ANA SAYFA

16 Ekim 2016 Pazar

Söz anlamını yitirdiğinde


Bu yazı herhangi bir politik mesaj, toplumsal kaygı vb taşımamaktadır. Sadece kişisel tarihime düştüğüm bir nottur. Hem ileride bu yazılara baktıkça hangi yollardan geçtiğimi anımsamama hem de 2016 Türkiye'sinin ne durumda olduğunu görmeme yarayacaktır.


Yazmak ne zaman anlamlıdır? Yazdıklarınız gerçekten birilerine, bir yerlere ulaştığında. Burada okunurluktan bahsetmiyorum elbette. Kastettiğim, yazının işlevselliği ve her alandaki mücadeleye somut katkı sunması.



Üç buçuk aydır (darbe girişiminden 15 gün öncesi başlayan bir süreç) Facebook hesabımı açmadım bile, çok istisnai bir iki durumu saymazsak. Çok benzer nedenler, bir süredir Twitter'da da kendini göstermeye başladı. Malum, bir süredir FETÖ adı altında cemaate karşı bir operasyon yürütüyor iktidar. Bu operasyonların salt cemaati vurmayacağını, zamanla yayılarak hepimize dokunacağını ve acilen örgütlenerek bu gidişin nasıl sonlandırılabileceği üzerine kafa yorulması gerektiğini daha önce de yazdım. Oysa bugün Türkiye'de çoğunluğun muhalefet anlayışı şu: İktidar mensubu herhangi biri çıkıp cemaatle ilgili bir şeyler söyler, "Bunları zaten AKP güçlendirdi, zamanında da bunu söylemişlerdi cemaat için" biçimli paylaşımlar yapılır (o da sosyal medyada) ve bu paylaşımlar yüzlerce, binlerce insan tarafından desteklenerek "toplumsal muhalefet"in dibine vurulur. Artık bir gerizekalının bile bildiği şeyleri tekrarlamak, ortaokul çağındaki bir çocuğun yapabildiği ve hiçbir işlevselliği olmayan "durum tespitleri"ni paylaşmak, ama buna karşın çözüme yönelik herhangi bir şeyin konuşulmaması ve çözümün bir parçası olmaya yanaşmamak... Sosyal medyayı domine eden kişilerin yaptığı şey, sadece tribünlere oynayıp alkış almaktan ibaret ve bu kadar işlevsiz, zekadan yoksun, çözüme en ufak bir katkısı bulunmayan tespitlerin bu kadar alıcı bulması can sıkıcı. Dön dolaş; "AKP şunu yaptı, AKP bunu yaptı, ülkeyi bu hale getirdi, böyle zarar verdi..." Eee? Bunları bilmeyen mi var? Tamam, AKP çok kötü. Cemaati de AKP büyüttü. Beşikteki bebe bile biliyor bunu. Sonra? Çözüm önerin ne? O kalabalığın arasında sesimizi duyurmakta zorlandığımız gibi, duyan birkaç kişi için de bir şey değişmiyor; üstelik söylediklerimize hak verenler dahil. Zaten en kötüsü de bu ya. Şikayet ettikleri sistemi bizzat besleyen kitle, besleyenleri de eleştirdiği halde eleştirdiklerinden zerre farkları olmadığının da farkında değil. Yani elleriyle besleyip büyüttükleri bataklıktan şikayet eden, durum anlatıldığında da ya kabul etmeyen ya da etse bile en ufak bir tavır değişikliğinde bulunmayan kitleye yazmanın, bir şeyler anlatmanın, bu beyhude çabanın ne kadar aptalca olduğu ortada değil mi? Üstelik bahsettiğim kitle de "aklı başında" sandığımız kişilerden oluşuyor, "ortalama" olarak nitelediklerimizden söz etmiyorum.

Aynı şekilde, feminist bir arkadaşla konuşmakta olduğumuz konuda da aynı durum geçerli. Bir tweet düştü timeline'a. Feno denen bir kişinin tweet'i. Şahsı, öncesinde de yine timeline'ıma düşen tweet'lerinden biliyorum. Profil sayfasına girip baktım. Her iki cümlesinden biri; "aq, oç, anasını sikeyim, ananın amı..." vb. Siyaset yazarken de böyle, maç izlerken de böyle, herhangi bir şeyden söz ederken de böyle. Takip edenlere baktım tanıdıklarım arasında, manzara feci felaket. Timeline'ında sürekli cinsiyetçilik eleştirisinde bulunan kadın arkadaşlardan tut, yine "aklı başında" sandığımız ve bu konularda sürekli eleştiri getiren kadınlara kim istersen var. Yine ortalamayı saymıyorum burada. Arkadaşa da söylediğim gibi; durum buyken, biz hangi cinsiyetçilikle ve eril dille mücadele edip kime ne anlatıyoruz ki? Tüm o küfürleri (isterse "Ben normalde küfür paylaşmam ama" ile başlayan cümlelerle hafifletilmeye çalışılsın) beğenerek, paylaşarak, hatta hiç etkileşime girilmese bile takip ederek meşru zemine oturtan bunca kadın (ki özellikle vurguluyorum, aklı başında sandıklarımızdan söz ediyorum hep) varken, bizim cinsiyetçilik/erillik karşıtı bir şeyler anlatıp akıntıya kürek çekmemizin ne anlamı var? En basitinden; erkek arkadaşları bu konuda uyarmaya kalktığımızda "Kadınlar bile şikayetçi değil, bu kadar kadın takip ediyor ve paylaşıyor" gibisinden yüzde yüz haklı bir savunma getirdikleri anda, verecek hiçbir yanıtımız kalmıyor. Hem mağduru oldukları cinsiyetçiliği ve erilliği besleyip hem de bundan (hakları varmış gibi) şikayet eden grubun ne mücadelesi var ki, neye destek olmak için neyi yazacaksın? Yazma kısmı dahi bir kenara, bu konuda mücadele etmek veya mücadeleye destek vermek bile gereksiz.

Sorun şu ki; yazdıklarım, beğenenlerde bile bir şeyin değişmesine yaramıyorsa ve her şey aynı tas aynı hamam devam ediyorsa, yazmak benim açımdan anlam ifade etmiyor demektir. Çünkü politik yazıları bir karşılığı olsun, bir işe yarasın, bir şeye dokunsun diye yazıyorum. Bahsettiğim tutarlılıkta ve bilinç düzeyinde birinin okumasına zaten gerek yok. Diğer kitle de okuyup beğendiği halde kendini sorgulamak yerine eleştirdiği sistemi beslemeye devam ediyorsa, o yazı hiç yazılmasa da olur. Yazıyorsun, "Keysi çok güzel yazmışsın, ellerine sağlık" denip paylaşılıyor, ancak bunu söyleyen, yapan kişide bile bir değişikliğe neden olmuyor. O yüzden birçok alandan çekilmenin daha akıllıca olduğunu düşünüyorum kendi adıma. Feminist arkadaşın itirazına verdiğim yanıt gibi; direkt mağduru olmadığım, mağdurları tarafından beslenen konunun müdahili olmak yersiz. Musibetten dahi akıllanmayan bir toplum olduğumuz düşünüldüğünde, herkesin hak ettiğini yaşamasına izin vermek gerekiyor.

Bu, hiç yazı yazmayacağım anlamına gelmiyor elbette. Belki daha kişisel, daha çok kendim açısından notlardan oluşacak, bilmiyorum. Ama örneğin tutup da kadın hakları, cinsiyetçilik, cinsel şiddetle mücadele gibi alanlara, öğrenci hareketlerine, ülkedeki gündeme, örgütlülüğün gerekliliği gibi konulara dair olmayacak. En azından bir süre.

Devrimciliğin, vazgeçmemek olduğunu söyler bazı arkadaşlar. Kendi alanımdaki mücadeleden vazgeçiyor değilim zaten. Sadece, değmediğini gördüğüm alanlarda boşa nefes tüketmek, akıntıya kürek çekmek gereksizliğini kenara bırakıyorum.

Hak edenin, hak ettiğini yaşamasını dileklerimle...

30 Ağustos 2016 Salı

Kadın Özgürleşmedikçe


Kadın ve kadının özgürleşmesi konusu üzerinde neden önemle durduğum sorulur sık sık.

Çünkü devrim gibi müthiş lezzetli bir düşümüz, bir idealimiz var. Tüm ezilenlerle birlikte bu ezici düzeni alaşağı edip yerine kimsenin ezilmediği özgür bir dünya inşa etmenin düşünü kuruyoruz tutkuyla. Kadınsa, tüm o ezilen gruplar içinde ayrıca ezilen, dünyanın her yerinde ezilen, en çok ezilen en büyük grup. Eğer ezilenden yana saf tutuyorsak -ki devrimci olarak tuttuğumuzu iddia ediyoruz- en çok ve en acımasızca ezilen kadının yanında durmamız, zaten önceliğimiz olmalı. Ayrıca kadını özgürleştirmedikçe gerçek bir devrim asla olmayacak! Kadını özgürleştirmenin yoluysa erkeğin içindeki o "errrrrrrkek"in ezilmesinden geçiyor. O yüzden;

Önce erkeğin o egosunun üzerinde yürüyeceksin ayakkabılarınla. Ayaklarının altında böcek gibi ezilecek. Tutup ellerinle sağından solundan çekiştirecek, yıpratacak ve hatta iğdiş edeceksin o "errrrrrrkek"i.

Elinde balyozla bir züccaciye dükkanına girer gibi gireceksin içine. Duracaksın dükkanın tam orta yerinde. Yıllarca biriktirdiği o kristal, o değerli, o ışıl ışıl parlayan camlara, camdan raflara, duvardaki aynalara bakacaksın. Az sonra içinde kopacak fırtınayı baştan biliyor olmanın keyfiyle, kararlı ama sakin bir tebessüm yayılacak yüzüne. Balyozu sıkıca kavrarken parmaklarınla, hınzır hınzır gülümseyip bakacaksın o kristalllere, camlara.... Derin bir nefes alıp kaldıracaksın başını yukarı ve hızla indireceksin balyozu önündeki camdan rafa! Büyük bir şangırtı kopacak. Özgürlüğün ezgisini duyacaksın o şangırtıda. Gözünün gördüğü ne varsa içeride, balyozu patlatacaksın tepesinde. O kopan şangırtı daha da coşturacak seni. Vuracaksın balyozu ve camlar uçacak havada. Uçuşan her bir parçacıkta erkeğin darmadağın olan "errrrrrrkek"liğini göreceksin.

Kutsal tapınakları, devasa binaları patlatır gibi patlatacaksın erkeğin içinde ilkel ne varsa. Dibine yerleştirdiği dinamitler patladığında paramparça olacak bina. Şehri kuşatmış sıra sıra binalardan her biri gürültüyle çökerken havai fişekler patlayacak yerlerinde, bir parça daha açılacak gökyüzü. Her çöken binadan sonra başını kaldırıp göğe bakacak, özgürlüğün kokusunu derin derin çekeceksin ciğerlerine.

Acımayacaksın! Un ufak edeceksin! Kırdığın, ezdiğin, parçaladığın, patlattığın her bir parçasının ardından dans edeceksin şarkı söyleyerek. Özgürlük tutkusu kaplayacak bedenini, ruhunu...

Öpüldüğünde prense dönüşmüyor madem bu biçimsiz kurbağa, o halde sen de vurarak güzelleştireceksin. Vuracaksın; ta ki o çirkinliğinden geriye hiçbir şey kalmayıncaya dek.

