair hiçbir şey taşımayacak, hatta Kürt doğduğu için hafif bir utanç içinde olacak, anadilini sadece evde -o da mümkünse fısıltıyla- konuşacak, dilinin devlet tarafından tanınması ve kabul edilmesi gibi bölücü, tü kaka talepleri olmayacak, bu ülkenin esas sahiplerinin biz Türkler olduğunu hiçbir zaman hatırından çıkarmayacak, bu ülkede rahatça dolaşabiliyor ve bin yıldır yaşadıkları Doğu ve Güneydoğu'da hâlâ varlıklarını sürdürüyorlarsa bunun, tarafımızdan sunulmuş bir lütuf olduğunu hep bilecek ve asla nankörlük etmeyecek, efendinin biz olduğunu asla unutmayacak ve ona tanıdığımız müsamaha nedeniyle kat'iyen şımarıklık yapmayacak... Kısacası tamamen asimile olmuş, Kürtlükle tek bağı kütüğü ve o kahrolası soyağacı olarak kalmış bir Kürt'le sorunları yok. Ama tabii yine de onun "ne olursa olsun bir Kürt" olduğunu da unutmamak, her an için Kürtlük yapabileceğini göz önünde bulundurarak ihtiyatlı davranmak gerekiyor. Zira bu ikinci sınıf "kuyruklu" yaratıklara fazla yüz vermeye de gelmiyor. Genleri de sorunlu olduğundan, her an için özlerine dönüp huysuzluk, huzursuzluk çıkarabilirler.

Dindar sevmiyorlar dedik ama o da doğru değil. Kimsenin inançlarıyla bir sorunları yok. Allah'a inansınlar tabii, elhamdülillah hep Müslüman'ız. Ama aşırıya kaçıp fazla inanmasınlar. Örneğin, isteyen başörtüsü de bağlayabilir ama (mümkünse bağlamasın ama yaa) hiç değilse örtünün altından saçı görünsün; hani şu babaannelerimizin bağladığı gibi. Tabii o başörtüsüyle okula falan gelmesin. Gelecekse de kapının önünde çıkarsın. Hele devlet daireleri vb kamusal alanda hiç görünmesinler. Hatta mümkünse en güzeli, evlerinde taksınlar örtülerini, sokağa çıkıp da görüntü kirliliğine neden olmasınlar. İbadetlerini yerine getirsin tabii canım. Orucunu tutsun mesela ama iftarı da rakıyla yapsın. Namaz dediğin de yılda iki kere bayram namazı, cenaze namazları (abdest de gerekmiyor hem, çok kolay), ayda yılda bir Cuma namazı şeklinde olmalı. Günde beş vakit camiye mi gidilir? Hem Allah'a inansın ama hem de Kuran'da açıkça yazan Allah'ın hükümleriyle değil de, moderen hukuka uygun kurallarla yaşasın. Allah'ın Kuran'da buyurduğu gibi iki kadının şahitliğini bir erkeğin şahitliğine eşit görmesin (Bakara suresi 282. Ayet). Kuran'ın her hükmüne uymasın aslında, böyle yumuşak taraflarını alsın, diğer tarafları geçsin. Esasen Kuran'ı da okumasın zaten, biz okuyor muyuz? Tamam, Müslüman'ız da, o kadar Müslüman olmaya gerek yok.

Sosyalistlere, devrimcilere bakışlarını da görelim... Nazım Hikmet'i, Deniz Gezmiş'i, Aziz Nesin'i, Che'yi, Fidel'i vs severler. Şiirlerini, şarkılarını, sözlerini, resimlerini paylaşır, odalarına posterlerini asar, yıl dönümlerinde anmalarını yaparlar. Bu saydığım isimlerin hepsi de buz gibi komünist, kapitalist/faşist devlet karşıtı, kapitalist statükoyu yıkmak için silahlı eylem yapan ve/ya yapanları destekleyen isimler. Bu isimlere kulaktan dolma bilgilerle sempatiyle bakarken, bugün onların yolunda yürüyenlere, onların geçmişte yaptıklarını yapanlara da terörist damgası vururlar. Yani yasadışı silahlı örgüt mensubu, öğrenci lideri, gerektiğinde banka soyan, gerektiğinde mevcut rejimi yıkıp sosyalist/komünist bir devrim gerçekleştirmek için devletin polisine, askerine (er ve erbaşlar hariç) kurşun sıkan, çatışmaya giren Deniz Gezmiş'e bayılırlar da, onun ideolojisini bugün sürdürüp aynı eylemi yapan örgüt mensuplarına terörist derler. Yani ulusalcılara göre sosyalist dediğin; tıpkı kendileri gibi Deniz Gezmiş'i sevecek ama bu sevgi, odaya poster asmaktan öteye gitmeyecek, Deniz'ın anmasına katılacak ama Deniz gibi devrim yapmak istemeyecek, hele hele ekmeğini yiyip suyunu içtiği devletin üniformalı polisine zinhar karşı gelmeyecek, bilakis polisi sevip koruyacak, devlete değil hükumete karşı olacak ve bu kafa karışıklığını bilinçlilik ve aydın olmak olarak görüp kendini takdir edecek. Kendi elleriyle beslediği statükonun zulmü altında inlerken, yine de o statükonun devamlılığı için canını vermekten çekinmeyecek, ancak bunu da mümkünse reelde değil de sosyal medyada aslan kesilerek yapacak. Karşı olduğu hükumeti protesto etmek için sokağa çıktığında, karşı olmadığı devletin hükumeti koruyan polisinden dayak yediği halde "Biz devlete değil hükumete karşıyız" deyip polise karşılık verenlere küfredecek, Gezi'de tanımaya başladığı polisin "AKP'nin polisi" olduğunu söyleyip su satarak onurlu yaşaması tavsiyesinde bulunurken, aynı polisin Güneydoğu'da AKP'nin değil devletin polisi olduğu fikrine yatay geçiş yapıp karşı olduğu hükumetin politikasına alkış tutacak. Ezcümle, ne yaptığının, ne söylediğinin kendi bile farkında olmayıp kafa karışıklığı içinde yaşayıp gidecek sosyalist dediğin de...

Aşağı yukarı özetlediğim bu ulusalcı profili abartı gibi mi görünüyor? Kesinlikle en ufak bir abartı yok. Daha da açılabilir olduğundan "aşağı yukarı" diye bahsettiğim bu profili; yıllardır kendi çevremde, akrabalarımda, arkadaşlarımda, iş arkadaşlarımda, sosyal medyanın hemen her mecrasında çok daha fazlasıyla görüyorum, görüyoruz. Kendini Kemalist olarak tanımlayıp bu kadar travmatik bir kafa yapısına sahip olmayan çok çok az kitle de kendine bakarak "Üç beş örneği genelliyorsun" demesin. Üç beş istisnai örnek kendileri çünkü; geri kalan büyük çoğunluk bu. Zaten öyle olmasa, Kürt'ten, dindardan, sosyalistten bu kadar nefret edip ötelemiş, dışlamış olmasalar, ülke bugün bu kadar büyük sorunu yaşamazdı.


Toplumun kutuplaşması
Bugün AKP iktidarına, daha da doğrusu Tayyip Erdoğan'a yönelik en klişe eleştirilerden biri, Erdoğan'ın toplumu kutuplaştırdığı iddiasıdır. Doğru mudur peki bu? Erdoğan, iddia edildiği gibi kutuplaştırmış mıdır toplumu? Aslında hayır. Erdoğan'dan önce kutupsuz, tümden birleşik, birbiriyle barışık bireylerden, gruplardan oluşan bir toplum yoktu. Toplum zaten Kemalist rejimin ve taraftarlarının uygulamaları nedeniyle çoktan kutuplaşmıştı. Erdoğan, sadece bunu biraz daha keskinleştirdi. Halihazırdaki bir yangının üzerine benzini Erdoğan döktü belki ama, o yangını da Kemalist rejim ve taraftarları çıkardı. Bu kutuplaşma meselesi, özellikle dindarlarla ulusalcılar arasında yaşanan bir gerilim. Kürtlerin konusu apayrı bir sorun.

Yukarıda kısmen bahsettiğim bir tavrı vardı Kemalistlerin dindarlara karşı. Hani hep deniyor ya, "Eskiden bu kadar başörtülü yoktu. AKP, toplumu muhafazakârlaştırdı" diye, AKP'nin toplumu muhafazakârlaştırdığı az da olsa doğrudur da, eskiden bu kadar başörtülü olmayışının sebebi gerçekten sadece AKP iktidarıyla beraber insanların birden bire kapanması olabilir mi? Bu kadar insan başka bir gezegenden bir anda ışınlanarak gelmediyse buraya, bunu salt AKP'ye bağlamak akılla, izanla açıklanabilir mi? Eskiden bu kadar başörtülü yoktu, çünkü Kemalist rejim başörtülüleri toplumdan soyutlayıp evlerine tıkarak bir nevi tecrit etmişti. Kadın başörtüsüyle okula gidemiyor, işe gidemiyor, kamusal alana giremiyor... Evde oturmaktan başka ne seçeneği vardı? AKP, bu insanlara evden çıkıp toplum arasına karışmalarını sağlayacak özgüveni verdi. Yaşam alanı açtı onlara yani. Sermaye de el değiştirip İslamcılara geçince, kamusal alan özgürlüğüyle beraber toplum yaşamına dahil olmaya, gözle görülür hale gelmeye başladılar.

Adım gibi eminim ki, bir üst paragrafta anlattığım tabloya birçok ulusalcı itiraz edecektir. Böyle bir tecrit olmadığını, kimseyi soyutlamadıklarını söyleyeceklerdir mutlaka. Çünkü ne yaptıklarının da farkında değiller, bu ülkede neler yaşandığının da. Ve büyük çoğunluğu, o dindar kitleyi ya uzaktan tanıyor ya hiç tanımıyor. Evlerine girip oturmuşlukları, sohbet etmişlikleri, onları gerçekten dinlemişlikleri yok. "Yaa bizim iş yerinde bi AKP'li var, bazen konuşuyoruz..." gibi sığlığın da ötesinde bir basitlik değil buradaki konuşmaktan kastım. Çünkü o konuşmalarda ulusalcılar AKP'nin yolsuzluğunu, hırsızlığını anlatıp Erdoğan'ı eleştirirken, AKP'li de deli gibi Erdoğan'ı savunuyor. Bu, artık işin sonuç kısmından bile sonrası. Mesele temelde çok daha derinde ve tüm bunların evveliyatında. O savunun altında yatan bir refleks var. Yani bu insanlar aptal olduklarından veya tümden onursuz, omurgasız olduklarından savunmuyor bunca yolsuzluk iddiasını. Buzdağının görünen ve yanlış yorumlanan kısmı o. O deli gibi savunun altında yatan esas neden, Erdoğan'ın kendilerine açtığı özgürlük alanı. Çünkü biliyorlar ki Erdoğan giderse, tıpkı Erdoğan öncesinde olduğu gibi yine toplum dışına itilecek, yine tecrit edilecek, yine ikinci sınıf insan muamelesi görecekler. Bugün dalga geçtiğimiz, "mağduriyet hikayeleri uyduruyorlar" dediğimiz ve fakat aslında gerçekten ciddi zulüm hikayeleri barındıran 28 Şubat'ı yaşamış bir kitleden bahsediyoruz. Tabii tüm bu kopuşun ve kutuplaşmanın başlangıç noktası da 28 Şubat değil. O kitleyi (hatta Kürtleri de) anlamak için 1923'e dönüp, oradan itibaren incelemek gerekiyor.