İşte o zaman ortaya çok güzel bir şey çıkacak. Cinsel olarak erkek, sosyal olarak insan bir varlık çıkacak ortaya. İşte o zaman erkek de kadın da özgürleşmiş olacak. Kadının özgürleştiği bir dünyanın ne kadar güzel olabildiğine şaşkınlık ve hayranlıkla bakacaksın. Sokaklarında gecenin bir vakti kol kola girmiş kadınların şen şakrak kahkahalar atarak yürüdüğünü gördüğün şehrinin ne kadar muhteşem olabildiğine sen bile inanamayacaksın. Yolda, vapurda, trende, barda, parkta tek başına korkmadan istediğini yapabilen kadınların yüzlerindeki tebessümün, gezegeni ne kadar keyifli bir yer haline getirdiğini izleyeceksin huzurla. Dünya güzelleşecek, sen güzelleşeceksin, her şey güzelleşecek...

İşte o zaman gerçek bir devrim yapacaksın! Önünüzde hiçbir şey duramayacak. El ele verip yürüyeceksiniz hepimizi ezen bu çarkın dişlililerini kırmak için. Hepimiz kurtulacağız zincirlerimizden. Özgürleşeceğiz...

Kadın özgürleşmeden, devrim de yok özgürlük de!


4 Ağustos 2016 Perşembe

Durakta



Durakta beklerken, kulaklıktan bir ses yükselir; What if god was one of us... (Ya tanrı içimizden biriyse?)

Bazen sırf bu soru için durduk yere binerim otobüse.

Hakkaten lan, ya içimizden biriyse? Otobüsteki yabancıysa mesela?

Bindim otobüse. Şoförün tipine baktım. Cıks... bu olamaz. Baksana abi şu tipe, bariz cemaatçi bu. "Pasaklı" diyor şarkıda; şu olabilir mi acaba? Ya da "büyük" dediği için şu 1.90'lık yarma? "İyidir" de diyor ama; kesinlikle ikinci sırada oturan kumral güzellik olmalı. Tabii ya, baksana surata, cennetten geldiği çok belli bunun.

Ben böyle mal mal "Acaba hangisi" diye etrafıma bakarken, cemaatçi tipli şoförün sorusuyla kendime geldim:



- Bilaader, bilet atmıyo musun?

Hay... Kumral güzellik de bana bakıp güldü, iyi mi! Tanrıyı bulucaz derken rezil olduk gene...

Yanımdaki bıyıklı, gözlerimin içine derin derin bakmaya başladı birden. Bunun iki anlamı olabilirdi; ya "Aradığın benim" diyen tanrıydı bu, ya da bana yazmaya niyetlenmiş bir eşcinsel. Hayır hayır, bu oydu... Gözleriyle onay verircesine başını öne doğru salladı çoook hafif biçimde.

- Kime diyorum? Yok mu biletin?

Bu kez daha fazla sayıda kafa döndü bana. Yok işte, bilet almayı unutup dalmışım otobüse. Şarkı dönüp durmaya devam ediyordu kafamda; "Tek soru şansın olsaydı, ne sorardın?"... Otobüsteyim, tanrıyla karşılaşmışım ve tek soru hakkım var. Ne sorabilirim ki otobüste;

- Hacım, fazla biletin var mı?

Harika! Tanrıya sorulacak tek soru hakkımı da böyle harcamış bulundum.

- Akbil bassam olur mu?
+ Olur olur, ver.

Diritiid diitt....

- Teşekkür ederim.
+ Parası?

Parası mı? Parası mııı???? Püüüü... Ulan bu İstanbul tanrıyı bile bu hale getirmişse amına koyim ben böyle İstanbul'un! Uzattım bozukları.

- Eyvallah.

Bırak yaa bırak, ne eyvallahı?!?! Tanrı olmuşsun ama adam olamamışsın adaamm!!! Orada anladım "Yeaaah yeeaaah, god is good" vs ile ne demek istediğini. "He anam he, tanrı büyüktür, iyidir, he" gibisinden sarmış ince ince.

- Eee... Ben teşekkür ederim.

Tabii oğlum, ne olur ne olmaz. Terslenmeye de gelmez şimdi, ben totoyu sağlama alayım da... Tip tip baktı bana. Anladı mı lan acaba içimden geçeni? İyisi mi ben şöyle ufak ufak ilerleyeyim arkaya doğru.

"Eve gitmeye çalışan bir yabancı..."

Evet, en iyisi nereye gittiğini sorup emin olmak. Tekrar ön tarafa ilerledim.

- Afedersiniz, eve mi gidiyorsunuz?
+ Sana ne lan?
- Hayır yani, tanrıysanız diye sordum.
+ Ne diyosun lan sen?
- Tanrı değil misiniz?

Donk çitonk smock tock ... @!%&!=@+%&-

Şarkı bitti ve tam o an otobüs geldi. Sağıma soluma baktım, hala duraktayım. Otobüse doğru iki adım atıp durdum. Kafamda hâlâ nakarat yankılanıyor: What if god was one of us. Şoför, binip binmeyeceğimi kestirmeye çalışarak bana bakıyor;

- Karar ver. Binecek misin binmeyecek misin?

What if god was one of us?

Bırak yaaa, başlarım otobüsüne de yabancısına da.

- Yok, gelmiyorum.
+ Deli midir manyak mıdır nedir yaaa....

What if god was one of us?

- Taksiiiiiii...

Aynadan taksi şoförünü kesiyorum. "Tanrının bir adı olsaydı, acaba ne olurdu?"...

- Afedersiniz, adınız neydi?

23 Temmuz 2016 Cumartesi

OHAL'in ardından

Her şey göstere göstere geldi.

Ama bitmedi...

Yıllardır yazıp çizdiklerimi, anlatmaya çalıştıklarımı ve bunlara verilen tepkileri düşünüyorum şimdilerde. Tüm uyarılarıma "Korku senaryoları yazıp duruyorsun, içimizi karartıyorsun" diyen arkadaşların şimdi ne düşündüğünü bilmiyorum. Hiç de sormadım kendilerine. Başlarda, 15 Temmuz gecesi ve takip eden üç gün boyunca kafalarına dank edeceğini düşünüyordum. Şimdi o konuda bile zerre inancım yok.

Çoğunluğun kafasındaki tablo şu: 15 Temmuz gecesi bir darbe girişimi oldu. Hükumet bu girişimi püskürttü. Üç aylık OHAL ilan edildi. Bu üç ay boyunca cemaatçileri temizleyecekler, sonra ortalık durulacak, biz de kaldığımız yerden devam edeceğiz. Cemaatçi olmadığımız için bizi ilgilendiren bir şey yok.

Hayır, böyle olmayacak. Gazeteci Ceyda Karan'ın geçenlerde bir televizyon programında söylediği gibi; "Devlet çöküyor şu an." Mevcut tabloyu tam olarak betimleyip olası senaryoları, ihtimalleri yazmaya artık gerek duymuyorum. Bunların hiçbir önemi kalmadı artık benim açımdan. Son bir gayretle çırpındığımız zamanlarda Pokemon kovalayıp "Laiklik beee" tweet'leri atanlarla bir şey yapılamayacağı gibi, bir şey anlatmak da gereksiz. Bir toz bulutu var havada ve ardından çok daha büyük bir karanlığın çökeceği aşikâr.

Artık geldiğimiz noktada, "Ne darbe ne diktatörlük. Üçüncü bir yol için neler yapabiliriz?" diye sorması, düşünmesi gereken kitle hâlâ gayet rahat bir biçimde hayatlarını sürdürüyor ve sanki hiçbir şey yokmuş gibi eğlencelerine devam ediyorsa, söz anlamını yitirmiş demektir son kertede. 

Zaman zaman söylediğim bir söz var: Bu ülke için asıl tehlike AKP değil, solculardır. Okumuşun cahili çok tehlikelidir, derim hep. Ülke bugünlere gelirken hiçbir şey yapmayıp keyfini sürdüren, eğlencesinden feragat etmeyen, uyaranlara burun kıvırıp felaket tellallığıyla suçlayanlar, kendilerini solcu olarak tanımlayan başta ulusalcılar, Kemalistler ve sosyalistlerin bir kısmıydı. Yine aynı kitle durumun o kadar farkında değil, o kadar umursamaz, o kadar rahat bir tutum içinde ki, tehlike dediğim şeyi de bu oluşturuyor. Bu kadar tembel, bu kadar lakayt, bu kadar kendi keyfine düşkün, bu kadar kör, bu kadar kibirli, bu kadar ben merkezci bir muhalefetin varlığı, otoriter bir iktidarın varlığından çok daha tehlikelidir.

Şu son bir haftada yaşananların ardından artık silkelenip kendilerine geleceklerini düşünürken görüyorum ki, büyük çoğunluk aynı tas aynı hamam devam ediyor. OHAL'in sadece cemaate yönelik olduğunu, üç ay sonra kalkacağını ciddi ciddi düşünen bir halk var. Sokağı izliyorum, aynı rahatlık. Sosyal medyaya bakıyorum, aynı umursamazlık... Ara ara o aptalca umut telkin eden sözlere denk geliyorum: "Her gecenin sonu aydınlıktır", "Türkiye bir gün bu baskıcı rejimden kurtulacak" vs... Çok güzel temenniler bunlar ama nasıl olacağına dair hiç kimsenin somut bir şey söylediği yok. Evet, her gecenin sonu aydınlıktır da, kutuplarda altı ay sürüyor o gece! İran devrimi 37 sene önce yapıldı ve İran hâlâ aydınlığı görmüş değil. 37 yıl, insan hayatı için çok önemli bir zaman dilimi; insan ömrünün yarısı. Süslü, boyalı sözlerle çıkmayacağız aydınlığa. O çok özlediğimizi söylediğimiz "Tek derdimizin falanca olduğu yıllar", peri kızının sihirli değneğiyle gelmeyecek.

"En dibi görmeden yükselemiicez. Böyle top gibi, en dibe vurucaaaazzz, sonra oradan tekrar çıkıcaaaz" fasaryasını yıllardır dinlerim. 1 Kasım seçimlerinden sonra bu blogda yazdığım yazıda buna verdiğim yanıtı belirtmiştim. Yine bu ezberi tekrarlayan bir siyasetçiye, aynen şunları söyledim yıllar önce; "O topun yükselebilmesi için zeminin beton olması gerek. Oysa zemin balçık. Fıs diye gömülür kalır o top çarptığı yerde. Dahası, top da patlak. Sert bir zemine vursa bile yükselemez!" 

Tamam, peki, durum kötü. Peki ne yapacağız? Hiçbir şey!... Soranlara söylüyorum; bu halkla hiçbir şey yapılamaz! Bugün hâlâ şu tabloda bile nasıl örgütlenip nasıl mücadele etmek gerektiğini, darbeyi de diktatörlüğü de reddedip üçüncü yol arayışına girmeyi konuşmak yerine aynı lümpenlikle, aynı rahatlıkla, aynı vurdumduymazlıkla zevzek zevzek yaşayan bu halkla hiçbir şey ya-pı-la-maz!

Diğer olasılıkları geçerek söylüyorum; bu hükumet ve OHAL ile devam eden süreç salt cemaatçileri vurmayacak. AKP, kendisine muhalif olan tüm kesimleri hedef alacak; apolitikleri bile! O yüzden önereceğim yegâne şey; imkânı olanlar yurtdışı seçeneklerini çok hızlı bir şekilde değerlendirsin. Hiç vakit kaybetmeden, hemen bugün, şimdi!