Dindarlar konusu buradan itibaren biraz enteresan bir hâl alıyor. Zira devletin özellikle 1950 sonrası politikası o kadar enteresan ki, bir yandan Türk-Sünni-erkek profilindeki devletin yeşil kuşak yaratıp dindar kitleyi cesaretlendirdiğini, öte yandan da kontrolden çıkmalarını engelleyecek şekilde baskı altında tuttuğunu görüyoruz. Bir yandan her tarafa cami dikip Kuran kursları açan devlet, diğer yandan da buralarda yetişen kitlenin Kemalist rejim için tehdit oluşturmaması adına dindarları toplumdan tecrit etmeye çalışıyor. Yani devletin yapmak istediği şu; Düşünen, sorgulayan, aydın ve doğal olarak solcu bir nesil yerine biat eden dindarlar yaratalım. Hem gerektiğinde bunları (tıpkı ülkücüler gibi) solculara karşı kullanırız. Ancak rejim açısından da sıkıntı oluşturmasınlar, göz önünde durmasınlar. Travmatik bir durum var burada dindarlar adına.

Ta 1960'larda, 1970'lerde çevrilen filmlere, tiyatro oyunlarına, hatta romanlara baktığımızda, Kemalist rejimin klişe bir dindar tanımlamasını görürüz. Köyün imamı örneğin; ya çok kötü, çok acımasız, vicdansız, nefret uyandıracak bir karakterdir, ya da dalga geçilen, alaya alınan, hani kaba tabiriyle "taşak oğlanı" olmuş bir tiplemedir. Adını, hatta oyuncularını bile hatırlayamadığım çok sayıda film karesi kalmış belleğimde bu şekilde. Canavar gibi, sürekli kötülük yapan bir imam tiplemesi kazınmış beynime. Bunun da etkisiyle dindar insanları hep aşağılamış, dalga geçmiş, küçümsemişiz günlük yaşamımızda. Birçoğunuza yine abartı gibi gelebilir ama, bu ülkede birçok dindarın, kendisiyle dalga geçileceği korkusuyla, komik duruma düşecek olmanın utancıyla yaşadığını bizzat biliyorum. Utandırıyorduk çünkü bir biçimde onları. En basitinden içki içmeyen, diğer cinsten biriyle tokalaşmak istemeyen birine verdiğimiz tepkiler, en iyimser haliyle dalga geçen, aşağılayan tavırlardı -ki hâlâ da çok farklı değiliz bu konuda.

Yine bir parantez açarak, bu kitleyi de tümden masum ve sütten çıkmış ak kaşık gibi göstermeye çalışmadığımı belirtmem gerek. Dindar deyince, yekpare bir kitleden de bahsetmiyorum elbette. Saf itikat sahiplerinin yanında siyasal İslamcılar da, Maraş'ı, Çorum'u, Sivas'ı kana bulayanlar da, her yıl Ramazan ayında üniversite kantini basıp oruç tutmayanlara saldıran o yayılmacı Emevi zihniyetindekiler de bu bütünün bir parçası. Ancak nasıl ki tüm dindar kitleyi topyekun masum göstermek doğru değilse, aynı şekilde hepsini vahşi ve yobaz kabul etmek de doğru değil. Burada da kurunun yanında yaşın da yanması öne çıkıyor. Kemalistlerin genelde savunusu şöyle zira; "İşte o yayılmacı Emevi zihniyetine dur demek için dindarları imha etmesi gerekiyor devletin. Yoksa görüyorsunuz, ne hale geliyorlar." Ne hale geldiklerinden ziyade, niye o hale geldiklerine bakalım mı?

Laik bir devlet ve 2002 öncesine kadar bir Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) var ortada. Bilhassa TSK, laik Cumhuriyetin teminatı, irtica yanlıların (mürteci) korkulu rüyası, di mi? 6-7 Eylül 1955'te İstanbul'da gayrımüslimlere yönelik çok aşağılık ve faşizan bir talan yapıldı. Tarihe 6-7 Eylül Olayları olarak geçen bu faşizmi bizzat devletin, TSK'nin, hatta MİT'in birlikte tezgahlayıp düzenlediği belgelendi. Peki devlet kimi kullandı bu talan için? Milliyetçi muhafazakâr çevreleri. Kimi suçladı sonra? İçlerinde Aziz Nesin gibi yazarların, aydınların da olduğu solcuları. Olayların failleri bir tek ceza bile almazken, solcu yazarlar, aydınlar, sanatçılar tutuklanarak cezaevine tıkıldı. Aynı şekilde Maraş, Çorum, Sivas katliamlarına bakıyoruz. Sivas katliamı, canlı yayında, hepimizin gözleri önünde, devletin ve TSK'nin izleyici kaldığı şekilde gerçekleşti. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller, ölen 33 canı görmeyip "Göstericilerden de ölen var" dedi. Devlet bu katliamı engellemediği gibi, faillerine de herhangi bir ceza vermedi, zaten son olarak Tayyip Erdoğan'ın "Hayırlı olsun" sözleriyle zaman aşımına uğradı dava. Her yıl Ramazan ayında üniversitelerde kantin basıp oruç tutmayan kitleye saldıranlar bizzat devletin polisi tarafından korundu, desteklendi. Bu saldırganlardan ceza almış hiç kimse yok. Tüm saydıklarım, din adına yapılan ve devletin bir şekilde ya desteklediği ya da görmezden geldiği şeyler. Din adına her türlü cinayeti, katliamı, darbı gerçekleştirebilen kitle, sırtını devlete yasladığı, devletten güç aldığı sürece engellenebilir mi? Bu kadar desteklediğiniz, yeri geldiğinde sırtını sıvazladığınız kitleyi, daha sonra rejim adına da tehlike oluşturabileceği kaygısıyla engellemeye, kamuya sokmamaya kalkarsanız, bu hareket siyasallaşır tabii. Gerektiğinde Alevilerin asimilasyonu ve hatta katledilmesi, gerektiğinde solcuların üzerine salınması için TSK'nin bizzat el altından kayırdığı ve kullandığı İslami kesim, yine TSK eliyle de "kontrolden çıkmasın" diye baskılanıyordu. Burada sorgulanması gereken, İslamcıların yayılmacı zihniyeti değil, yasaları ve pratikteki uygulamalarıyla buna olanak veren devletin ta kendisidir. Oysa devlet okulda başörtüsüne izin verseydi, dindar kesimin okulda namaz kılması sorun edilmeseydi, öte yandan bir başkasının inancına ve yaşamına en ufak bir müdahalede bulunana okuldan uzaklaştırma cezasıyla başlayıp para ve hapis gibi caydırıcı yaptırımlar uygulasaydı, aynı şey diğer tüm alanlarda da geçerli olsaydı, çok başka şeyler yaşanabilirdi bu ülkede. Tabii bu saydıklarım bu kadar kolay olur muydu? Orası ayrı bir tartışma. Çünkü burada siyasal İslam'ın dinamikleri de giriyor devreye. Konudan tümden kopmamak adına bu kısmı çok fazla dallandırıp budaklandırmak istemiyorum.

AKP'yi yaratan ve bugün bile besleyen asıl itici gücün ulusalcılar olduğunu söylerken, geçmişteki uygulamalar kadar bugünkü dil ve tavrın da etkisi olduğunu belirtiyorum. En basitinden Twitter'da, Facebook'ta AKP'lilerden nasıl bahsediyoruz? "Bunlar aptal, bunlar bidon kafalı, bunlar göt kılı, bunlar makarnaya kömüre oy veren cahiller" ve çok daha fazlası... Sürekli bir küçümseme, hor görme, üstten bakma durumu var. Bütün bu kitle gerçekten böyle aptal, onursuz, satılık olabilir mi? AKP'yi sırf bu nedenlerle destekliyor olabilirler mi? Ulusalcıların çok büyük bölümü bu soruya "Evet" diyecektir muhtemelen. Çünkü gözlemlediğim kadarıyla ulusalcıların çok büyük çoğunluğunun çevresi kendileri gibi insanlardan, Kemalistlerden, ulusalcılardan oluşuyor ve o dindar kitleyle gerçek anlamda bir diyalog kurmuş değiller. AKP'li komşuları vardır belki ama gerçekten dostane bir şekilde evlerine girip çıkan, sofralarına oturan, sohbet eden ulusalcı sayısı çok çok az gördüğüm kadarıyla. Twitter'da sahte bir Melih Gökçek hesabı var (@06melihchina), çok da sevdiğim bir arkadaş, onu dikkatle izlerim örneğin. Tarzını bilmeyenler için söyleyeyim; AKP'lilere sarar, gerçek Gökçek gibi yazar ve bazen "mee"lemelerini, bazen "hav"lamalarını ister. Genel hitabı "kulum" şeklindedir. Geçen sene falandı, yine bir AKP'li esnafı yakalamış, makaraya alıyor. Adam bizim arkadaşı gerçek Gökçek sandığı için öyle iltifatlarda bulunuyor, öyle hörmet ediyor. "Kulum" diye hitap etti adama bizim sahte, "Ben Allah'tan başka kimsenin kulu değilim başkanım" yanıtı geldi. Arkadaş soruyor, "Bir şey ister misin, bak her türlü yardımı yağdırırım senin dükkana" diye, "Yok" diyor adam, "Elhamdülillah yardıma ihtiyacım yok başkanım." Gece boyu takip ettim, o çok sevdiği AKP'li belediye başkanına ne eğildi ne de büküldü Ankaralı AKP'li esnaf. Bunun gibi onlarca örneğe denk geldim o hesap aracılığıyla. Ama aynı arkadaş, Gökçek'in bürokratlarından birini, halk ekmek fabrikası müdürünü basbayağı "hav"lattı! Bu yalaka bürokrat takımını CHP'li belediyelerde de sıkça görürsünüz. Parti gözeten bir durum değildir bu. Herkesin gözü önünde olan örnekler olduğu için Twitter'ı referans gösterdim. Yoksa o insanların arasına çokça girmiş, onlarla konuşmuş biri olarak, böylesi çok örneğin olduğunu bizzat biliyorum. Çok aptalca itaat eden kitle yok mu? Var tabii ki, olmaz mı? Ama aynı aptallık CHP içinde de aynı şekilde var. Burada bir şeyi iyi görmek lazım. Bu insanların Erdoğan'a ve AKP'ye bu denli sıkıca bağlı oluşlarının ve her ne yaparsa yapsın sahip çıkışlarının iki sebebi var: Bir; AKP'nin gidip de yeniden Kemalist kadroların iktidara gelmesi durumunda kendilerine yine yaşam alanı kalmayacağını biliyor oluşları. İki; Ulusalcıların bu aşağılayan, hor gören, küçümseyen bakışları ve dilleri nedeniyle kendilerini kabul ettirebilecekleri, "insan yerine konacakları" tek yerin AKP oluşu. Nasıl ki CHP'nin politikalarını beğenmemesine, eleştirmesine rağmen küfür ede ede oy veren bir kitle varsa, aynı şekilde oy veren epey kalabalık bir AKP'li kitle de var. Örneğin 17-25 Aralık sürecinden sonra Erdoğan'a olan inancını yitiren, AKP'nin politikalarını ciddi biçimde eleştiren, cemaatle de uzak yakın ilgisi olmayan başörtülü, gençten bir kadın tanıyorum. Bir yandan AKP'ye oy vermek istemiyor, öte yandan da "CHP gelirse ben bu başörtüsüyle okula gidemem, memuriyet alamam" kaygısı taşıyordu. "Allah belalarını versin" deyip gitti AKP'ye verdi oyunu. İşin doğrusu ben AKP'li olsam, beni bu kadar aşağılayan, hor gören, tepeden bakan bir zihniyetin iktidara gelmesindense, hırsız mırsız bizimkilerin iktidarda olmasını tercih ederim. Zira o koltuğa kim otursa çalacak. Bunu da CHP'li belediyelerden gayet net biliyoruz. Politikanın doğası bu, bal tutan parmağını yalar. İşin bu kısmını çıkardığınızda, kalan kısım hayati önem taşıyor işte.