Mücadele gibi bir şey söz konusu değil. Zira birlikte mücadele edebileceğin bir halk yok yanında. Hâlâ iyimser tablolar çizen, hâlâ bireysel lümpen hayatını sürdüren, hâlâ saç baş yolduracak cinsten vurdumduymazlık içinde milyonlarca insan var ve bunlar için nefes tüketmek bile zaman kaybı. Artık uzun uzun yazıp anlatma gereği duymuyorum hiçbir şeyi. O aşamayı geçtim. Somutlaştırmak için şöyle tasvir edeyim: İnşaat çöküyor, o büyük gürültüyü herkes duyduğu halde "Bana bir şey olmaz" diyerek sanki bir şey yokmuş gibi davranıyor, "Yahu kalkıp yerden kalas alın, şuraya destek verin, şuraya bastırın" diye bağırıyorsun ama kimsenin umrunda değil. İnşaat çöküyor ve sen elindeki kalasla tek başına hiçbir şey yapamazsın. Dışarı at kendini, yoksa enkazın altında kalacaksın.

Ya yurtdışına gitme imkânı olmayanlar? Geçmiş olsun... Eğer kafayı Game of Thrones'tan kaldırabilselerdi, bugün zaten bunu konuşuyor olmayacaktık. Bu kitle için de mücadele etmeye değmez zaten. Bazı devrimci yapılar kendi mahallelerinde mücadelelerini sürdürecektir. Onların durumu ayrı. Zaten onlara da bir parça kulak verilmiş olsaydı, şimdi bu toz bulutunun içinde boğulmuyor olacaktık.

Velhasıl; bir avuç insan koca bir ülkeyi sırtlayıp kaldıramaz. Geçmişte de olduğu gibi, o ağırlığın altında ezilir ve ağır bedeller öder. Kalan çoğunluğa, o bir avuç insana yardıma gelmeleri için seslenmeye gerek yok. Onların akıbetini, 1958 yılında Aziz Nesin yazmıştı; Ah biz eşekler... 


Aziz Nesin'in "Ah Biz Eşekler" adlı öyküsünü okumak için tıklayın: http://eksi-cassey-jones.blogspot.de/2016/07/ah-biz-esekler.html



22 Temmuz 2016 Cuma

İyi olur inşallah (Aziz Nesin)

Aşağıdaki hikaye, Aziz Nesin'in "Mahmut ile Nigar" isimli kitabında yer almaktadır. Türkiye toplumunun belki de en güzel tasvirlerinden biridir. 

Hikayeyi, birkaç sene önce yine kitaptan baka baka Ekşi Sözlük için yazmıştım (kopi peyst değil alın teri). Silinen entry'ler arasındadır bu da. Sözlükten buraya aktardığım için büyük/küçük harf ayrımı olmadı tabii. Ben de üşendim hepsini düzeltmeye. Aynen olduğu gibi aktarıyorum buraya.

Sonumun Yusuf Efendi gibi olması ise kuvvetle muhtemeldir...

************************************************************************







hafta arası bigün, bakırköy akıl hastanesine bir genç adam geldi. hastane kapısında beyaz gömlekli işçilerden birine,

- yusuf efendi'yi görmek istiyorum, dedi.

+ hangi yusuf efendi?

- mıcırlı yusuf efendi. .. aşağı mıcır'dan yusuf efendi...

+ hangi serviste çalışıyor?

- çalışmıyor. hasta. aşağı mıcır köyünden yusuf efendi... iki ay öncesi köyden alıp buraya getirmişler... yaşlı bir adam...

+ ziyaret günü geleceksin. canın istediği zaman hastayla görüşülmez. ziyaret günü gel!

- baştabibi görsem...

+ baştabibin işi var.

- nöbetçi doktoru?...

+ deyha, karşıda...

hastane bahçesinde, çamın altında oturan iki beyaz gömlekli doktoru gösteriyordu.

- ben, köy öğretmeniyim. burada bizim köyden bir hasta varmış... burada olduğunu daha dün öğrendim. adı, yusuf efendi. iznim bittiğinden, bu akşam işime dönmek zorundayım. kendisini göremez miyim?

genç asistanlardan biri,

- buyrun, oturun... dedi.

tombul asistan,

- akrabanız mı? diye sordu.

+ hayır. ben o köyden değilim. orda öğretmendim. iki yıldır başka bir yerde öğretmenim. bu yusuf efendi'yi çok severim de...

sarışın asistan,

- tanıdım, dedi, kırmızı yüzlü bir adam değil mi? elli yaşlarında...

+ evet. altmış yedi yaşında ama genç görünür.

- benim servisimde... şimdi yemek zamanı. biraz bekleyin. buraya çağırtırız, görüşürsünüz. çok sakin bir hasta.

+ nedir hastalığı?...

- fikr-i sabit var. konuşmuyor.

+ hiç mi?...

- konuşuyor ama, durmadan aynı sözleri tekrarlıyor. bütün dediği: "iyi olur inşallah!..."

öğretmen derin derin göğüs geçirdi. gözleri dolu dolu oldu.

- şimdi anladım, dedi, yazık olmuş yusuf efendi'ye... iyi adamdı, yazık olmuş...

tombul asistan,

- bir derdi mi vardı? diye sordu.

+ derdi vardı, büyük derdi. bütün mıcır'ın derdi, hepimizin derdi.

sarışın asistan,

- anlatsanız, belki tedavisi için faydalı olur, dedi.

öğretmen bir daha içini çekti.

- anlatayım, dedi. ben, aşağı mıcır köyüne öğretmen geldim. seksen evlik bir köy... okul dedikleri yer de toprak tabanlı bir oda... hem bu odada yatıp kalkacağım, hem çocukları okutacağım. benden önce okulun öğretmeni yokmuş... ne yapıp ne edeceğim diye düşünüp dururken, benden on onbeş gün sonra bu yusuf efendi geldi. ondört yaşında köyden çıkmış. istanbul'da çalışmış, sonra asker olmuş. askerlikten sonra gemici olmuş. yabancı gemilerde çalışmaya başlamış. bütün dünyayı gezmiş dolaşmış. üç yabancı dil öğrenmiş. fransa'da, ingiltere'de, isveç'te uzun yıllar yaşamış. kırk yaşından sonra amerika'ya gidip orada yerleşmiş. epeyce de para almış. epeyce dersem, azımsanacak gibi değil... bütün aşağı mıcır köyünü, toprağı, evleri, hayvanlarıyla satın alabilir. gözünde memleket tüter dururmuş. memlekete bir döneyim de evleneyim, çoluğum çocuğum olsun, dermiş... böyle diye diye yaşlanmış zavallı. sıla özlemine dayanamamış, hiç olmazsa memleketimde öleyim diye kalkmış, köyüne gelmiş. mıcır'dan çıkalı elli yıl olduğu için, onu ilkin köyde kimse tanımadı. bir de onun kim olduğunu öğrenince, köylüler bu gelişi hiç beğenmediler. en çok kızanlar da akrabaları oldu. babadan kalma malını mülkünü almaya geldi sanmışlar. yusuf efendi'de para çok. dünyayı da gezip görmüş. adam, para döküp, aşağı mıcır'ı avrupa'da, amerika'da gördüğü köylere benzetecek. niyeti bu... ona buna paralar, hediyeler verince, köylünün yüzü güldü. yusuf efendi çok hoşuma gitti. canlı, bilgili bir adam... hiç mıcırlılara benzemiyor. ama siz, mıcırlıları bilmezsiniz ki...

sarışın asistan,

- enteresan... dedi.

öğretmen devam etti:

- yusuf efendi gelmese, çıldıracaktım. allahtan, o geldi de yüreğime bir umut düştü. uyanık adam. cin gibi ihtiyar. "hani okulun çocukları?" diye sordu. "yok," dedim, "daha ben de yeni geldim buraya... söyledimse de, hiç aldırış eden yok. kimse çocuğunu göndermiyor." yusuf efendi, "bak öğretmen" dedi, "seninle elele verip çalışacağız. bu köyü canlandıracağız." "aman, ben dünden gönüllüyüm." "hadi, yürü kahveye gidip anlatalım." yusuf efendi'yle kahveye gittik. köy erkeklerinin çoğu orada... yusuf efendi,

- merhaba ağalar... dedi.

mırıl mırıl sesler çıktı:

- merhaba...

birikisi, elini göğsüne bastırıp selam verdi. saat tutsan, bir elini göğsüne götürüp indirmesi iki dakika sürer. yusuf efendi, murat ağa'nın yanına oturdu. hepsine birden okulun ne demek olduğunu anlattı. çocukları okutalım, dedi. anlattı, anlattı, anlattı... kimsede bir ses, bir kıpırdanış yok... yusuf efendi, yine anlattı. murat ağa'ya baktım, gözleri kaymış gitmiş. mıcır'ın en ileri geleni o...

yusuf efendi,

- ne diyorsunuz ağalar?... dedi.

ses yok...

- murat ağa, sen ne diyorsun?

murat ağa baktı baktı,

- ne diyek yusuf efendi, iyi olur inşallah... dedi.

yusuf efendi, sözü baştan aldı. okulu büyütmek gerekiyordu. bir öğretmen odası yapılacaktı. iki sınıf ilave edilecekti. damı aktarılacaktı. bunların parasını da yusuf efendi cebinden verecekti. yalnız mıcırlılar işçilikte yardım edecekti.

- ne diyorsunuz ağalar? diye sordu.

ses yok... bu sefer kahveci hıdır'a döndü:

- ne dersin hıdır ağa?...

hıdır ağa peykeye yayılmış, gözleri süzülmüş:

- ne diyek... iyi olur inşallah...

yusuf efendi'yle kahveden çıktık.

- hadi muhtar'a gidelim, dedi.

muhtar'ın dükkânı vardı. dükkâna gittik. yusuf efendi, kahvede anlattıklarını bir de muhtar'a anlattı. muhtar dinlerken dinlerken gözleri kaydı, süzüldü, daldı gitti.

yusuf efendi sözünü bitirince,

işler böyle muhtar, dedi, bu işi elele verip, hep birlikte yapacağız.

muhtar hiç kalıbını bozmadan, öylecene bakıyor. yusuf efendi,

- ne diyorsun muhtar? dedi.

muhtar,

- iyi olur inşallah... dedi.

oradan ayrıldık.

- ne yapacağız yusuf efendi? dedim.

+ uğraşacağız... dedi, olmazsa gündelikçi çalıştırıp okulu yaptıracağız...

yusuf efendi kireci, kumu, çakılı, çimentoyu, keresteyi, herbir aracı, gereci yığdı. sarı musa, yapıdan anlarmış. yanına da altı delikanlı aldı. hespi de yusuf efendi'den gündelik alıyor. bunlar başladılar işe... ama, iş yürümez bitürlü...

- hadi, sarı musa...

+ olur yusuf efendi, olur... iyi olur inşallah...

yusuf efendi ertesi akşam geliyor. anlatıyor anlatıyor sarı musa'ya... sarı musa oralı değil... yusuf efendi'nin sözü bitince,

- sen gam etme yusuf efendi, iyi olur inşallah... diyor.

bir ay geçti, duvarlar diz boyu yükselmedi. bunun üzerine yusuf efendi, kasabadan adam getirtip okulu yaptırdı. şimdi de çocuk yok... imam'a gittik. imam, yirmi yıl önce mıcır'a gelmiş, burada yerleşip kalmış. yusuf efendi,

- aman, dedi, senin sözünü dinlerler imam efendi...

boyuna anlatıyor. imam'ın gözleri yusuf efendi'de... derken derken imam'ın gözleri bulandı, kaydı. sanırsın başka bir dünyaya göçtü. yusuf efendi sustu.

imamda ses yok...

- aman imam efendi... hep birlikte...

imam sakalı sıvazladı,

- iyi olur inşallah... dedi.

biz uğraşa didine okula onaltı çocuk alabildik. bir gece hep kahvede oturuyoruz. birden içeriye sarı musa girdi. ama, her zamanki sarı musa değil... bir canlanmış, bir telaşlı... çırpınıp duruyor. ineği sancılanmış...

- hayvancık ölecek ağalar... diyor.

bir murat ağa'ya gidip anlatıyor, bir kahveci hıdır'a... sarı musa bağırıyor:

- murat ağa, murat ağa... bişey de canım... bişey de de, yapalım; hayvan gidiyor be...

murat ağa'nın dudakları kıpırdıyor:

- iyi olur inşallah...

kahveci hıdır'a koşuyor:

- aman hıdır emmi, bildiğin bir ilaç var mı?

kahveci hıdır,

- telaşlanma, diyor, neyse o olur...

+ hayvan ölecek be!...

- iyi olur inşallah...

sarı musa, hepsine söğüp sayığ çıktı dışarı kahveden. ..

bigün kuyubaşında oturuyoruz. sarı musa ile hıdır da yanımızda... bir de baktık imam, cübbesinin etekleri uça uça koşup geliyor:

- aman ağala yandım!...

sesi titriyor, neredeyse ağlayacak. kıpırdanan yok. imam,

- koş musa, ocağına düştüm sarı musa... koş! harmanı yaktılar!... diye çırpınıyor.

sarı musa, esner gibi,

- dur canım, diyor, dur hele bir. ne olmuş? telaşlanma... iyi olur inşallah...

imam bağırıyor:

- ulan, ocağı batası, gayri iyisi kötüsü mü kaldı... harmanı yaktılar diyorum. koşsanıza...

hıdır, uyku sersemi bir sesle,

- ortalığı gürültüye verme, diyor; iyi olur, iyi olur inşallah...

imam, muhtarın dükkânına doğru koştu.

her gece yusuf efendi'yle oturup dertleşiyoruz. o bana,

- ne yapacağız? diye soruyor. ben ona,

+ ne yapacağız? diye soruyorum.

kış geldi. mıcır, temelli uyuştu kaldı. bir gece yarısı acı feryatla uyandım. ses kahveden geliyor. giyinip gittim. kahveci hıdır ağlayıp dövünüyor. karısını muhtar'la bastırmış. anlatıyor, bağırıyor, ağlıyor.

imam esniyor:

- iyi olur inşallah...

+ yahu, imam...

- iyi olur, iyi olur. hıdır ağa... iyi olur inşallah...

+ ulan imam, inşallahı maşallahı mı kaldı? muhtar'ı bastırdım diyorum. kendi samanlığında be...

murat ağa,

- sabırlı ol, diyor, allah'ından bulur. iyi olur inşallah...

hıdır köpürmüş, hepsine ağız dolusu sövüyor.

ertesi gün, olanları yusuf efendi'ye anlattım.

- kendi başına bir iş gelen canlanıyor, dedi.

ama, ertesi gün unutulur. mıcırlılar, günde beş kez ağızlarını açıyorlarsa, beşinde de "iyi olur inşallah" diyorlar. yusuf efendi olmasa, çıldıracağım. o da bana, "sen olmasan öğretmen, çıldıracağım" diyor.

bahar geldi. karlar kalktı. bigün muhtar'ın dükkânında, imam, sarı musa oturuyoruz. o koca murat ağa,

- muhtaar! muhtaar! diye bağırarak geldi.

murat ağa, yerinde çekirge gibi sıçrıyor. sakallarından yaşlar süzülüyor:

- muhtar, aman muhtar... aslan gibi yiğit oğlum gitti... koş muhtar!...

murat ağa'nın oğlunu pusuya düşürüp vurmuşlar. murat ağa hem ağlıyor, hem anlatıyor:

- bişey de muhtar, bişey de...

+ ne diyek ağam... iyi olur inşallah... başka ne diyek?...

- ulan gavat muhtar, ulan ırz düşmanı muhtar...

+ iyi olur inşallah, murat ağa...

- daha bunun iyisi mi olur, alçak muhtar. koca yiğit oğlum kanlar içinde yatıyor. öldü be... sarı musa, oğlum yandı.

+ iyi olur murat ağa, iyi olur inşallah...

neredeyse çıldıracağım. yusuf efendi, o gece bana geldi,

- bunun sonu ne olacak? dedi.

ben şaşırıp da,

- iyi olur inşallah yusuf efendi... demeyeyim mi?

yusuf efendi hırsından bayılıyordu:

- sen de mi öğretmen, sen de mi?...

+ vallahi değil, tövbe değil; ağzımdan kaçtı yusuf efendi...

aradan bir zaman daha geçti. bir sabah kahvedeyiz. küt diye kapı açıldı. muhtar alı al, moru mor içeri girdi:

- aman ağalar, aman...

hiç kimse de,

- ne oldu muhtar? diye sormuyor.

muhtar, saçını başını yoluyor:

- kalkın ağalar, kalkın! benim kızı kaçırdılar!

muhtar, bir murat ağa'nın önüne gidip dert yanıyor, bir hıdır'a gidip anlatıyor. imam da başını kaşıyor:

- yahu imam, kızı kaçırdılar, benim kızı...

sarı musa'nın sesi duyuluyor:

- olur olur... iyi olur inşallah muhtar emmi...

+ murat ağa kardeş, sana diyorum...

- iyi olur inşallah...

bir hafta geçti geçmedi, imam'ın gelinini dağa kaldırdılar. daha sonra hıdır'ın ikinci karısını kaçırdılar. sarı musa,

- karım ölüyor, yetişin! diye bağırdı.

sarı musa'nın kardeşini vurdular.

en küçük bir kıpırtı yok. çokça dürtütklenirlerse, kendilerini avutuyorlar:

- iyi olur inşallah, iyi olur inşallah...

bir akşamüzeri mezarlığın önünden geçerken başıma bir taş geldi. kafam yarıldı. kanlar içinde yusuf efendi'ye gittim:

- ben artık bu köyde duramam!... diye başladım. bütün içimi döktüm. anlattım da anlattım. baktım. yusuf efendi'nin gözleri dalmış gitmiş...

- aman yusuf efendi, bişey söyle canım...

+ ne söyleyeyim oğlum, iyi olur inşallah... demez mi?

okul tatil oldu. ben daha bu köyde kalmam, dedim. yusuf efendi üzüldü, ağlayacak gibi oldu:

- gitme, sen de gidersen, ben burada çıldırırım... dedi.

köyden ayrılacağım sabah, yusuf efendi, saçını başını yolarak kahveye geldi. zavallının evine hırsız girmiş.

- kim yapar bu işi... diye soruyor.

kimsede ses yok...

- kim yapar? bişey söyleyin!...

murat ağa,

- ne söylesek boş, iyi olur inşallah... dedi.

yusuf efendi, başını duvara vuruyor.

- paralar gitti... bunun da mı iyisi mi olur?...

ben, mıcır'dan ayrıldım. başka bir köye tayinimi yaptırdım. iki aydır istanbul'dayım. dün bir de duydum, bizim yusuf efendi çıldırmış.

tombul asistan,

- vah vah... dedi, çağırtalım da görüşün...

biraz sonra, kırmızı yüzlü, dinç bir ihtiyar getirdiler. öğretmen, sesi titreyerek,

- merhaba yusuf efendi, dedi.

yusuf efendi,

- iyi olur, iyi olur inşallah... dedi.

+ beni tanımadın mı yusuf efendi?

- iyi olur inşallah...

öğretmenin gözleri doldu:

- nasılsın yusuf efendi?

yusuf efendi'yi götürdüler. giderken, "iyi olur inşallah..." diye söyleniyordu. öğretmen, genç asistanlara teşekkür etti.

- iyi olur mu acaba? diye sordu.

sarışın asistan,

- iyi olur inşallah... dedi.

öğretmen de,

- iyi olur inşallah... dedi.


Aziz Nesin


20 Temmuz 2016 Çarşamba

bir yazar annesinden gençlere mektup (yanıtım)

Ekşi Sözlük'te "bir yazar annesinden gençlere mektup" başlığına, sözlük yazarı bir gencin annesi tarafından yazılan bir entry vardı. Aynı başlıkta 23 Temmuz 2015 tarihinde yazıp daha sonra protesto nedeniyle sildiğim entry'mi, istek üzerine buraya aktarıyorum. Annenin yazdığı entry'i, yanıtımın altına ekledim.

---------






anne 40'lı yaşların ortasındaymış, abla demek uygun düşer bana, öyle hitap edeyim. 40'a bir şey kalmadı benim için de.

sevgili abla,

12 eylül 1980 darbesiyle apolitik, lümpen, ben merkezci, bireyci ve embesil bir gençlik oluşturmak istediler ve başardılar da. sırf sizin şu tavırlarınız, şu diliniz sayesinde oldu bu.

demişsin ki, "bırak dert etme, yeterince endişelenen var zaten hayat için, anlam için, iş için, ekmek için, özgürlük için sen yaşa sadece, hisset sadece, emin ol bir yolunu bulursun, emin ol her şey yoluna girer…"

iş için, ekmek için, özgürlük için endişelenenler keriz de bir siz mi uyanıksınız? evet, başkaları endişeleniyor, başkaları taşın altına sokuyor elini, başkaları bedel ödüyor, başkaları hapislerde çürüyor, başkaları ölüyor, onların sayesinde kazanılmış haklardan hiç utanmadan, vicdanınız sızlamadan, gayet pişkince siz de faydalanıyorsunuz sonra. oysa böyle lümpen ve bencil bir gençlik yetiştirmek için çağrı yapacağınıza o gençlere onurlu insan olmayı, hakkını aramayı, haksızlığın karşısında yer almayı öğretseydiniz, bunu yapabilenler bir avuç kalmayacaklar ve ölmeyeceklerdi. sadece hakkını arayan masum bir üniversite öğrencisi öldüyse, o cinayetin katilleri arasında sen de varsın.

ablacım,

memleketin içine siz sıçtınız. bu ülke bu haldeyse, sizin yüzünüzden bu halde. gençlere felsefe oku diyorsun, bilim oku, edebiyat oku, mizah oku... nereye okuyacaklar? 12 sene boyunca ülkeyi yöneten iktidar ne felsefeci bıraktı, ne bilimci, ne edebiyatçı. evrim teorisi yerine yaratılış teorisi okuyor bu çocuklar. mizahçılar, edebiyatçılar ya yasaklı, ya içeride, ya da bezginler, bir şey üretmiyorlar. seviş diyorsun gençlere. kızlı erkekli bir evde kalabilseler sevişecekler zaten. gençlerin bu konuda hiçbirimizin aklına ihtiyacı yok. sorun şu ki, gençlere sevişmek bile yasaklandı bu ülkede. malum iktidar, ülkede bunları yapabilecek bir alan bırakmadı. neden peki? sizin gibi ben merkezci pasifistler yüzünden. hukukun anasını bellediler, bir şey yapmadınız. hırsızlık, yolsuzluk, usulsüzlük aldı yürüdü, bir şey yapmadınız. o baş üstünde tuttuğunuz atatürk'ün ilkelerine tecavüz ettiler, seyrettiniz. cumhuriyetinizin dibine dinamit döşediler, seyrettiniz. bu pasifist tutumunuzla ülkenin içine sıçtınız, çok iyi bir halt etmişsiniz gibi gençlere de aynı aklı veriyorsunuz.