Özetle; Erdoğan'dan önce bizzat ulusalcılar tarafından kutuplaştırılmış bir toplum var ortada. Tabii askerin de ülkedeki birincil güç olması ve irticayı en büyük tehdit olarak gördüğünden mütedeyyin kitleyi baskılaması nedeniyle, AKP öncesinde ağızlarını açıp da tek kelime edemiyor, tam da ulusalcıların istediği biçimde itaat ediyordu dindar kesim. Göz önünde olmadıklarından da, onların öfkesini hiçbir zaman göremedi, fark edemedi ulusalcılar. Zaten askerin de ebedi güç olarak kalacağına inandıklarından, çok da umursamadılar o öfkeyi. Nasıl olsa höt dendiğinde susup otururlardı.


"Kürtlere değil Kürtçülere karşı"
Ulusalcıların Kürtlere bakışı ve tavrı ise akıl tutulmasının en uç örneklerinden biri durumunda neredeyse. Başta da belirttiğim gibi, benimseyip kabul ettikleri Kürt modeli, Kürtlükle hiç ilgisi kalmamış, tamamen asimile olmuş, kimliksiz, kişiliksiz, omurgasız, tuhaf bir ucube. Bu ucube profili bağrına basıp da "İşte ideal vatandaş" diyen bir insan, bilimsel olarak incelenmeli bana göre.

Bu ülke, Kürtçenin yasaklı olduğu yıllardan geçti ve Kemalistlere göre Kürtçenin serbest bırakılması, ülkenin bölüneceği anlamına gelirdi. Üstelik de her tarafta pıtrak gibi İngilizce tabelalar biterken, dahası, iş yerlerine İngilizce isim verip İngilizce tabelaları bizzat Kemalistler/ulusalcılar/milliyetçiler dikerken söyleniyordu tüm bunlar. Kürtçe resmi olarak serbest bırakıldığında da pratikte hiçbir şey değişmedi. Sokakta sırf Kürtçe konuştukları için komalık hale gelinceye dek dövülen insanlar tanıdım, hatta bizzat tanık oldum. Kürtlerin yaşadığı sıkıntılar, sorunlar tek tek sayılmaya kalkılsa, sadece böyle bir listeden oluşacak sayfalarca yazı çıkar ortaya. O yüzden tek tek saymaya gerek yok. Geçmişte yapılan bu ve benzeri birçok uygulama nedeniyle isyan etmiş bir halk, insanlar haklı olarak zıvanadan çıkıp isyan edince de "E, bunlar da bölücülük yapıyor" diyen bir kitle var ortada. Burayı aşağıda biraz daha genişleteceğim.

"Tek dil, tek millet" anlayışıyla toplumun tüm kesimlerini tektipleştirmek isteyen ulusalcılar, AKP'den çok önce bu ülkeyi kutuplaştırıp bölmüştü zaten. Başta Ekşi Sözlük ve Twitter olmak üzere sosyal medyanın çeşitli mecralarında Kemalist arkadaşların Kürtlere yönelik nasıl bir aşağılayıcı dil kullandığını, nasıl hakir gördüğünü, nasıl bir nefret kustuklarını hemen her gün görüyoruz. İnsanların dillerine bugün bile nasıl bir tahammülsüzlük gösterildiğini, Kürtçe herhangi bir şey duyduğunda kırmızı bez görmüş boğa gibi nasıl çıldırdıklarına tanık oluyoruz. En basitinden Facebook gibi bir platform, diller seçeneğine Kürtçeyi eklediği için çıldıran Kemalist sayısı hiç de az değil. Sen yanıbaşındaki halkın anadilini konuşmasına tahammül edemeyip "Benim ülkemde yaşıyorsan benim dilimi konuşacaksın" dersen, o da haklı olarak "Öyleyse ben de kendi ülkemi kurar ve kendi dilimi özgürce konuşup kullanırım" der. Bak, kafasında ayrılma fikri olmayan birine ayrılması gerektiği fikrini sen soktun böyle yaparak. Bin yıldır yaşadığı toprağı bırakıp da başka bir yere gidemeyeceğine göre insanlar, halihazırda yaşadıkları coğrafyada gerçekleştirmek isteyecek bunları.

Gezi'de penguen medyasıyla tanışıp "Bize Güneydoğu'yu senelerce bu medya mı gösterdi?" diye soran kitle, daha sonra ne olduysa (birisi "fabrika ayarlarına geri dön" butonuna bastı herhalde) tastamam Gezi öncesine dönüp aynı kafayla bakmaya devam etti Güneydoğu'ya. Ondan öncesine, Gezi'den çok kısa süre öncesine dönüp bir örnek vermek istiyorum. Özellikle 2013 Newroz'u, ulusalcıların halet-i ruhiyesini çok güzel özetliyordu bence. Malum çözüm süreci devam ediyor ve Türk medyası ilk kez Diyarbakır'dan canlı yayın yapıyordu hemen hemen tüm kanallarda. Yüzbinlerce Kürt, Diyarbakır meydanını doldurmuş, ellerinde sarı kırmızı yeşil bayraklar, kimilerinde Öcalan posteri, Kürtçe pankartlar, Kürtçe sloganlar.... Milliyetçi cephenin bir kısmı bu görüntü karşısında çıldırmış, bir kısmı ise gerçek anlamda şok yaşıyordu. Ekşi Sözlük'te yapılan bir yorum, özellikle ulusalcıların zihnini tam anlamıyla ortaya koyuyordu bana göre; "Aman Allah'ım, burası benim ülkem mi??? İnanılır gibi değil..." Bir kere burası sadece senin ülken değil, bunu geçelim de, daha başka bir sorun var burada. Bu arkadaşlar, Diyarbakır'ın (ve diğer Kürt illerin) çözüm sürecinde o hale geldiğini, buna AKP iktidarının izin verdiğini sanıyordu. Oysa orası zaten yıllardır öyleydi, hep öyleydi de siz bilmiyordunuz. Çünkü biz Güneydoğu'yu sadece ağalı hanımlı dizilerden, Kibar Feyzo gibi komik filmlerden biliyor, orada sadece bozuk ve şiveli bir Türkçeyle konuşulduğunu sanıyor, tıpkı ilkokulda öğrendiğimiz o "Sen ne güzel bulursun gezsen Anadolu'yu" şarkısındaki gibi billur ırmakları, buzdan kaynakları olan güllük gülistanlık bir yer olarak canlandırıyorduk zihnimizde. Hayatımızda internet de olmadığı için, tıpkı Gezi'de olduğu gibi kendi medyasına istediği şekilde haber servis ediyordu devlet ve biz penguen medyasının bu yalan dolan haberleriyle dolduruyorduk beynimizi. Oysa Güneydoğu, o 2013 Newroz'undaki gibiydi en başından beri. Sorun da bundan kaynaklıyordu. 

İşte tam burada da "Benim ülkemde yaşıyorsan benim kurallarıma uyacaksın" anlayışı devreye giriyor. Yukarıda da bahsettiğim gibi, burası sadece senin ülken değil, Kürtler de Kurtuluş Savaşı'na katılarak bu ülkenin kurucu unsurları arasında yer aldı. Ama bunu yaparken, biz onlara zorla bir Türk kimliği verelim, Kürt kimliğini olduğu gibi silelim, kendi dillerini unutturup bizimkini çakalım diye yapmadılar. Eğer onlara hiç dokunulmasaydı, vatandaşlık bağıyla TC vatandaşı olmaya, Türk pasaportu taşımaya ve daha fazlasına itirazları olmayacaktı. Ayrıca kimin toprağından kimi kovuyorsun sen? Kürtler buraya bizim gibi at üstünde uzak diyarlardan gelmedi, bizden önce buranın yerleşik halkıydı o topraklarda. Henüz ortada Osmanlı yokken de aynı yerde yaşıyorlardı. Osmanlı kurulup da sınırlarını genişlettiğinde, şimdiki Güneydoğu'yu da sınırlarına kattığında, o bölge özerk olarak Kürdistan şeklinde geçiyordu. Kürtlerle Osmanlı'nın ilişkisi aşağı yukarı şu şekildeydi; Osmanlı onlara karışmayacak, vergi almayacak, ancak asker gerektiğinde Kürtler Osmanlı adına savaşacak ve o bölgede "güvenliği" sağlayacaktı. Osmanlı döneminde yapılan Alevi, Ermeni vb katliamlarında Kürtlerin yer alması bundan. 1900'lerin başında bölge kafirler tarafından işgal edilince, dindar Kürtler küffara karşı Mustafa Kemal'in yanında yer alıp katıldı savaşlara. Mustafa Kemal'in Kürtlere özerklik sözü verdiği iddia edilir. Buna dair ispat ve inkâr "belgelerini" okudum ama kesin kabul ettiğim biri olmadı. Benim açımdan önemli de değil. Ancak bugünkü sorunun başlangıç noktasıdır burası. Ulus devlet yaratmak adına bir halkı tümden asimile etmeye kalkarsan, yerleşik halkın buna refleks göstermesi kaçınılmaz olur. İşte o "Benim ülkemde yaşıyorsan benim kurallarıma uyacaksın" anlayışının sonucudur yıllardır yaşadığımız iş savaş ve on binlerce yurttaşın ölmesi.