bak, o gençler, sizin içine sıçtığınız ülkenin pisliğini temizlemek için gezi direnişi gibi, hayatınız boyunca sahip olamayacağınız onurlu bir işe imza attılar. onların sayesinde korktu iktidar. ama bunun da bir bedeli vardı işte. o bedeli ali ismail ödedi, abdocan ödedi, ethem sarısülük ödedi, berkin elvan ödedi, ahmet atakan ödedi, mustafa sarı ödedi... haa, diyorsan ki gezi yapılmasaydı, herkes evinde otursaydı, kimse ölmeseydi diye, kusura bakma da bacım sen ülke değil mera istiyorsun, ev yerine de ağıl.

bu gençlik, 80 darbesinin kayıp kuşaklarının ardından ilk kez iyi kötü bir şeyleri sorgulamaya çalışan, bir şeyler için harekete geçen bir gençlik. bizim kuşağın ve üst kuşakların tavsiyelerine uyarak koyun gibi yaşamayı reddediyorlar. sizlerin varlığı hiçbir işe yaramadı bu memlekette, zerre faydanız dokunmadı, bari bırakın bu gençler bir şey yapsın.

gençlerin eleştirilecek bir şeyi yok mu? bana göre elbette var. tıpkı bizim üst kuşaklarımızın bizim gençliğimizi eleştirdikleri gibi, tıpkı şimdiki gençlerin bizim yaşlarımıza geldiklerinde dönemin gençlerini eleştirecekleri gibi... bu döngü zaten gidecek böyle. örneğin birbirlerine tahammülleri yok, dinlemeyi bilmiyorlar, okumayı bile bilmiyorlar, öldüresiye bir nefret hakim çoğunda. bu eleştirilebilir belki.

itidal çağrısı yapmak başka bir şey. hele de ülkenin şu sıcak gündeminde herkes birbirinin gırtlağını sıkmaya hevesliyken itidal çağrısında bulunmak pek yerinde olur. ama öte yandan siz o steril fanuslarınızın içinde konforlu bir bencillik yaşarken, bu dünyada, memlekette, hatta burnunuzun dibinde olup bitenlerden haberiniz yok. umrunuzda da değil zaten. her gün polisin zulmüne uğrayan, işkencelerden geçirilen, hapse atılan insanlar zerre kadar umrunuzda değil. bu memlekette, kendini korumak ve hayatta kalmak için silahlanmak zorunda olduğunu öğrenen 15 yaşında çocuklar var. ne acı ki var. sen bu çocuklara hangi felsefeden, hangi bilimden, hani mizahtan ve hangi sevişmeden bahsediyorsun? bu çocuklar, hem de senin mektubu yazdığın saatlerde hayatta kalma mücadelesi veriyordu ülkenin kimi sokaklarında. güvenli evinde oturup klavye başında geyik yaparak bisküvisini yiyen çocuklara akıl vermek çok kolay. işte bu çocuklar, senin ve benzerlerinin verdiği akıl yüzünden, acı çeken başka insanlara karşı kör, duyarsız ve bencil organizmalar olup çıktı.

tekrar söyleyeyim; bu memleketin içine senin bu bencil zihniyetin sıçtı abla. 2002 seçimlerinden kısa bir süre sonra -senden iyi olmasın- yaşça senden biraz daha büyük bir ablamızla konuşurken, "hiçbir şey yapamazlar, ordu var!" demişti kendileri. o gün orada söylediğim şuydu: "sıçtığımızın resmidir!" sebebini soranlara şu açıklamayı yaptım: "ablam demek istiyor ki, 'bunlar ülkenin içine sıçarsa sakın bana güvenmeyin, ordu kurtarır anca.' kendisine değil de başka bir kişiye, kuruma güvenen kişiden bu memlekete hayır gelmez. yarın orduyu tarumar ettiklerinde ne olacak? ablam deseydi ki 'hiçbir şey olmaz, biz buradayız' diye, o zaman korkmazdım." aynen de bu söylediklerimi yaşadık. şimdi senin yaptığın da böyle pasifist gençler yetiştirip, memleketin içine sıçılırken, hukukuna tecavüz edilirken mal gibi izlettirmek. ben sana bir şey söyleyeyim mi? böyle hiçbir boka yaramayan embesil gibi mal mal yaşamaktansa, onurlu bir şekilde ölmek bile daha iyi. nasıl olsa öleceğiz hepimiz; ha üç gün önce, ha beş gün sonra. hayır hayır, hiç kimsenin ölmesini falan istiyor veya çocuklara ölümün kutsallığına inandırmaya çalışıyor değilim. sadece, senin çizdiğin mal gibi bir hayatı yaşamanın, ölümden daha iyi olmadığını anlatmaya çalışıyorum.

bu memlekete bir iyilik yapın; şu 12 eylül darbecilerinin diliyle konuşup gençleri uyuşturmaktan, embesilleştirmekten vazgeçin. bu çocuklar, enselerine vurulunca ağızlarındaki lokmayı verecek salaklara dönmesin. eğer herkes bu kadar bencil, bu kadar pasifist olursa, bu ülke, görmeyi hiç arzu etmeyeceğiniz bir yere döner. o zaman ne felsefe kitabı bulabilirler okumaya, ne edebiyat kalır, ne bilim. kadınla erkeği aynı sokakta görmek bile hayal olacağından, o sevişmeyi de ancak evde "el yordamıyla" yaparlar.

ülkenin içine sıçtınız, bari gençlerin temizleme çalışmalarına engel olmayın...


cassey jones - ekşi sözlük                           #53425247 23.07.2015 11:30 ~ 12:19


---------------------------------------------------------

Ekşi Sözlük'te yer alan anneye ait entry;


bu sözlerim sadece genç insanlara, henüz 20’lerinde olanlara, ben bir anneyim 40’lı yaşların ortasında hayatını kendi kazanmış kendi kurmuş bir anneyim, bir erkek çoçuğu annesiyim, bir sölük yazarı annesiyim, oğlumun izniyle onun hesabından size yazıyorum, son günlerde yaşananlar, yazılanlar, konuşulanlar olan bitenler beni bu yazıyı yazmaya itti, birilerine bir şeyler söyleyebilirsem birileri bu sözlerimi işitirse kulak verirse diye yazıyorum….

umarım okursunuz…

yapmayın.

kendinize bunu yapmayın, birileri ideolojik hırslarını tatmin edecek diye, birileri saçma savaşlarını sürüdürecekler diye, birileri daha çok silah satacak diye, birileri din bezirganlığı ile bu dünyada saltanatlarını sürüderecek diye, birileri ceplerini dolduracak diye, birileri özgürlüğü ölümle taçlandıracak diye, birileri sosyal medyadan profil resimlerini karartacak ölümü övecek diye, öleni şehit ilan edecek diye ölmeyin.
arkandan ne övgüler, ne methiyeler, ne sloganlar, ne protestolar... fotoğrafların paylaşılır binlerce sosyal medya hesabından, insanlar fotoğrafını profil resmi yaparlar, arkandan yazarlar "ölümsüzdür" diye.

inanmayın.

yalan. bunların hepsi yalan, hepsi geride kalanların kendilerin tatmininden başka bir şey değil, herkes sever başkasının acısını, herkes sevinir içten içe benim başıma gelmedi diye, herkes sevinir aslında -benden uzak -diye, hepsi gizliden gizliye bunların dışa vurumudur, ne kadar üzülürsek o kadar uzak kalırız belki diye gizli bir duadır sadece, ne kadar yanarsak bizim başımıza gelmez belki diye içten içie bilinç altının şükürle karışık pazarlığıdır, görevimi yaptım, üzüntümü paylaştım ve herkese ilan ettim, kınadım lanetledim, kahroldum, korkarak yapılan vicdan rahatlatması o kadar.

inanmayın.

hepsi boş hepsi hikaye;ölüler duymaz, ölüler bilmez, ölüler görmez., ölüler sadece ölüdür.

gerçek bu kadar çıkplak, bu kadar katı, sen ölürsün ardından bir kaç gün yasın tutulur biter gider, unutulursun geride kalanlar için işte hayat bu, gerçek bu.
bir başka gerçek ise geride bıraktığın annen. bir tek o unutmaz, nefes aldığı sürece bir tek o unutmaz…

ölmeyin.

ne özgürlük, ne bayrak, ne din, ne vatan, ne sistem, ne eğitim, ne iş, ne para, ne sanat, ne kavga ne sevgi ne saygı, bunların hiç biri yaşamı tek başına anlamlandırmıyor ne yazıkki, yaşam bir bütündür bunların ve daha pek çok şeyin birarada olduğu bütündür. onu sadece sen anlamlandırabilirisin sadece sen, bunu sakın unutma…

o yüzden dosyasıya yaşa; yaşayacak en güzel yaştayken sadece yaşa, saçmala, hata yap, sev, nefret et, delir, ağla, kıskan, seviş, kavga et, bağır çağır, gül … içinden geldiği gibi, tutkuların olsun sadece onların peşinden git, bırak dert etme, yeterince endişelenen var zaten hayat için, anlam için, iş için, ekmek için, özgürük için sen yaşa sadece, hisset sadece, emin ol bir yolunu bulursun, emin ol her şey yoluna girer…

oku; felsefe oku, bilim oku, edebiyat oku, mizah oku…okumak yalnızlığını azaltır sana tek tavsiyem bu kabul edersen tabi...


#53410481 22.07.2015 20:02 modern zaman gangsteri



19 Temmuz 2016 Salı

Ah biz eşekler

Aşağıdaki Aziz Nesin hikayesini 25 sene önce okumuştum.  Yıllarca anlatmaya çalıştım olabildiğince; olmadı... Birkaç sene önce kitaptan baka baka Ekşi Sözlük'e aktarmıştım hikayeyi. Sözlükten sildiğim entry'ler arasında bu da vardı. Burada dursun hikaye. Bir gün Türkiye'ye ne olduğunu soranlara gösterirsiniz...

**********

Bu hikaye, yurdumuzda basın ve söz hürriyetinin, yalnız kâğıt üstünde yazılı bir süs olarak bırakıldığı, aydınların konuşamaz duruma getirildiği günlerde, halkı bu duruma düşüren ve gerçekleri ancak kendi başı belaya girince söylemeye çalışıp da, artık söyleme olanağı da bulamayan Kara aydınları yermek için yazılmış ve yine o günlerde yayınlanmıştır.

(“Ah biz eşekler” hikâye kitabı ilk kez 1958'de 8000 adet basılmıştır. Yukarıdaki not hikayenin başına Aziz Nesin tarafından o tarihte konulmuştur.) 





AH BİZ EŞEKLER

Ah, biz!... Ah biz eşekler!... Biz eşek milleti de eskiden siz insan milleti gibi konuşurmuşuz. Bizim de kendimize özgü bir dilimiz varmış. Konuşmamız, müzik denli güzel, uyumlu, kulağa tatlı gelirmiş. Ne güzel konuşur, ne türküler söylermişiz. Biz eşek olduğumuzdan; sizler gibi insanca değil, eşekçe konuşurmuşuz. Ama eşekçe, yumuşak, tatlı, uyumlu zengin bir dilmiş.