Efendim, dönemin şartları gereği...
Burada ulusalcıların bir savunusu daha giriyor devreye: "Ama bugünün şartlarıyla o zamanı değerlendirmek doğru değil." Ne zaman Kemalizm eleştirisi yapsak, can simidi gibi ortaya çıkan bir klişedir bu cümle. Şimdi bir konuda anlaşalım o halde, ciddi bir tutarsızlık var ortada zira. Tüm bu bahsettiğimiz şeyler 100 yıl önce yaşandı ve o günün şartlarına göre yaşandı. Kemalizm de yine o günkü şartlar doğrultusunda hazırlanan bir doktrin oldu. Eğer bugünkü şartlarla o günü değerlendiremiyorsak, o günkü şartlara göre belirlenmiş Kemalizm'in bugünün şartlarına ve gereksinimlerine yanıt verebilmesi mümkün değildir. Yok, eğer Kemalizm ve Atatürk'ün o dönem söyledikleri bugün hâlâ geçerliyse, o zaman o dönemi eleştirebilmek gayet normal ve hatta elzemdir. Yani asarken, keserken, doktrini belirlerken "o günün şartları" olacak ve dokunulmazlık zırhına büründürülecek, ancak aynı uygulamalar bugün devam ettirilirken "Bu ülkeyi Atatürk kurdu, onun kuralları hâlâ geçerli" denecek? Şöyle bir itiraz gelebilir; "Asma kesme kısmı o günün şartlarına göre yapılmıştı ama Atatürk geleceği görerek bir doktrin yazdı, bizlere vasiyette bulundu." Nasıl ki Müslümanların çoğu için "Bunlar Kuran okumadığı halde Müslüman geçiniyor" diyorsak, Kemalistlerin tamamına yakın çoğunluğu için "Bunlar ne Nutuk'u okumuş, ne de Mustafa Kemal'in diğer aktardıklarını" diyorum. Bir kere hiçbir yerde "Çocuklar, ben bugünün şartlarına göre ulus devlet yaratacağım diye herkesi Türkleştirmeye çalıştım, direnenleri kestim falan ama siz ileride yapmayın böyle şeyler" falan demiyor Mustafa Kemal. Gelecek kuşaklara vasiyeti de tıpkı o dönem yaşanan ve söylenenler neyse tıpatıp o. Bu durumda "O dönemin şartları ama" diyerek eleştiriye kapama hakkınız olabilir mi Kemalizm'i?" İçindeki Kürt nefretiyle "Ohhh, iyi yaptı! Burası Türkiye! Burada yaşamak isteyen bu kurallara uyacak!!!" diyenlere zaten söyleyecek bir şeyim yok. Zaten bu bakışın sorunlu olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Buna rağmen bu fikirde ısrar ediyorsanız, bu ülkede akan kanın sebebinin Kürtler değil, bizzat kendiniz olduğunu kabul etmek durumundasınız. Sizin terör, bizlerinse iç savaş dediğimiz bu kanlı süreç, bu anlayış yüzünden yaşanıyor ve sizler o fırına ellerinizle odun taşıyarak daha çok kan akması, daha çok insan ölmesi için çaba gösteriyorsunuz. "Vatan için gerekirse canımı da veririm" diyenlerinse anlamadığı şu: Burada bir vatan savunması yok. Zira Kürtler dışarıdan gelip de bizim topraklarımızı istila etmiş değiller. Burada yaşayan bir halkı biz almışız egemenliğimiz altına, biz kimliklerini silmeye çalışmışız ve çalışıyoruz, onlar da buna direnmiş. Belki böyle olmasaydı, Kürtler ayrılmak, ayrı bir ülke kurmak vs istemeyecekti. Bu "benim ülkem" anlayışı onları zorunlu olarak bu fikre itti biraz da. Yoksa bugün bile hâlâ Kürtlerin büyük bölümünün istediği şey bu ülkeden tümüyle kopup yeni bir ülke kurmak değil. Ama artık ciddi ciddi özerklik istiyorlar; belki yine TC'ye tabi olmak ama TC'nin varlığını, askerini, polisini o topraklarda görmemek... Özellikle son birkaç aydır Güneydoğu'da devletin yürüttüğü savaş ve gerçekleştirdiği uygulamalar, bölge halkıyla devlet arasında kalan o son pamuk ipliği bağı da darmadağın etti. O insanların artık bu devletle barışması falan mümkün değil. Savaş politikasından vazgeçip bu gerçeklik üzerine yeni bir çözüm bulunması şart. Diğer seçenekte ısrar etmek, birbiri ardına gelecek şehit haberlerini peşinen kabul etmek demektir. O zaman da hiçbir ulusalcının ağlama hakkı yok! Sizin seçtiğiniz şıkkın doğal sonucu bu, bunu da bile isteye kabul ettiniz zaten. O şehitlerin kanına da siz girdiniz. O çocukları Güneydoğu'ya ölüme de siz gönderdiniz. Hem ellerinizle gönderip hem de cansız bedenleri gelen askerlere ağlayıp "Hain Kürtleeerrrr" çığlıkları atmak, akılla izanla açıklanacak bir durum değil. Bunun için özel klinikler var, orada incelenmesi gereken bir vaka bu.


Devlet değil hükumete karşı olmak
Asıl bir de devletle ilişkileri var ki, saç baş yoldurtan cinsten. Bir türküleri var; "Biz devlete değil, hükumete karşıyız" şeklinde. Buna yıllarca gülüp geçiyordum, ta ki Gezi'ye kadar. Ama bu kafa yapısı, Gezi'yi de çok başka bir yerlere gidebilecekken bitirdi. Öncelikle şunu söyleyeyim; Gezi, hiç kimsenin, hiçbir partinin, hiçbir ideolojinin hareketi değildi. Tıpkı bir aşure gibi, içinden hangisini çıkarsan eksik kalacak, hepsinin bir araya gelişiyle lezzet kazanmış bir hareketti Gezi. İçinde devrimciler, hatta illegal sol gruplar olmasaydı da Gezi olmazdı, Kürtler olmasaydı da Gezi olmazdı, ulusalcılar olmasaydı da Gezi olmazdı. Ama ulusalcılardaki bakış ne? "Gezi'de sol gruplar olmasaydı keşke, PKK'lılar Gezi'ye zarar verdi" vs... İstedikleri, tipik ulusalcı kafasıyla; herkesin "Mustafa Kemal'in askerleriyiz" diye bağırdığı, herkesin elinde Türk bayrağının olduğu, kimsenin polise taş atmadığı, hep böyle komikli yazılarla sadece sloganların olduğu bir şey olmalıydı. Eğer orada Kürtler, devrimciler, sosyalistler, sol örgütler olmasaydı, polis hepinizi tam da Muammer Güler'in söylediği gibi kulaklarınızdan tutar, geçmişinizi siker atardı parktan. Hayatınızda sokak eylemine mi katıldınız? Barikat kurmayı mı biliyorsunuz? Polise nasıl direnilebileceğine dair en ufak bir deneyiminiz mi var? Aranıza karışan sivil polisleri ayırt etmeyi mi biliyorsunuz? Hani kabaca, hangi götünüze güvenip polisin karşısında duracaktınız da park savunacaktınız o devrimci yapılar ve polisi püskürten örgütler olmasaydı? Polis, ayağını yere hafif hızda vurup "La sktrin!" diye bağırsa, arkasına bakmadan kaçacak modellersiniz çoğunuz. Bırak polise karşılık vermeyi, önünde kol kola girip direnebilecek bir kitle dahi değilsiniz. Gezi direnişi o kadar uzun sürdüyse, polise o kadar direnilebildiyse, tamamen devrimci yapıların ve sol örgütlerin sayesindedir bu. Tabii salt onlar olsaydı da ulusalcılar olmasaydı, yine Gezi direnişi olmazdı. Her zamanki gibi polisle çatışan "teröristler" olurdu, televizyondan izleyen ulusalcılar da polisi alkışlardı zaten. O apolitikler olmasaydı o komik yazılar, sloganlar olmazdı örneğin. Bu yüzden, içinden herhangi bir öğe çıkarılsa Gezi olmazdı. Peki, polise karşılık veren, taş atan kitleye bakışı neydi ulusalcıların? "Polisle çatışmayalım, biz devlete karşı değiliz." Devlet dediği polis, "Atatürk'ün piçleri" diye küfür ederken söylüyor bunu ulusalcı arkadaşlar. O polis kimi koruyordu? Devletin polisi kimi korumak için var? O polis kimin çıkarlarına hizmet etti ve ediyor? Bu durumda devletle hükumet arasındaki fark nerede?

Bu devlet sevicilik, hatta devlete taparlık, ulusalcıların sonunu getirecek. Daha önce de birkaç kez bahsettiğim gibi, bugün hükumeti devirmek için kesin bir kararla sokağa çıksa bu kitle, polise mukavemet etmek istemeyeceği için hiçbir şey elde edemeden döner evine. En basitinden Cumhuriyet rejiminin sonuna geliyoruz resmen. TBMM'de bir taslak var şu an, ders kitaplarından Atatürk çıkarılması gibi bir durum söz konusu. Normalde bütün ulusalcıların, Kemalistlerin ayağa kalkıp ortalığı ateşe vermesi gerek. Oysa yapacakları en fazla sokağa çıkıp slogan atmak olur. Eskaza bir cesaret geldi de Saray'a yürümek istediler diyelim, karşılarına polis dikildiğinde dururlar oldukları yerde. Devrimci yapılar polisle çatışmaya girecek olsa, "Biz devlete değil hükumete karşıyız" diyerek polise karşı herhangi bir şey yapmaz, üstüne devrimcileri suçlar, oradan çekilip giderler. İktidar da, kendilerini koruyan polis sayesinde Atatürk'ü de ders kitaplarından kaldırır, heykellerini de yıkar. Böyle söyleyince gaza gelip "Sıkar biraz, kimsenin gücü yetmez ona" diyen aslan parçalarına sormak gerek: Ne yapacaksın? Ekmeğini yiyip suyunu içtiğin devletin polisine taş mı atacaksın, silah mı çekeceksin? Bunu yapamayacağına göre nasıl engel olacaksın? Neyine güveniyorsun yani?


"Kemalist görünümlü sağcılar"
Yukarıda dindarlara ve Kürtlere yönelik devletin uygulamalarından bahsederken, 1950 sonrasını da 1980 darbesini de referans gösterdim. Kemalistlerin en büyük savunularından biri de "1950'den sonra ülkeyi Kemalistler mi yönetti? 1980 darbesini yapan askerler gerçekten Kemalist miydi?" sorularıyla geliyor. Yani özünde Kemalist olmayan ama Kemalist görünümlü kişi ve kurumlar, sözümona Kemalizm adına bir takım faşizan uygulamalar gerçekleştirdi ve bunlardan dolayı da Kemalistleri, Kemalizm'i eleştirmek doğru değil. Peki canım kardeşim, bunu kabul ediyorum. O halde bir soru sana: 1950'den beri, kesinlikle kabul etmediğin o 1980 darbesi ve sonraki dönemi de dahil, bu ülkenin ders kitaplarını, tarih kitaplarını kim yazdı? Müfredatı kim hazırladı? Seni bu şekilde yetiştiren, torna tezgahından geçtiğin o eğitim sistemini kim kurguladı da sana bu şimdiki konuştuğun dili ezberletti? "Kemalist görünümlü sağcılar" dediğin o 1980 darbesinin mimarlarının dizayn ettiği eğitim sistemine girmiş, o zihniyetin doğrularını okullarda öğrenmiş, yine o zihniyetin ezberlettiği dille konuşmakta olan kişisin sen. Seni yetiştiren, seni şekillendiren, o "Aslında Kemalist olmadığı halde Kemalist gibi görünen sağcılar" dediğin yapı işte. Eğer bugün senin söylediklerin doğruysa, Kemalizm tam da senin anlattığın gibi bir şeyse, sana bunları öğreten, ezberleten o darbeci zihniyet de, 1950'den beri ülkeyi yöneten hükumetler de doğruyu söylüyor, gerçekten de Kemalizm'e hizmet etmiş/ediyor demektir. Amaaa.... Yok eğer dediğin gibi o zihniyet gerçekte Kemalist değilse, onların sana ezberlettiği tüm doğrularını sorgulamanı öneririm. 1950-1980 arasında sağ hükumetlerin yazdığı bir müfredat, 1980'de darbecilerin yazdığı bir müfredat var ortada, sen de o müfredat tarafından yoğurulmuşsun, o müfredatın ezberlettiklerini tekrarlıyorsun, ama onları referans gösterdiğimizde de "Onlar Kemalist mi? Kemalist görünen sağcılar onlar" diyorsun. Kemalist gibi görünen sağcılar tarafından yetiştirilmiş olan sen de, kendini Kemalist ve solcu sanan bir sağcı olabilir misin gerçekte acaba?



Öncelikli sorun Kemalistler mi? 
İktidar siyasal İslamcıların elindeyken, devletten tasfiye edilmiş, herhangi bir gücü kalmamış Kemalistlere çatmak, onları eleştirmek doğru mu? Hep söylediğim gibi, şu an asıl tehlike Kemalistler değil, siyasal İslam. Peki o halde neden Kemalistleri eleştiriyorum? İki temel sebepten. Birincisi; eğer herhangi bir dış müdahale olmaz da ülke kendi içindeki olağan akışında giderse, ulusalcıların bu devlete tapan anlayışları yüzünden siyasal İslam iktidarından kurtulma şansımız yok! Açık faşizmin yaşandığı bir ülkede seçimle, sandıkla bir şeyi değiştirmek mümkün değil artık. Bu iş ya sokakta olacak ya da fiilen bitmiş olan rejim resmi olarak da bitecek ve şeriat devletinde yaşamaya başlayacağız. İlk seçeneğin önündeki en büyük engel, devlete tapan ulusalcılar olduğu için ikinci seçenek kaçınılmaz görünüyor. Bu nedenle ulusalcılara çatıyorum. İkincisi; oldu da herhangi bir nedenle (dış müdahale, Erdoğan'ın ölmesi, AKP'nin kendi içinde çökmesi vb) mevcut iktidar düşerse, yerine yine aynı eski zihniyet gelecek; şimdinin ulusalcıları, Kemalistleri. Zaten ülkenin bu hale gelmesinin asıl nedeni olan zihniyet, hatalarından en ufak ders almadan aynı anlayışla ülke yönetmeye kalkarsa, çok değil otuz sene sonra yine dönüp dolaşıp aynı noktaya geliriz. Hatta bu kez o kadar da süremez. Zira Kürtlerin savaş biçimi ve anlayışı da değişti. Bu kez "terör" ülkenin her yanına yayılır ve hiçbir şey değişmemiş olur ülkede. En fazla daha rahat içki içer, mini etiğimizi daha rahat giyeriz.



Bitirirken...
Tek bir yazıyla her şeyi anlatmak, tüm sorunları çözmek, her şeyi değiştirmek mümkün olsaydı, bunu benden önce çok daha birikimli kalemler, aydınlar yapardı zaten. Yazının bütününe göz attığımda, hâlâ eksik kalan çok nokta olduğunu görüyorum. Onlar da belki başka bir blog yazısının konusu olabilir. Hem belki ara ara işlemek, bazı şeylerin düşünülüp sorgulanması adına da daha yararlı olabilir. Kimi arkadaşların dile getirdiği gibi, "Boşa yazıyorsun, bunlar bir şey anlamaz, o kafalar da değişmez" fikrine katılmıyorum. Özellikle Ekşi Sözlük'te yıllar içinde yazdıklarımla birçok Kemalist arkadaşın, ulusalcının ciddi değişimler geçirdiğini bizzat biliyorum. Mutlaka ki küfür edecekler, yüzde yüz haksız olduğumu söyleyecekler vs olacaktır. Zaten benim de "umutsuz vaka" dediğim kalabalık bir kitle var. Ancak ciddi ciddi üzerinde düşünen, bazı şeyleri sorgulayabilen bir kitle de var, sayıları diğerlerine oranla daha az olmakla beraber. Ulaşmaya çalıştığım da onlar zaten.


Konuyla ilgili bir başka yazı: "Peki ya Lazlar ve Çerkesler neden isyan etmiyor"

28 Mart 2016 Pazartesi

Ha Aktroll ha Kemalist

Bugün Twitter’da saldırıya geçen Kemalistlere dair yazmak istediğim bir şeyler vardı. Ancak yine flood yaparak timeline’ı işgal etmek istemediğimden burada yazmaya karar verdim. Bu nedenle pek derli toplu bir blog yazısı olmayacak bu. Flood’dan hallice bir şey diyelim. İleride bu blog yazısı okunduğunda konuda kopukluk olmaması için, önce olayın başını bir anımsayalım.

Diyanet İşleri Başkanlığı, çocuklara yönelik bir dergide şehitliğin güzel bir şey olduğunu anlatan bir çizim yayınladı. Şöyle bir şey;



Konu, basında da işlenip tepkilere neden olunca, ben de şöyle bir tweet attım;


Daha sonra bu tweet’i flood olarak sürdürdüm. Tamamını okumak için TIKLAYIN 

Sonra nasıl oldu bilmiyorum, beni takip etmeyen kişiler, flood’un ortasından kel alaka bir bölümü alıntılayarak paylaşmış. O paylaşım müthiş bir hızla yayıldı ve gün içinde onlarca Kemalist, salyalar saçarak hücuma geçti Twitter’da.  

Bu Kemalist tayfaya söylemek istediğim ilk şey, Aktroll’lerden zerre farklarının olmadığı. Akit gazetesinin o lağım çukuruna benzeyen ağzından en ufak bir farkı yok Kemalistlerin ağzının. Aynı iğrençlik, aynı sığlık, aynı küfür, aynı basitlik… İslamcı putperestlerden tek farkınız, onların rengi yeşilken sizinkinin kırmızıya çalışıyor olması. Yoksa putperestliğiniz bile aynı. Bir İslamcının yanında İslamiyet’i eleştirmek neyse, Kemalistlerin yanında Kemalizm’i eleştirmek hemen hemen aynı. Kutsalına sövülünce zıvanadan çıkan insanın refleksidir bu; hem İslamcılardaki hem de Kemalistlerdeki.

Kudurmuşçasına salyalar saçarak küfredenlerin dışında 2-3 kişi oldu gerçekten yanıt vermeye değer gördüğüm. Gerçekten oturup tartışılabilir dediğim ise sadece bir kişiydi. Küfür edenleri direkt engelledim, ki sayılarını hatırlamıyorum bile. Küfür etmeden sadece saçmalayanları engellemedim, yanıt da vermedim. Bu kitlede öyle bir akıl tutulması var ki, Kemalizm eleştirisi yapan herkesi doğrudan İslamcı sanıyorlar. Nitekim dinci/İslamcı olduğumu düşünerek, “Cumhuriyet düşmanı” deyip saldırıya gelenlerin sayısı hiç de az değildi. İşin acınası tarafı, flood’un tamamını bile okumamışlar, ortasındaki bir tweet’ten yapılan alıntıyı görüp onun üzerine gelmişler. Saldırıp küfrettikleri kişinin kim olduğuna, inancına, ideolojisine vs dair en ufak bir fikirleri yok. Ama sorun hepsine; AKP’liler koyun, cahil, sorgulama ve araştırmadan uzaklar, kendileri ilerici, aydın, zeki ve sorgulayan kimseler. Koyunlukta birbirlerinden en ufak bir farkları olduğunu düşünmüyorum oysa. Sorgulama, araştırma, anlamaya çalışma yetenekleri sıfırın altında. Bu kadar içler acısı bir durum. Basit bir örnek;




Böyle bir gerizekalının nesiyle ne konuşabilirim örneğin? Adam flood’u bile okumamış, flood’un sonlarındaki bir tweet’i almış, ne demek istediğimi de anlamamış, üstelik de hakkında fikir yürütüp liboş dediği kişinin ideolojisine dair bilgi kırıntısı bile yok, bu kadar sefil vaziyetteyken kendini aydın ve ilerici olarak görüyor bu zihniyet. Tam anlamıyla kara mizah…  

Her şeyi, ama her şeyi geçtim, o hayat bilgisi derslerini falan da bir kenara koydum, beden eğitimi dersi adı altında askeri talim yaptığını, o iğrenç gırtlaktan çıkan çatlak “raaattt… hazroooollll” sesleriyle itaat eğitimi aldığını ve bunun da o bahsettiğim militarist eğitim sisteminin bir parçası olduğunu bile göremeyecek kadar kör, ümmi bir kitle var ortada.

İki – üç istisnayı saymazsak, hemen hiçbirinde söylediğim şeyi çürütecek bir argüman yok, tipik bir “Beğenmiyorsan siktir git” yaklaşımı var. Tıpkı bugün AKP’lilerin yaptığı gibi. Bir başka arkadaş tweet atıyor; “haksızsın.” Neden? Orası belli değil. Önemi de yok zaten, Kemalizm eleştirisi yaptın, haksız olman için yeterli bir neden. Fatih Altaylı’nın programındaki kız geldi aklıma. Altaylı, “Atatürk’ü seviyor musun?” diye sorduğunda, “Bu ülkede Atatürk’ü sevmeme hakkı var mı?” yanıtını vermişti o türbanlı kız. Durum tam olarak bu. Eleştiriye bu kadar kapalı bir zihniyetten kime ne hayır gelir ki? Bu blogda yayınladığım yazılara yığınla eleştirel yorum geldi. Bir kısmını o kadar saçma sapan buldum ki, yanıt dahi verme gereği duymadım (zamansızlıktan yanıt veremediklerim üzerlerine almasın lütfen). Ama hepsini onaylayarak yayına verdim. Şimdiye dek onaylamadan sildiğim yorum sayısı sadece bir, o da direkt küfrettiği için. Aradaki farkın da görülmesini istiyorum. Bu arada ben Atatürk’ü sevmiyor da değilim. Bu konuda nötrüm demek daha doğru.

Benim için hiç kimse, hiçbir fikir -kendim de dahil- yüzde yüz doğru da olamaz yanlış da. Bir fikir üzerine tartışırken, duygularımı tamamen bir kenara koyup objektif bir şekilde konuyu incelemeye, anlamaya çalışırım önce. Bunu başarıp başaramadığım ayrı bir konu. Kemalizm konusunda Kemalistlerle tartıştığım kadar, sosyalistlerle de tartışıyorum. Bizim cenahın ilk eleştirisi, “Atatürk, burjuva devrimi yaptı” ile başlıyor zira. E, o yıllarda Osmanlı’da proletarya mı vardı devrim yapacak? Osmanlı hükümdarlığı boyunca tamamen tebaa haline gelmiş, birey olma bilincinden yoksun, hayata tümden din penceresinden bakan bir halk var ortada. Böyle bir malzemeyle yapılabilecek en iyi şeylerden birini yaptı belki de Mustafa Kemal. Ancak sonrasında o ulus devleti oluşturmak için kurduğu sistem, başka arızalar doğurdu. Bunların sancısını da bugün yaşıyoruz işte.

Bir üstteki paragrafı yazmamın nedeni, bir fikrin hem tezlerini hem de antitezlerini bilerek tartışmanın gerekliliğini göstermek. Bugün Kemalistlerin, özellikle de gün boyunca Twitter’dan salya akıtanların asla ve kata anlayamayacağı bir şey bu belki ama, arada çıkan istisnalara ulaşabilme umudu işte benimki.