Biz eşek milleti eskiden şimdi olduğu gibi anırmazmışız, sonradan anırmaya başlamışız.

Şimdi, biliyorsunuz, bütün isteklerimizi, duygularımızı, algılarımızı, acılarımızı, sevinçlerimizi, birbirimize ve siz insan efendilerimize anırarak anlatmaya çalışıyoruz. Anırmak nedir? «Aaa-ii, Aaaa-ii» diye arka arkaya bir kalın, bir ince, ağızdan iki uzun heceli ses çıkarmak. Anırmak işte bu... Bizim o zengin dilimiz, şimdi kala kala, bu iki heceli tek sözcüğe kaldı. Bir yaratık, bütün duygularını tek sözcükle nasıl anlatabilir!...

Nasıl olup da o zengin eşekçe ölmüş, bir ölü dil olmuş, sonra biz eşekler anırmaya başlamışız; bunu merak etmiyor musunuz? Merak ediyorsanız anlatayım. Kısacası, bizim dilimiz tutulmuş. Korkunç bir olayla aklımız başımızdan gidip de, dilimiz tutulunca, eşekçeyi tüm unutmuşuz. O günden sonra da yalnız anırarak, iki uzun heceyle bütün duygularımızı anlatmaya çalışmışız.

Biz eşeklerin dilimizin tutulması, epeyce eski bir olaydır.

Eski kuşaktan bir yaşlı eşek varmış. Bir gün, bu eski kuşaktan yaşlı eşek, kırlarda tek başına otlamaktaymış. Hem otlar, hem eşekçe türküler söylermiş. Bir ara burnuna bir koku gelmiş ama güzel bir koku değil, kurt kokusu...

Eski kuşaktan eşek, burnunu yukarı dikip, havayı derin derin koklamış. Hava, keskin keskin kurt kokuyormuş.

Yaşlı eşek,

- Yok canım, kurt değildir... diye avunup otlamağa başlamış. Kurdun kokusu gittikçe artıyormuş. Belli ki kurt yaklaşıyor. Kurt yaşlaşıyor demek, ölüm geliyor demek...

Eski kuşaktan eşek,

- Kurt değildir, kurt değildir... diye kendini avutmuş.

Ama kurdun kokusu da gittikçe ağırlaşıyor. Yaşlı eşek, hem korkuyor, hem de oralı değilmiş gibi görünerek, kendi kendine,

- İnşallah kurt değildir. Kurt buraya nereden gelecek, nereden beni bulacak?.. diyormuş.

Böylece kendi kendini avutma içindeyken kulağına sesler gelmeye başlamış. Ama güzel ses değil, kurt sesi... Yaşlı eşek kulaklarını dikip sesi dinlemiş; evet kurt sesi...

Gönlü bir türlü kurdun gelmesine razı olmadığından,

- Yok canım, bu ses kurt sesi değil, bana öyle geliyor... der, otlamaya devam edermiş. Ama ses de gittikçe yaklaşıyor... Eski kuşaktan eşek yine avunurmuş:

- Kurt değildi. Hayır, bu ses kurt sesi olamaz! O korkunç ses, büsbütün yaklaşmış. Eşek kendi kendine söylenirmiş:

- Yok, yok... Dilerim bu kurt olmasın... Kurdun işi yok da, buraya mı gelecek! ...

Bir yandan da yüreğini korku sardığından gözü çevresindeymiş. Bir de bakmış; karşı dağın tepesinde, sisler, dumanlar içinde bir kurt ...

- A-ah, demiş, bu benim gördüğüm, kurt değil, başka bir şey...

Başını otlara sokmuş.

- Bana öyle geldi galiba, hayal gördüm. Evet, evet, hayal olacak ...

Az sonra, çalıların arkasından koşan kurdu görünce, korkusu artmış. Ama kurdun gelmesini hiç istemediğinden, yine kendi kendisini kandırmaya çalışıyormuş:

- Kurt değildir, inşallah değildir. Başka yer kalmadı da burasını mı buldu gelecek? Gözlerim iyi seçmiyor da ondan... Çalıların gölgesini kurt sandım.

Kurt yaklaşmış. Aralarında eşek adımı ile üç-dört yüz adım kalmış.

Eski kuşaktan eşek,

- Aman Tanrım, yoksa bu gelen gerçekten kurt mu?

Hayır, olamaz. Olmamalıdır, Ah... Yok, yok, kurt değil... diye inlemeye başlamış.

Kurtla aralarında elli adım, kalınca, o yine avunuyormuş:

- Şu karşımda gördüğüm yaratık kurt değildir inşallah. Canım, ne diye kurt olsun... Belki devedir, belki fildir, belki de başka bir şey, belki de hiçbir şeydir. Ben de her şeyi kurt görmeye başladım.

Kurt sırıtarak yaklaşmış, yaklaşmış. Aralarında ancak birkaç adım kalınca, yaşlı, eşek,

- Biliyorum, bu gelen kurt değil, evet kurt değil, ama ben şuradan azıcık uzaklaşsam kötü olmaz.. demiş. Başlamış yürümeye. Başını geri çevirip bakmış, kurt sırıtarak, ağzının suları akarak arkasından geliyor. Eski kuşaktan eşek yakarmaya başlamış:

- Ulu Tanrım, bu gelen kurt bile olsa, kurt olmasın ne olur... Kurt değil canım, ben de boşu boşuna korkuyorum.

Böyle deyip adımlarını açmış. Kurt da onu izliyormuş. Kart eşek koşmaya başlamış. Kurt da onun ardından koşmuş...

Eşek,

- Ah, ben de ne budalayım... diyormuş. Yaban kedisini kurt sanıp kaçıyorum. Hayır, kurt değil...

Ayaklarının var gücüyle kaçıyor, bir yandan da içinden şöyle geçiyormuş:

- Kurtsa da kurt değildir... İnşallah değildir. Yok canım, ne diye kurt olsun...

Başını çevirip arkasına bakmış, kurdun gözleri ışıl ışıl yanıyor. Eşek dört nala kaçar, hem de,

- Vallahi de kurt değil, billahi de kurt değil.. Allah belamı versin ki kurt değil, diye söylenirmiş.

Eşek kaçmış, kurt kovalamış. Kuyruğunun dibinde, kurdun kızgın kızgın solumasını duyunca, yaşlı eşek kendi kendine,

- Bahse girerim ki bu kurt değil.. Kuyruk altımda solumalarını duyduğum bu yaratık kurt olamaz... diye söyleniyormuş.

Kurdun ıslak burnu, eşeğin apış arasına değince, yaşlı ,eşek de sıfırı tüketmiş. Bir de başını çevirip bakmış; kurt, üstüne atıldı atılacak.. Artık adım atacak gücü kalmayan kart eşek, kurdun sert bakışları altında kıpırdayamaz olmuş; oracıkta kalmış. Kurdu görmemek için gözlerini yumup,

- Kurt değil canım, boş ver... İnşallah değildir. Sanki ne diye kurt olsun, diye kekelemiş.

Kurt, sağ kabasına bir pençe atınca, oracığa yıkılan eşek,

- Biliyorum, biliyorum, sen kurt değilsin. Arkamla oynama, gıdıklanıyorum. El şakasını da hiç sevmem.. demiş.

Azgın, aç kurt keskin dişleri ile eşeğin sağrısını ısırmış, budundan büyük bir parça koparmış. Can acısıyla yere yıkılan eşeğin birden dili tutulmuş. Bildiği eşekçeyi, korkudan unutmuş. Kurt, boynuna, gerdanına saldırmış. Eşeğin her yanından kanlar fışkırmaya başlamış. İşte ancak o zaman eşek,

- Aaa kurtmuş... Aaa o imiş... Aaa, o imiş!... diye bağırmaya başlamış. Kurt onu parçalar, o da dili tutulduğundan, yalnız:

- Aaa, o imiş ... Aaa, Oo-ii... Aaa-iii... Aaa·iii! diye bağırır, inlermiş.

Kurdun dişleriyle parçalanan eski kuşaktan eşeğin dağı, taşı inleten son sözlerini bütün eşekler duymuşlar:

Aaaa-iii, aaa-iii...

İşte o günden sonra, biz eşek milleti, konuşmasını, söylemesini unutmuşuz, her duygumuzu, her düşüncemizi, anırtı ile anlatmaya başlamışız. O eski kuşaktan eşek, tehlike kuyruk altına girinceye dek, kendini avutup, kandırmamış olsaydı, bizler de konuşmasını bilecektik.

Ah biz eşekler, ah biz eşek milleti: Aaaa-i, aaa-iiii

Aziz NESİN


20 Haziran 2016 Pazartesi

Ekşi Sözlük'ten uçurulan polisin entry'leri



Ekşi Sözlük'te your life burns faster nick'li yazarın "bir polisin türk gençliğine çağrısı" başlığına yazdığı entry'lerin tümü. Yazar, bu entry'lerden sonra sözlükten uçuruldu. Entry'lere ulaşılamadığı için tek linkte topluyorum hepsini.








*********************************************************************************
ENTRY 1

1-"cesur olun!"
birleştiremiyorum. bağdaştıramıyorum. hep haksızlık. hep,
tamam. tayyibin son söylemleri (ezer geçeriz, bilmem ne cami vs.) buradaki hesabımı tekrar aktif hale getirmemim tek sebebidir. yoksa buranın milliyet.comdan bir farkı kalmamıştı benim için. okur gülerdim. eğlencelisiniz, güzelsiniz. bazen biraz önyargı olsa da olacak o kadar, böyle bir ülkede normal.

gezi oldu. gezide en ön planda aktif rol aldım. belki bazılarınızla karşı karşıya gelmişimdir. ordan taş, burdan gaz fişeği, olur böyle şeyler önemli olan can sağlığı. en çok utandığım, al ismail denen çocuk oldu. kazara, uzaktan değil, kasten bile isteye öfkeyle öldürüldü. en fazla küfretmiştir. cezası işkenceyle ölüm. küfredecek tabi ki lan, beş adamdan dayak yerken yalvarmaması bile asalettir.
akabindeki zamanlarda kobani oldu, onda da aktif rol aldım. hayatta en çok öfkeliyken kaybettim. zor öfkelenip zor soğuyorum. herkesin karakteri farklıdır. ancak, insan kendini bilerek olgunlaşır. olgunlaşmak ise hedefim değil, hedefim kendimi bilmektir. olgunlaşma hedef olursa, ergen olursun. ergenlik güzeldir ama ah şu toplum olmasa!

ergenliğin neresi kötüdür? her yazınızda aynı hata. ergenlik yeşillik cıvıllık koşup oynamak ve saf düşüncelerdir. yaş önemli değil. kimisi vardır on altısında ruhu kararmıştır, kimisi vardır; yetmişinde coşkulu ve zararsızdır.

bunlardan sonra polisler ve askerler şehit düşmeye başladı. bazı soldan tanıdıklar sebebini geziye bağladı. hıh... askerin suçu neydi? ya da geziden önce polis şehit olmaz mıydı?

onu bunu geçelim de bu ülkede polis neden ama neden bir türlü halkın polisi olamadı? kim bunun sorumlusu? devlet mi? ordu mu? tek hükümet mi? medya mı? dış mihraklar mı? (hakkaten swh) yoksa, ama yoksa, halkın kendisi mi?