Beni sözlükten takip edenler, ulusalcılara, Kemalistlere ne kadar öfkeli olduğumu iyi bilir. Ateist olmama rağmen siyasal İslamcılara bu kadar öfkeli değilim. İslamcılara hissettiğim şeyin adı iğrenme, Kemalistlere hissettiğim ise öfke. Bir yandan şu süreçte asıl uğraşılması gerekenin Kemalizm olmadığını görüyorum. Zira zaten halihazırda devletten tasfiye edilmiş kadrolardır Kemalistler. Mevcut tehlike siyasal İslam. Öte yandan, siyasal İslam’dan kurtulsak bile yerine gelecek alternatifin tekrar bu zihniyetteki Kemalistler olacağını görmek korkutucu. Korkutucu, çünkü bugün ülkenin bu hale gelmesindeki asıl sebep de Kemalistlerdir, AKP’nin bu kadar büyümesinde pay sahibi olanlar da Kemalistlerdir. Zaten AKP’den kurtuluşumuzun önündeki en büyük engel de Kemalistler, öfkemin asıl nedeni bu. Bu paragrafı da daha sonra başlı başına bir yazıyla açacağım.

Bir önceki blog yazıma gelen yorumlardan birinde, “Siz de ulusalcılara üstten bakıyorsunuz. Bu üslubu yumuşatırsanız, çok daha iyi ifade edebilirsiniz kendinizi” şeklinde bir cümle vardı. Tespit sonuna kadar doğru ama bunu zaten özellikle yapıyorum. Çünkü AKP’lilere üstten bakan, onları cahil olmakla, aptal olmakla, koyun olmakla, gerici olmakla, biat eden olmakla, dogmatik olmakla suçlayıp beğenmeyen, hor gören bu ulusalcıların Kemalistlerin, özünde onlardan zerre farkları olmamasına rağmen kibirli şekilde ortalarda dolaşıp kendilerini zeki, aydın, düşünen, ilerici vb şekilde tanımlamaları sinirimi bozuyor. Yazılan bir yazıyı dahi anlamadan, hatta okumadan, yazan kişinin profiline bakıp azıcık inceleme gereği dahi duymadan, kafadan etiketi yapıştırıp direkt küfre başlayan kitle ile Aktroller arasındaki tek fark renkleri. Yani bu kof özgüvenin midesine midesine vurmak gerekiyor bazen. Hem onlar da diğerleriyle farklı bir şekilde konuşmadığından, anlayabilecekleri tek dili kullanıyorum, biraz da zorunlu olarak.

Şu yazıyı yazdığım dakikalarda bile hâlâ abuk subuk menşınlar geliyor. Onlara karşı tavrımı da yine Twitter hesabımda anlattım; https://twitter.com/hakiki_cassey/status/714452139020566529


İŞTE O TAVIR!




Daha yazıp anlatmak istediklerim vardı ama kafa da bırakmadılar. Belki onları da daha sonra sakin bir kafayla derli toplu yazarım. Ancak bir ara mutlaka bu konuda uzun uzadıya bir şeyler yazmak istiyorum. O çok kutsadıkları Kemalizmin sorunlu yanlarına, taptıkları devletin ne kadar ceberrut bir şey olduğuna, o eğitim sisteminden çıkmış şimdiki hastalıklı beyin yapılarına dair uzun uzadıya bir şeyler yazmak gerek. 

19 Mart 2016 Cumartesi

Teröristle empati

Bir sorunun çözümünde başarılı olabilmenin temel kuralı, sorunun tam olarak ne olduğunu doğru tespit edebilmektir. Yani hastalığın tedavisi için, öncelikle doğru teşhis gerekir. Doğru tespit için de doğru sorular sormak, kavramları doğru şekilde tanımlayıp yerine koymak zorundayız. Ve sanırım toplum olarak en büyük yanılgılarımızdan biri, sorunu kendimizden başka her yerde ve herkeste arıyor oluşumuz. Çoğu kere de sorunun bizzat bir parçası olduğumuzu görmez, faturayı sürekli olarak başka yerlere kesmeye çalışırız.

13 Mart 2016 tarihindeki Ankara katliamına dair bir şeyler yazmak için, öncelikle saldırıyı kimin üstleneceğini bekledim. Hemen herkes gibi aklıma ilk anda TAK (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) geldi ama, varsayıma dayalı olarak bir şeyler söylemeyi doğru bulmadım. TAK’ın açıklamasından sonra ise farklı nedenlerle yazmak istememiştim. Ancak özellikle sosyal medyada okuduklarım, günlük hayatta dinlediklerim, bizim, konuyu hiç anlamadığımızı düşündürdü bana.

Saldırıdan iki gün sonra, CHP Milletvekili Selina Doğan, şöyle bir tweet attı: “1992 doğumlu bir kadını, vücudunu patlatarak ölüm saçmaya iten sebepleri konuşmadıkça terörle mücadele yalandır.” Bu tweet’in üzerine müthiş bir linç girişimi başladı Doğan’a karşı. MHP ve AKP’den beklenen tepki zaten geldi de, özellikle ulusalcılar, Makbule Cengiz ve Adnan Bulut gibi gazeteciler müthiş bir öfkeyle linç için hedef göstermeye başladı Selina Doğan’ı. Doğan’ın dışında başkaları da “O kadının bunu yapmasını sağlayan motivasyonu düşünüp anlamalıyız” biçiminde sözler söyledi ve hemen hepsi de teröristle empati yapmak, buna teşvik etmekle suçlandı. Yine görebildiğim kadarıyla gelen tepkiler, “Ben neden teröristle empati yapmak zorundayım?” içerikli oldu. Bunun üzerine ben de şöyle bir tweet attım;



Sonrasında, beklediğim açıklama geldi ve TAK, saldırıyı üstlendiğini duyurdu. Açıklamada, hedefin güvenlik güçleri olduğu, sivil kayıplar için üzüntü duyulduğu, Güneydoğu’da yaşananlar devam ettiği sürece de bu radikal devrimci mücadelenin artarak süreceği ifadeleri yer aldı.

Öncelikle ilk tanımımızı doğru şekilde yapalım. Bu saldırı devrimci bir eylem değil, düpedüz terör eylemidir. Dünyanın en meşru örgütü de olsa, milyarlarca destekçisi de bulunsa, sivillere yönelik gerçekleştirilen bu türden bir saldırının adı terör eylemidir. Bunun başka bir tanımlaması yok. Terörün tanımı da tam olarak böyle bir şey zaten. Üstelik de, devletin yaptığı terör tanımını ve yine devletin terörist etiketini hiçbir şekilde tanımayan biri olarak söylüyorum bunu.

Şimdi…

Burada öncelikle ulusalcıları muhatap alarak bir soru soracağım. Bu bir terör eylemi midir? Evet, terör eylemidir. Bunda hepimiz hemfikiriz. Peki, PKK bir terör örgütü müdür? Bu soruya da tereddütsüz evet yanıtının verildiğinden eminim. PKK bir terör örgütüyse, bir terör örgütünün terör eylemi düzenlemesi neden kabul edilemez geliyor size? Yani ortada bir terör örgütü var, bu terör örgütünün terör eylemi yapmış olması “kabul edilemez” bulunuyor. Bunu, saldırı sivillere yönelik gerçekleştiği için eleştiren çok sayıda kişi olduğunu gördüğümden söylüyorum. Bu akıl tutulmasının nedeni, sanırım şimdiye dek alışılagelen genel tarzın, eylemlerin güvenlik güçlerine yönelik gerçekleştirilmiş olmasıydı. Yani PKK asker öldürür, polis öldürür, alışılan bu. Ama yeri geldiğinde de Serap Eser’in ölümüne neden olan molotofun MİT tarafından değil de, PKK tarafından atılmış olduğu söyleniyor ısrarla. Bu konudaki gazete haberlerine rağmen. Ciddi bir kafa karışıklığı var ortada belli ki.

Ben bu ulusalcıların kafa yapısını bir parça tanıdıysam, düşünme algoritmalarını (ki düşünmek de demeyelim ona, ezber diyelim. Düşünen insan bu yargılara varmaz çünkü) bir parça çözdüysem, şu âna dek okuduklarından sonra benim PKK’yi güzellediğimi, masum göstermeye çalıştığımı ileri sürmüş ve bana karşı müthiş bir öfkeyle dolmuşlardır bile. Oysa buraya kadar PKK’nin ne olup olmadığını değil, ulusalcılardaki genel kafa karışıklığını ve eşyanın doğasına aykırı bir tavır beklediklerini anlatmaya çalıştım.

Teröristle empati meselesi
Haftalardır, hatta belki de aylardır benim de anlatmaya çalıştığımı özetlemiş bir tweet’le Selina Doğan. Bunu ciddi ciddi “Bakın ama, kendinizi onun yerine koyun. Kim bilir onun da ne kadar haklı gerekçeleri vardı. Onlar neler neler yaşamış ki bunu yapıyor. Kızmayın bombacılara, anlayıp hak vermeye çalışın” şeklinde yorumlayan kalabalık bir kitle var. Gerçekten bunu söylediğimizi, o motivasyonun düşünülmesini isterken bombacılara hak verilmesi gerektiğini ima ettiğimizi sanan, böyle anlayan, yorumlayan müthiş kalabalık bir kitle var. Burada bir itiraf yapmam gerekirse, bu kitlenin bu denli kalabalık oluşu, bu kalabalığın ciddi bir idrak sorunu yaşayışı ve ne yazık ki düzelme ihtimali bulunmayışı neden olmuştur biraz da asıl mesleğimi bırakmak istememde. Bir yazıdan sonra gelen yorumları okuyup “Gerçekten bu sonucu mu çıkardın?” diye hayretle baktığımı çok bilirim.
                                                                                
Hiç kimse, o saldırıları düzenleyenlere hak vermenizi istemiyor. Suçsuz günahsız, masum insanların öldüğü bir saldırının nesine hak verilir? Bir şeyi anlamakla, onu doğru bulmak arasında uçurum vardır ve ikisinin ayrımını yapamayan bir kitleden bahsettim bir üst paragrafta. En inançsız halimle bir IŞİD militanının neyi niye yaptığını anlayabilirim. Onu anlıyor olmam, ona hak verdiğim, onu doğru bulduğum anlamına gelmez. Sadece, doğru tedavi için doğru teşhisin ilk adımını atabildiğimi gösterir.

Yıllardır savaşarak bitirmeye çalıştığımız “terör” sorunuyla ilgili sorduğumuz bir soru var: “Peki, bu insanlar evlerini barklarını, çoluklarını çocuklarını, sevdiklerini bırakıp kendi hayatlarını gözden çıkararak dağın yolunu niçin tutuyor olabilir?” En milliyetçisinde bile bir yerde bir kırılma görüp, “E tabii, şimdi devletin de bazı hataları var, yok değil” yanıtını almışımdır. Sorunu çözmek için güzel bir adım esasen. Burada konuyu en başa taşıyıp “PKK niçin var, insanlar neden dağa çıkıyor” gibi konulara girmeyeceğim. Neden veya nasıl bir kenara, PKK var ve şu anda da Güneydoğu’da şehir savaşı yürütüyor. Bu savaş sırasında da çok sayıda sivilin; çocuğun, gencin, yaşlının öldürüldüğünü biliyoruz. Cenazelerin kaldırılmasına bile devletin izin vermediğini gördük. Peki bu savaş sırasında Türk tarafının tavrı ne oldu? AKP’ye en çok karşı çıkan, en muhalif, hatta Gezi’de polis şiddetini en sert şekliyle yaşamış kitle bile, Güneydoğu söz konusu olduğunda AKP’nin bu kirli savaş politikasına destek verdi, hâlâ da Erdoğan’ın değirmenine su taşımaya devam ediyor. “Sur’da temizlik var”, “Cizre’de temizlik var” söylemlerine, yine sözünü ettiğim sosyal demokrat, ulusalcı kitle eşlik etti.

Diktatörü diktatör yapan, elindeki askeri güç değil, arkasındaki halk desteğidir. AKP ve MHP tabanının kayıtsız şartsız destek verdiği bu savaş politikasına ulusalcı/Kemalist tayfa da eklenince, Erdoğan’ın eli tamamen güçlendi. Halktan aldığı bu destekle de savaşı daha kanlı ve acımasız hale getirmekte, gerekirse sivilleri de işin içine katmakta herhangi bir sakınca görmedi. Ancak Kürtler, Türk tarafının bu savaşı nasıl desteklediğini çok iyi gördü. Erdoğan’ın savaş politikasından vazgeçmesini sağlatacak adımlardan birinin, halk desteğini kesmek olacağını görmek için de müthiş bir teorisyen olmaya gerek yok.

Öncelikle düz mantıkla gidip komplo teorisinin üzerini örteyim. Yalın seçenekten devam edelim. Kürtler, savaşı niçin Batı’ya, Batı’daki sivillere çekmeye çalışıyor olabilir? TAK, bu saldırıların artarak devam edeceğini söylemekle ne mesaj vermeye çalışıyor bize? Akla gelen ilk iki seçenek; “Benim sivillerime karşı senin sivillerin” misillemesi olabilir. Erdoğan bunu önemser mi peki? Son açıklamalarına bakarak, hiç önemsemeyeceğini söyleyebilirim. İkinci mesaj, doğrudan biz sivillere olabilir; “Eğer bu savaş politikasına destek vermeye devam ederseniz, sizin de canınız yanar!”

Şimdi o yukarıda bahsettiğimiz “motivasyonun kaynağı”ndan söz edebiliriz. Bir örgüte katılan kişi, öncelikle kendi canından vazgeçmiş, ölümü hiçleştirmiş demektir. Emin olun, silahlı bir örgüte katılan hiçbir militan, uzun süre yaşayacağını düşünmüyor. O yolda öleceğini en başından bilerek, bunu göze alarak, hatta bunu kabullenerek katılıyor örgüte. Kendi hayatından vazgeçmiş bir insanın, senin benim ölümümü önemsemesi beklenemez herhalde? Bu “feda eylemleri”ni gerçekleştiren insanlar, “Benim halkım baskı altında ve acı içinde yaşarken, bu topraklarda başkalarının da mutlu olma hakkı yoktur” diyor. TAK’ın açıklamasından da çok net bir şekilde anlaşılacağı üzere, Batı’daki şehirlerde gerçekleştirilen saldırının amacı, Güneydoğu’daki baskıyı kaldırmak. Bunun için de canımızı olabildiğince yakmaya hazır olduklarını belirtiyor örgüt. Yani burada birkaç bomba daha patlar, acı ete gerçekten değmiş olur, gerçekten canımız yanar, biz de bunun üzerine bu savaş politikasına destek vermekten vazgeçer ve hükumete bu konuda baskı yapmaya başlarız. Yok ama, bu baskıyı, “Ey hükumet, terörle savaş ve bu saldırıların son bulmasını sağla” diyerek yapmaya devam edersek, patlayan bombaların sokağımıza kadar gelebileceği anlamını taşır bu. Zaten iş o noktaya gelirse, jeton da yavaş yavaş düşmeye başlayacaktır.

Teröre teslim mi olalım?
Sanırım zurnanın asıl zırt dediği yer de burası. Yine adım gibi biliyorum ki, bir üst paragrafı okuyan milliyetçiler, ulusalcılar vs “Devlet teröre teslim mi olsun?”, “Ne münasebet? Üç beş çapulcu karşısında boyun mu eğelim?”, “Teröristle pazarlık yapılmaz”, “Terörle müzakere değil, mücadele edilir” ezberlerini milyon kere söylemiştir sinir içinde. Çünkü bize sittin senedir öğretilen, ezberletilen, kafamıza kazınan dil bu. Yedi ceddine sövülmüş gibi hissederiz “pazarlık” konusu dile geldiğinde.

Şimdi sizden, anlatacağım mizanseni zihninizde çok iyi canlandırmanızı rica edeceğim. Yani ciddi ciddi gözünüzü kapatın ve o sahneyi zihninizde canlandırın. Bir süpermarkettesiniz. Yanınızda da çocuğunuz, kardeşiniz, yeğeniniz (çok sevdiğiniz kimse işte) var. İçeriye silahlı soyguncular geliyor ve çocuğunuzu rehin alıyor. Olay yerine polis intikal ediyor. Soyguncular, kasadaki parayı alıp gitmek karşılığında çocuğunuzu serbest bırakacak. Ancak polis, “Biz eşkıyayla müzakere yapmayız” deyip, böyle bir pazarlığı kabul etmiyor. Ne yaparsınız? Çocuğunuzu kurtarmak için eşkıyayla pazarlığı kabul mu edersiniz, yoksa “Eşkıyayla pazarlık olmaz, vurun geçin” deyip hem soyguncuların hem de çocuğunuzun ölmesine razı mı gelirsiniz? “Yaa, ne alakası var? Aynı şey mi?” demeden önce iyice bir düşünün bu sahneyi. Eğer gerçekten de çocuğunu gözden çıkarıp eşkıyaya galip gelmeyi tercih ediyorsanız, alın hayrını görün memleketin.

“Ulan ne alakası var? Biri basit bir market soygunu, diğeri devletin bekası. Devletin bekası için seve seve canımı da veririm” dediniz, değil mi? Size bunu kim öğretti? Böyle düşünmeyi, bu cümleleri kurmayı, bu dili kullanmayı nereden öğrendiniz? Devletten… Nedir devlet, kimdir? Hükumet değildir, onu şimdilik kabul edeyim. Kim peki? Yani bunu yazan, dile getiren, söze, sese dönüştüren kim? En neticede bir insanın beyninde oluşup dilinden çıkıyor bu cümle. Kim o? Kimler veya? Hükumetten bağımsız birileri. Peki, size yıllarca, teröristle asla pazarlık yapılamayacağını, terörle müzakere değil mücadele edileceğini söyleyen o kimselerden herhangi birinin oğlunun, yakın akrabasının, herhangi bir tanıdığının cepheye gittiğini gördünüz mü? Duydunuz mu? Şehit ya da gazi olmayı da geçtim, sadece cepheye gittiğini bile hiç duydunuz mu? Benim askerliğimde bir tümgeneralin oğlu, evinin hemen dibindeki orduevinde, her türlü denetimden uzak bir şekilde tamamladı askerliğini. Orduevinde görevli astsubay, hatta binbaşı bile, çocuğun yanına gidip keyfinin yerinde olup olmadığını, bir ihtiyacının bulunup bulunmadığını soruyordu. Kendi oğluna böyle bir askerliği reva gören baba ise, cephede vatan için ölmemiz adına bize her türlü kahramanlık hikayesini anlattı, devletin bekasının her şeyden önemli olduğunu söyleyip durdu. Ancak nedense, bu “devletin bekası” denen şeyi sürdürmekle mükellef sadece bizler olduk hep. Ben bir tane cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, milletvekili, asker, üst düzey bürokrat, devlet yetkilisi vs oğlunun vatan için, devlet için cepheye gittiğini görmedim. Hükumeti dışarıda bırakarak konuşayım hatta, devlet kademelerinde bulunan ve buranın kaymağını yiyenlerin bir tekinin çocuğunun cephede kelle koltukta beklediğini ne gördüm ne duydum. Oysa bekası devam edecek olan devletin rantını da yine bu kişiler ve onların çocukları yiyecek!

“Teröristle müzakere edilmeeeezzz, mücadele ediliiiiirrrr” (Deniz Baykal tonlamasıyla okuyunuz) diyenler, o mücadeleden kendi çocuklarını ve yakınlarını çekerken, bizi sürüyor ön plana. Burada bir problem var. Bir kandırmaca var daha doğrusu. Bunun adını açık açık koyalım o vakit; biz hiç de öyle vatan savunması, devlet bekası falan için gitmiyoruz cepheye. Birileri daha rahat yaşasın, daha konforlu evlerde otursun, çocukları en rahat şekilde büyüsün, gezsin, tozsun, eğlensin diye basit bir piyon olarak sürülüyoruz namluların önüne ve bu kerizliğimizi örtmek için de “devletin bekası” gibisinden çok kutsi kavramlar kullanılarak tabular oluşturuluyor beynimizde. Tanrı gibi tıpkı.

Bu bir kandırmacaysa, bu savaşa devletin kurumlarına yerleşmiş üst düzey yetkililerin hiçbirinin çocuğu gitmiyor da sadece biz gidiyorsak “devletin bekası” adına, öncelikle bu aptal yerine konmayı reddetmemiz gerekiyor. Amaç devletin bekasıysa, önce bunu söyleyenlerin çocukları girecek o savaşa. Girmiyorsa… İşte o zaman biz de aptalca kendimizi, çocuklarımızı öldürtmek yerine, tıpkı o süpermarket örneğinde olduğu gibi, kendimizin, çocuklarımızın canını nasıl kurtaracağımızı düşüneceğiz. Müzakere mi? Evet, müzakere! “Teröristle müzakere olmaaaazzzz” diyene de, “Tamam o zaman, kendi çocuğunu yolla o halde” diyeceğiz. Hiçbiri bu kanlı savaşa kendi çocuğunu yollamayacağı için, mecburen o barış masasına oturacak. İşte o zaman o kanlı ve kirli savaş politikası iflas edecek ve bizim sokaklarımızda o bombalar patlamayacak.


Yukarıda, bu terör saldırılarıyla bizlere verilmek istenen mesajı anlatmaya çalışırken, “Öncelikle düz mantıkla gidip komplo teorisinin üzerini örteyim” demiştim. Örtüyü kaldırır da düz mantığın dışına çıkarsak, bambaşka bir ihtimalle karşılaşırız. Yukarıda anlattığım şeyleri düşünmeyecek, hatta bu satırları okuduysa bile benim ne büyük bir “vatan haini” olduğuma kanaat getirip bana en ağır küfürleri edecek kitlenin, sağduyu sahibi kitleden kat be kat fazla olduğunu ben de çok iyi biliyorum, devlet de, hükumet de, PKK de. Yine çok iyi biliyoruz ki, bu terör saldırıları devam ettikçe, AKP’ye en büyük muhalefeti yapan sosyal demokratlar bile, terörü çözmesi için AKP’nin askeri operasyonlarına, devletin iyice otoriterleşmesine ve şiddetin dozunu artırmasına destek verecek. Bu şekilde meşrulaşan askeri yönetim biçimi, bir süre sonra “başkanlık” rejiminin teminatı olacak. Erdoğan’ı başkanlığa götürecek yolun taşlarını, PKK’nin gösterdiği adresten alan savaş yanlıları, elleriyle döşeyecek. AKP ve MHP kitlesi neyse de, sıtmadan kaçmaya çalışırken ölüme açılan kapıda ucuz amelelik yapacak olan ulusalcı/Kemalist tabanın budalalığı, ileride tarih kitaplarında özel bölüm olarak işlenecek.