polis neden hep sağda oldu? neden yahu soruyorum size? hiç mi, yani, hiç... ya belki de benim teorim doğrudur, muhafaza etmekle görevli olan insan daha muhafazakar olur. halkın canını ve malını muhafaza et! hapishane mevcutları dünya rekorlarına koşuyor. ya da, evet, ya da terminallerdeki emanetçilere bakın, tabelalarında ayetler, arapçalar yazar. e asker derseniz, onlarınki daha başka bir muhafazakarlık. ve toplum çoğunluğuna uymasalar da olacak bir muhafazakarlık. bu bağlamda; köydeki jandarma, uzaktaki piyadeye göre daha toplumsal muhafazakar olması gerekir. ve öyledir de. olamazsa on küsür sene önceki konyadaki olay olur, köylüler jandarmanın üzerine yürür. oku bunları prof hocam, oku! üniversite kes-kopyala-yapıştır yeri değil. oh be. hatta ve hatta; akpnin ilk baş askeri necdet, o da jandarma değil miydi? eeveeet. ama dur bi dakka, bu sadece tesadüf de olabilir. ama siz görün, tespit edin, araştırın.

her paragrafta aynı çile.... şimdi gelelim, buraya bunca zaman sonra yazma sebebime;
bu siteyi takip ediyorlar, her şeyi takip ettikleri gibi. buranın yeni sahibi şişman adam, yanında çalışan adamlardan ne kadar emin? daha kötüsü siz ne kadar eminsiniz bundan? her entry sahibi, yazdıkları bazı şeylerin akşam "sarayda" kajulu fıstıklı bir masada, bin altı yüzlerde yaşamış dedenizin ismiyle okunmadığından emin olabilir mi? malum; celali isyanları. daha öncesi yok. şu noktalama işaretleri hızımı kesiyor.eeeeh.

1. bir eylemci, her şeyden önce ne yaptığını bilmelidir. meydana çıkıyorsa aklında bir tereddüt olmamalıdır. karışacağı olay, uzak gelecekte düşman ordularına ve robotlara karşı silahlı bir direniş olabileceği gibi günümüzde toplumsal olayda polise karşı çeşitli hareketler de olabilir. ne istediğini bilmek önemlidir. harekette herkesin aynı biliçte olması önemlidir. forekzampıl; ben ve memurlarım çevik kuvvet olarak o zaman istediğimiz; hepinizin bir şekilde direncini kırıp, yorup bir daha gelmemenizi sağlamak, bir miktarda tutuklama yapıp çok ileri gidenlere kanuni yaptırımı hatırlatmaktı. isteğimiz buydu. (istenmeyen hareketler ise bizim işimizin, sizin de eyleminizin bir parçasıydı. şurada sizle polis arasında bir resim yarışması yapılsa bir çok perspektif hatası, birçok renk uyumsuzluğu vs. yaşanır. neden yaşanır? çünkü o bir resim yarışması.) neredeyse tamamımız isteğimizde nettik. işimiz buydu çünkü. siz ise aynı bilinçte değildiniz. bir kısmınız öldürmek, bir kısmınız çiçek vermek, bir kısmınız kitap okumak, bir kısmınız bu düzene küfretmek, bir kısmınız ortamlara girmek, bir kısmınız da vesair derdindeydiniz. oysa amaç bir ve tek olmalıdır. ama olay planlı değildi. bu da itiraf etmek gerekir ki; sizin masumiyetinizi gösterir.

2. cesur olmak gerekir ve bununla beraber kararlı olmak gerekir.
forekzampıl; biz görevde kararlıyızdır. cesur adama ise çok ihtiyaç yok. çok cesur olan çabuk ölür, ya da öldürür. mutlak cesur olan, itaatsizliğe yakındır.. . öyle bir insan zaten olamaz ve polislikte de olması gerekmez. askerlikte gerekir. (müdürüm bunları siz söylemeden zaten ben düşünüyordum.) kararlıyızdır. orada barikat kuruyorsun, işini devam ettiriyorsun. ben ise orada seni bekliyorum. inatla ve sabırla. çünkü buradaki işim yani senin direncin bitmeden ben kolay kolay şubeme ve en önemlisi evime dönemem. senin zayıflığını bekliyorum. öfke ve korku konusunda da öyleyiz. korkunun tam karşısında öfke mi vardır yoksa cesaret mi diye çok düşünürdüm. gönül isterdi ki bir psikolog ve bir generalle bu konu hakkında münazara yapabileyim. ama vakit yok. hızlı oku çocuk. öfke, canlı beyinlerindeki temel iki duygudan biridir. diğeri de korkudur. bunların eşikleri vardır. ve bunlar birbirleri arasında çok bağlantılıdır. öfkeli adam hiç istemem ve sevmem birliğimde. ben ise bazen öfkeleniyorum ama onlarda istemem. bana bakmayacaklar. öfkelenen insan çabuk korkabilir çünkü. kardiyografi kağıtları gibi düşünün. (doktor bey azaltıcam) yukarıda öfke var aşağıda korku. zig zag, zig zag... işte bu aktivite ruhta hiç çalışmamalı, hiç açılmamalı. görevde özellikle. ruh robot gibi olmalı. robottan zarar gelmez. robotlar ne öfkelenirler ne de korkarlar. sadece işlerini yaparlar. şu gaz tüfeği zıkkımını yatay atan memurlar öfke ve korku yüzünden attılar. robot gibi olabilselerdi sorun yoktu. insan olmak işte. aslında hata gene biz amirlerde. asker gibi eğitemedik. ama o kadar da eğitmek gerekir miydi ki? hem zaten bizde zaman yok. görev bitince adam evine gidiyor, koğuşa değil. çok şükür ki ben ve unsurlarım ne kimseyi öldürdük, ne de sakat bıraktık. en çok bundan dolayı vicdanım rahat.

ve bu ikinci maddeyi sizde inceleyelim. sizi orada yeterince cesur göremedim. en azından hepinizi... bir eylemci yapmak istediği eylemler doğrultusunda cesur olmalıdır ve kararlı olmalıdır. herkes binlerceniz omuz omuza kolkola girecek hedeflenen yere yürüyecek. o sırada biz karşınızda sizi yakın destekli hat düzeninde karşılarız muhtemelen dar bir yerde. bu temel hareketlerden biridir. ittireceksiniz. "başbakanlıkta piknik yapacağız" diye bilinciniz sloganınız olacak örneğin (ilk madde). slogan bilinçte kolay sağlamlaşır. amirleri olarak "bir adım ileri marş" dediğim anda sizin ön saflarda bir sarsılma olabilir (bu derece yakın temas olayını bir kere yaşar gibi oldum meslek hayatımda). kararsızsanız ve korkarsanız bozgunu yersiniz. "kalkan boz, cop çek! koşar adım marş marş!" panikte kaçışırken arkadaşlarınızı kendiniz ezersiniz. böyle yapmayın... kaybetmenizi artık istemiyorum. milyonlarca okumuş, iyi yürekli, kültürlü gençlersiniz. cahil cesur olur derler ama unutmayın ki her insan biraz cahildir ve her insan bu yüzden içinde bir yerlerde cesaret cevheri taşır. ittirerek gireceksiniz, devirerek gireceksiniz hatlarımızı. ilk tetiği çeken vicdanen kaybeder, unutmayın. biz tetiği çekmeyecek kadar dayağı, yenilgiyi ve hatta linci kabul edebilir olmalıyız. ama siz de; biz polisleri bu derece zorlayacak derecede istekli olmalısınız. mermiyi yemekten o anda korkmayacaksınız! mermiyi umursamadan yerseniz davanızdaki haklılığı dünyaya göstermiş olursunuz. canın önemli değil. canım önemli değil. benim böyle bir davam olsa benim için önemli olmazdı. korkma gel döv beni. gir içeri. taş yetmez. "çatı kuuuur!" çatı da temel hareketlerdendir bizde. iki saat taşladınız, zerre zarar görmedik, sadece birazcık yorulduk. havuz başında kaldıraç mıdır nedir, 1 grup (20 adam) kalan bizimkileri bozabileceğini gösterdi. hatta ethem bozgun artığı memur ahmet tarafından kazara orada öldürüldü. ama daha fazlasını yapabilmeliydiniz. yapamazdınız çünkü planlamadınız, yani masumdunuz.

kullandığım tanımlar yüzünden "ne biçim bakış bu, savaşta mıyız" diye düşünebilirsiniz ama sevgili arkadaşlar ama ben eğitimlerde içtimalarda "bundan böyle dünyanın en güçlü devletleri, çevik kuvveti en güçlü ve profesyonel olanlar olacaktır" diye eğitiyorum memurlarımı. yaa.

sen orada "selfie çektiricem, içmeye gidecem, kepçeyi bi de ben sürim, kutlama yapıcam, şurada güzel fıstıklar var oraya gideyim vs" diye barikatını bırakırsan, dediğim gibi, hedeflediğim şeyi elde etmek için, onlarca saat de olsa beklediğim şey olan, o barikatını girip dağıtacağım. dağıtacağım! kalan üç beş direnene de iki tekme bir cop. bekliyordum. hep beklerim. benim işim bu. değer miydi böyle yenilmeye? "eme öreye kışle yeptirmedik, eğeç kestimedik" vs deme bana! başbakanlığa gireceksin bahçesinde piknik yapacaksın, adam sabah işine gelemeyecek, diyelim ki gelecek ve o zaman o kırmızı halının üzerinde o nöbetçilerin önünde sana ters ters bakacak, sen çimlerde kızlı erkekli gitar çalacaksın, o bir şey yapamayacak, çıldıracak. zafer budur. yenilmemek budur!

kenarda durmasın, okunsun. vakit yok. devamında 3. iş görev bölümü 4.eğitim-techizat vs... ve malum şahıs gibi, kalan konulara devam edeceğim. sigara içemedim beynim dumanlandı. redaksiyon medaksiyon yok. yanlış yerleri düzeltirsiniz. ölmezsem, tutuklanmazsam gelirim buradan devam ederim.