Not: Yazıyı yazıp bitirdiğim saatlerde İstiklal Caddesi’nde patlama meydana geldi. Saldırıyla ilgili kesinleşmiş bilgiler bulunmadığından herhangi bir şey yazmıyorum o konuya dair. Şimdilik.


9 Mart 2016 Çarşamba

Ekşi Sözlük Protestosunun Nedenleri

Ekşi Sözlük’te 28 Şubat tarihinde başlayan, 6 Mart’ta alevlenen ve yazarların entry’lerini silmesiyle devam eden büyük bir protesto yaşanıyor birkaç gündür. Bu yazıyı yazdığım saat itibariyle 1065 yazar, toplamda 800 bin kadar entry’sini sildi, silmeye devam ediyor. Bu protestoya katılan yazar sayısı da her gün biraz daha artıyor. Gerek sözlükten takip edebildiğim, gerekse bana sorulanlardan gördüğüm kadarıyla da, bu protestonun neden yaşandığını, basit bir tema değişikliğine gösterilen tepkinin nasıl olup da buraya geldiğini bilmeyen, anlamayan çok sayıda insan da var. Hem onlar için, hem de hafıza oluşturmak adına yaşananları özetleyip, yazarların neyi ve niçin protesto ettiğini anlatmaya çalışayım.

Aslında sözlükteki birçok yazar, uzunca bir süredir yönetimin tavrından, yazarları iplememesinden, keyfiyetinden ve sözlüğün kalitesinin ciddi anlamda düşmesinden şikâyetçiydi. Bu nedenle sözlük hesabını kapatıp giden çok sayıda yazar oldu zaman içinde. Ama bu yazarların bir kısmı bunu sessiz sedasız, bir kısmı da bir veda yazısıyla yaptı münferit olarak. Dolasıyla bu gidişler, ayrılışlar, kitlesel bir tepkiye dönmedi genel olarak. “Yaprak dökümü” adını verdiğimiz kırılmaları saymazsak tabii. Bu yaprak dökümleri, 2000’lerin başından beri yaşanıyordu az sayıda yazarın topluca ayrılmasıyla. En büyük ve en ciddi yaprak dökümü ise 2011 yılında yaşandı. Sözlük yönetiminin yazar bilgilerini savcılığa vermesi, bundan da yazarlarını haberdar etmemesi, çok sayıda yazarın sürpriz bir şekilde savcılıktan gelen kâğıtla konudan haberdar olması büyük bir infial yarattı sözlükte. Sözlüğün önemli yazarları, 2011 yaparak dökümü’nde ayrılmıştı sözlükten. Bir yıl sonra moderasyon ekibinin toplu istifası da önemli bir kırılma olarak sözlük tarihindeki yerini aldı. Bunlara ek olarak keyfi biçimde yazar uçurmalar, sansürler, yazarlar üzerindeki baskı, sözlük yönetiminin kendi arkadaşlarına (şahıs veya ticari firma) yönelik sıradan ve basit eleştirel entry’lerin ahbap çavuş ilişkisi dahilinde silinmesi gibi birçok tavır, zaten yazarlarla yönetim arasında gerilimlerin yaşanmasına neden oluyordu. Buna rağmen alternatif bir platform bulunamadığı için de, tepkili olan yazarların çoğu, sözlükte yazmayı sürdürdü.

Tema değişikliği ve ilk tepki başlıyor
Bilindiği gibi 28 Şubat tarihinde bir tema değişikliği yapıldı sözlükte. Eski temadaki bazı işlevsel özelliklerin kaldırıldığı, görünüm olarak da gerçekten kötü olan bu yeni temaya, her tema değişikliğinde olduğu gibi yine tepki verdi yazarlar. Özellikle renk kullanımının göz yorduğu ve okumayı büyük oranda zorlaştıran temayla ilgili olarak  aynı gün, “28 şubat 2016 ekşisözlük direnişi” başlığını açan yazarlar, eski temanın geri getirilmesi talebinde bulundu. (Şimdi fark ettim ki, bu başlık sansüre uğramış. Başlığın doğru şeklini yazmak için sözlükteki arama çubuğuna “28 şubat 2016” yazdığımda, bu başlığın çıkması gerekirdi, çıkmıyor. “28 şubat 2016 ekşisözlük” yazdım, yine çıkmadı. “28 şubat 2016 ekşisözlük direnişi” yazdım, yine çıkmadı. Son yazdığımı tekrar yazıp enter’a tıkladığımda açıldı başlık ancak. Yönetim, bugüne dair bir hafıza kalsın istememiş sözlükte ve kimseye hissettirmeden, pislik yaparcasına kaldırmış arama kutusundan).

Buradaki ilk tepki, sadece tema değişikliğine yönelikti ve direnişe katılan yazarlar, eski tema gelene dek entry girmeyeceklerini belirtiyordu. Bu tepkiler biraz daha artınca, sözlüğün ceo’su olan kanzuk, böyle bir tepkiyi beklediğini, bunu göze aldığını, ancak değişime herkesin ayak uydurması gerektiğini belirten bir açıklama yaptı. Bu, yazarların daha da gerilmesine neden oldu. Tam bu arada, “otenazi isteyen elf” nick’li yazar, eylemi bir adım daha ileriye taşıyarak tüm entry’lerini sileceğini açıkladı. Yanlış anımsamıyorsam daha sonra da ssg’nin başlığına direnişle ilgili olarak, Kibar Feyzo filminin son sahnelerinden birinde geçen bir sözü yazdı: “Düğün havası değil bu ağam, cenk havası!” Yazar, bu entry’si üzerine sözlükten haksız bir şekilde uçuruldu! Uçurulmalar bununla da sınırlı kalmadı, başka yazarlarla devam etti.

Ekşi Şeyler
Tüm bunlar yaşanırken, sözlük yazarlarının önüne “Ekşi Şeyler” adlı bir site çıkarıldı. Site, Ekşi Sözlük’te yer alan entry’lerin derlemesinden oluşan, bazı editoryal düzenlemeler ve görsellerle birlikte entry’lerin sunulduğu, Onedio adlı sitenin “orijinal kopyası” niteliğinde bir yer. Yazarlar bu kez, “Zaten burada bedavaya yazdıklarımız üzerinden para kazanıyorsunuz. Bir de bize sormadan eserlerimizi, emeklerimizi ek gelir kapısı olarak başka bir yerde kullanamazsınız” şeklinde tepki göstermeye başladı. Burada da yazarlarla yöneticiler arasında “telif” ve “kullanım hakkı” gerilimi yaşandı. Zira sözlük yöneticilerine göre, yazarlara zorla dayatılan ve hiçbir hukuki geçerliliği olmayan Ekşi Sözlük Kullanıcı Sözleşmesi uyarınca, sözlükte yer alan tüm entry’lerden her şekilde gelir elde etme hakkı vardı Ekşi Sözlük sahiplerinin. Tartışma biraz daha büyüdü, bir yazar tarafından “suç duyurusunda bulunulacağı” noktasına geldi. Bu açıklamanın üzerine sözlük yönetimi, “Entry’lerim Ekşi Şeyler’de kullanılmasın” seçeneği getirdi ayarlar menüsüne. Entry’lerinin kullanılmasını istemeyen yazarlar, bu seçeneği işaretleyeceklerdi. Ancak bu da hakka ve hukuka uygun değildi. Tartışmalar ve tepkiler büyümeye, daha fazla yazar entry’lerini silmeye başladı sözlükten.

Gezi Direnişi’ne dönüyor…
Tepkiler büyürken, 5 Mart günü bir başlık açıldı sözlükte: “bütün yazarların bütün entry’lerini silmesi”. Her ne kadar gerçekleşmesi imkânsızın ötesinde de olsa, böyle bir şey, sözlüğü bir günde bitirecek bir hamle olurdu. Ancak fikre destek gelmeye başladı ve entry’lerini silen yazarların sayısı artış gösterdi. Buradaki amaç, sözlükte nitelikli entry bırakmamak, böylece kendileri üzerinden sözlüğe trafik akışı sağlanmasına katkı sunmayarak tepki göstermekti. Zaten uzunca zamandır var olan kızgınlıkların ve gerilimin birikimiydi bu. Eylem, “28 şubat 2016 ekşisözlük direnişi” başlığında da paylaşıldı ve çok sayıda yazar eş zamanlı olarak entry silmeye başladı. “bütün entry’lerini silen yazarlar listesi” başlığı açılarak da protestoya katılanlar tek başlık altında toplanmak istendi.

Sözlük yönetimi, bu dakikadan itibaren Gezi eylemlerindeki AKP iktidarı gibi, sözlüğün ceo’su da Erdoğan gibi davranmaya başladı. Önce başlıklar sansürlendi, sonra protestoya katılan yazarlar uçuruldu. Bir adım daha ileri gidilerek, entry silinmesi tamamen engellendi. Bir saat boyunca hiçbir yazar entry’sini silemediği gibi, başlıktaki entry’sini de edit’leyemedi. Farklı başlıklara entry girişi yapılabiliyorken, direniş başlıklarına entry girilemedi. Panikleyen yönetim zorbalığı ele aldıkça, diğer yazarlar da yönetimin bu tavrına isyan edip protestolara katıldı. Artık olay, tema ve Ekşi Şeyler olmaktan çoktan çıkmıştı. Yazarlara yapılan kabul edilemez uygulamalara tepki gösterdi diğer yazarlar da. Özellikle entry silinmesinin engellenmesi ve çok sayıda yazarın haksızca uçurulmasıyla beraber, iş tamamen çığrından çıktı artık. Protestolara katılan “belirlenebilmiş” yazar sayısı bini, silinen ve silinmesi devam eden entry sayısı 800 bini buldu. “Belirlenebilmiş” diyorum, zira eyleme katıldığı için uçurulan ve kendileriyle iletişimin kesildiği için listede adı yer almayan çok sayıda yazar da oldu.

Ekşi Sözlük’ün 17 yıllık tarihinde yaşanan bu en büyük protesto sonrası yönetim de geri adım atmak zorunda kaldı elbette. Son yapılan açıklamalar daha bir ılımlı, uzlaşmacı, yazarların istediği yönde bir dille gerçekleşti. Ancak bir yandan bu dili kullanarak yazarların gazını almayı amaçlayan yönetim, diğer yandan yazar uçurmaya ve çaktırmadan sansür uygulamaya devam etti ve ediyor. Bundan ötürü de birçok yazar, yapılan son açıklamalardan ikna olmadığı için eylemini sürdürüyor.

Halen birçok yazar, gösterilen bu tepkilerin basit bir tema değişikliği veya sadece Ekşi Şeyler nedeniyle olduğunu sanıyor. Oysa direniş başlıklarında da defalarca yazıldığı gibi, “mesele tema değil sen hâlâ anlamadın mı?”


Güncelleme: 12 Mart 2016 itibariyle entry silen yazar sayısı 1500'e yaklaştı, silinen entry sayısı 1 milyonu geçti.