*********************************************************************************
ENTRY 2

o "halkı isyana teşvik" diyen arkadaş bir zahmet ...sin gitsin.

o "ilmezsem, titiklenirsim" diyen arkadaş bilsin ki hesabımı kitabımı yaptım; sonuç; mapusanede şişleneceğim. (swh)

>buradan devam<

2. konudan devam<

bu kadar cesur olmanız gerekiyor. o kadar kararlı olmanız gerekiyor. değil standart bir askerin, standart bir çevik kuvvetin kararlılığının çeyreği kadar olsa yeter, yetmeli sizin için. tek başına cesaret sökmüyor ve o şevkiniz, o cesaretiniz karşınızdaki bizde üretilmiş olan kararlılığa yeniliyor, bundan daha acı bir şeye mantık varabilir mi allah aşkına? kararlılık asil bir duygu değildir öyle cesaret gibi. hatırla, matrixteki ajan smith cesur bir adam mıydı? hayır, insan bile değildi. ama çok kararlıydı. bizi de ajan smith olarak gör (swh). ama naptı? neo'yu kararsızlık üzerinden vurmaya çalıştı. adamı önce ağzıyla sonra kollarıyla eritmeye çalıştı. film bir örnekti.

hakiki cepheliler 100 kişi
hakiki ülkücü 200 kişi
cihadist 300 baş
kürt 500 şanssız insan
ulusalcı, hakiki atatürkçü vs 1000 insan
akp'li, merkez sağ 100 bin kelle

artık her şey hesap kitap. madem demokrasideyiz. demokratça haklarımızı yaşayacağız. meydan yürüyüşü, vurdu, kırdı, incindi vs. bunlar olacak. ölmeden, kan dökmeden olacak. ortada vatana, millete karşı yapılan haksızlıklar var. atatürk'ün emirleri de açık. mustafa kemal'in eskerleri değil misiniz? neyse, yukarıdaki tablo nedir? niye buraya resmettim? bunlar toplumsal olayda benim için aynı tehlikeyi yaratacak miktarlardır da ondan resmettim. ben işimi böyle bilirim. ona göre tedbirimi alırım. siz akşam çayında seçim grafiklerini önemsersiniz, ben ise işim gereği bu tür sayıları düşünür ve önemserim. demokrasi şahsi günlük hayatımda çok önemli değil benim. gerçeğim bu benim. son satırı on bin mi yazsam, bir milyon mu diye düşünmedim değil. çünkü hiç karşı karşıya gelmedim. ama bilirim ki akpli adam işinde, gücünde, avantasında olan adam. en asil duyguların insanı. onların düzenini yenerseniz sizden olurlar. apolitiktirler. diğer siyasi düşüncelerde apolitiklik oldukça düşüktür. yukarıya doğru gidildikçe azalır. forekzampıl; altmış bin tkp oyu içinde bir iki tane apolitik ocak-şubat doğumlu liseli oyu ya çıkar, ya çıkmaz.

demokrasi kararındaysanız devam edin böyle. değilseniz dediğim gibi, cana kıymayı düşünmeden düzeni isyan ettirin. çevik kuvvetin yenişemeseniz de en fazla 40-50 dopdolu günde disiplini bozulacaktır. hesabınızı kitabınızı yapın. hiç darbe yemediniz mi?... swh.

3. işine ciddiyetle yaklaş, aidiyet,görev, iş bölümü bilincin olsun

"gelişi güzel limoncu ol, kafana göre direğe çık" değil iş bölümü. direğe çıkma zaten popona fişek isabet eder. herkes grubunu bilecek. buna aidiyet denir. askerlik yapanlarınız bilir. tabur>bölük>takım vs. bunun gibi unsurlar oluştur. iş ciddi, bunun için sokağa çıktın, artık aşağılanmak kapris çekmek istemiyor musun? yap şunu. beş bin kişi birinci birlik, beşbin kişi ikinci birlik, üçüncü, dördüncü... grup, yürüyüş grubu, tayfa vs. adını ne koyarsan koy. internetten kayıt yap. ne bileyim. mesela yani."birinci birlik şu gün şu saatte şuraya" diye bir şey olabilir. az yorularak fazla etki olmuş olur.

devam edecek< edit: swh

******************************************************************************
ENTRY 3

arada arkadaşın biri yazmış "ajan değilsen, gel ikimiz gidelim". böyle plan mı olur? tam da bundan bahsediyorduk. bir eylemci iş bölümünün, görev dağılımının bir parçası olur. hareket bir kazanım elde etmişse, -bu kazanım küçük ya da büyük olabilir farketmez- eylemci bunu egosu gereği sahiplenmeye kalkışmamalıdır. bir yere yürümeye devam etmen gerekiyorse yürümeye devam et. elinle zafer işareti yapıp kamera arama. star olmaya gelmedin buraya. oradaki topluluğun önder kabul ettiği kişi veya kişlerin direktiflerine uy. kendinden vazgeç. konuna odaklan. ciddi ol. tuğla ol, boşluğu doldur. önündeki boşalan adamın yerine bir adım at. boşalmayan yere adım atma! ne eksik ne fazla! kolkola giren şu cephelilere bakın. radikallere bakın. bizim uyduğumuz kuralların, yani yazdığım bu düsturların çoğunluğunu zaten hatasız bir şekilde yerine getiriyorlar. onları gezide gördüm. flamalarıyla altışarlı yürüyüş kolundaydılar. hazırlardı. planlılardı. bu demektir ki o kadar masum değildiler. ama düşünsene, şu durumda masumiyet muhakemesi yapmak kimin haddine ki? ne önemi var? tarihçi misin? senin masumiyetin ancak birini öldürüp sakat bıraktın mı sorusuyla ölçülür. bunu yapıp yapmadığını bilirsin hatırlarsın zaten extacy çekmediysen.

lider olmayı baş olmayı düşünme, ben altı üstü başkomserim sen altı üstü bir coşkulu gençsin. parça ol, tuğla ol. yoksa haksızsın. davan önemli senin. bak, adam benim itaatime güvenerekten padişahlık taslıyor. aklı başında bir itaat hediye et, kanaat sahibi insanlara.

4. eğitim ve techizat

alışmak önemlidir. eğitim önemlidir. ama siz nasıl yapacaksınız, işinizde gücünüzde, sevginizde sivil insanlarsınız. ara sıra arsalarda toplansanız deli derler. tabii ki ne derlerse desinler ama siz ne dersiniz bu işe? şuraya sezarından, suvorovuna eğitimle alakalı laf etmiş generalleri isimleriyle yazarım. onun yerine şunu diyeyim. eğitim alıştırır. cesaret riskine gerek bırakmaz. önce bir, sonra iki, sonra üç..on üç...kırk üç metrelerden sırayla atlayarak çok güzel bir bungee jumpingçi olursunuz. buna inanın. herkes bu yöntemle bungee jumping yapabilir, dünyanın en korkak insanı bile. biz eğitimi çok yaparız mesela. sizin attığınız taşların biraz ufağını ama daha fazlasını benimkilerin kalkanlarına atarım. tekme atarım. alışırlar. sizin karşınıza çıktıkları zaman savaş değil, spor gibi zannederler. uzun bir süre böyle devam eder ve ta en sonunda disiplin erimeye başlar ama önemli değil, iş görülmüş olur.

siz bunu nasıl yapacaksınız? iş, güçten vakit mi var? olsun, kendi aranızda konuşun, planlayın bir şeyler. sonuçta amacınız kan dökmek, can almak olmayacak. prova yapın. tekrar edin. alışın. gönül isterdi ki bu sefer hepinizi ben eğiteydim ama ne mümkün. vaktimiz olmayabilir, yarından emin değiliz. hızlı oku. ama iyi anla. arkadaş yazmış "iki tık tık cümleyle olmaz" diye. hayır, doktrinle olur. bu teknik konularda başka kaynağınız yok. asıl ikimizin saflığıyla olmaz bu işler arkadaş. bunları buraya yazmakla kendi kötülüğümü ama sizin iyiliğinizi elde etmiş olacağım. iyi ki de elde edeceğim. pişman olmayacağımdan eminim. ben daha iyi bir durumda olamam bu saatten sonra, hissedemiyorum bunu. ama siz ve ülke önemlisiniz.

nasıl kaçılır, nasıl toplanılır. planlayın. panik nasıl kontrol edilir, nasıl daha az zararla yaşanır, düşünün, hazırlanın. biz eğitimlerde, müdahalede nasıl atak yapılırı değil sadece, nasıl geri çekilir, nasıl kaçılırı, linç durumunda nelere dikkat ediliri de öğretiyoruz. bunda ayıp bir şey yok. korkularınızı elinize alıp tarttıkça daha az korkarsınız ama aşırı korkusuz da olmayın. insanlığınızı kaybetmeyin. öfke sınırını da aşmayın. güç sarhoşluğu yaşamayın. (tayyip bu kavramı benden çalmıştı swh) fiziksel anlamda da kendinizi eğitin. bugünden itibaren şınava başlıyorsunuz. kademeli ve üç parça halinde. bugün 3+3+3 yarın 5+5+5 sonra 7 vs.

hem kayıptan hem kazançtan dersler çıkarın, toplumsal olay senin akşam eğlencende arkadaşlarınla sadece geyiğini yapıp kapatamayacağın kadar ciddi bir iştir. ben şahsen müdürmle, ukraynada berkutun hazin sonunu videolarla analiz ettiğimi bilirim. geyiği bırak! esas duruş! hop arka taraf! bunlar ilerde hakkaten doktrin olarak kullanılacaksa şu gereksiz cümleleri de ayıklasınlar bir zahmet. dörde geçiyoruz.

devam edecek<

*****************************************************************************
ENTRY 4

4-eğitim<
eğitimlerde öğretmek önemlidir. iyi bir polis toplumsal olayda şahsi bir iş olmadığını bilir. edilen küfürler şahsımızı, annemizi, babamızı tanıdıklarında değildir. sadece küfürdür. her bir küfre öfkelenecek olsak insanlıktan çıkarız. meydana çıktığında işini spor gibi yapacaksın. gezide önümüzde hep bir ağızdan binlerceniz "hepiniz orospu çocuğusunuz" diye haykırdığınızda, arkama dönüp adamlarıma baktım. gözleri kısılmış, tarif edilmez duygularla kalabalığa ağır çekim bakıyorlardı. kimisinin ağzından küfürler mırıldadığını duyunca hemen müdahale ettim.
"ağzın değil kolun çalışacak! küfreden adam sonra korkar. işini yapacaksın. vur dedim mi vur, dur dedim mi dur. ağzın dilin olmayacak senin!"

anladılar.

bir eylemci de böyle olmalıdır. bir yürüyüştesin diyelim, bir yerden gaz fişeği geldi gövdene değdi. hemen oraya doğru yönelmeyeceksin. istikametine devam edeceksin. mesela gösterici güruhtan biri ya da birileri bizimkilerden birine tekme attı. tekme atılan memurun kesinlikle tekmeciyi hatırlamamalıdır. safını, hattını bırakıp o an kinlendiği adamın peşinden koşup müdahale etmeye kesinlikle hakkı yoktur. olamaz. siz de böyle olacaksınız. her şey topluca olur toplumsal olayda. ahmet, mehmet olmanın bir önemi yoktur. toplu şekilde hareket eden kazanır. bir kalabalık toplu şekilde hareket etmiyorsa güçlerinin ederi; hepsinin şahsi güçleri toplamı kadardır. 1,25+1.75+ 1,05+ 2.85 (dev bir arkadaş mesela)+ vs... kalabalık tek bir yerden aldığı emirle ve aynı anda hamlelerini yapabiliyorsa -hamle doğru ya da yanlış fark etmeeez- , ederleri; her birinin şahsi güçlerinin çarpımı kadardır 1,25x1.75x 1,05x 2.85x.... aynı iddia ganyanı gibi yani. bu teke tek bir sokak dövüşü değildir. onda dövüşen iki kişiden kalıplı, hızlı veya cesur olan kazanır. beni dövebilecek arkadaşlar araızda illa ki vardır. bunda ise öyle değildir. kanunlar burada böyledir. bu hususlara dikkat ediniz. özetle; yerini terke etme, lider değilsen lider değil bir tuğla ol. egonu bir kenara bırak.

4.b. techizat
techizat olmadan eylem, gösteri kontrol altına alınamaz. çok zor, neredeyse imkansızdır. aynı şekilde techizat olmadan eylemci de aktivitesinde başarıya ulaşamaz.

4.b.1. cop
cop; eski dilde "cobb"dan gelir. kalın kısa değnek anlamındaymış o vakitler.farsça kökenli olması lazım. beş çeşittir.
kısa cop: araç içerisinde kullanılır. azılı tutuklular bazen araçta rahat durmazlar.
orta cop: orta uzunluktadır. karakol, bina, oda içinde demirbaştır.
uzun cop: meydanlarda kullanılır. standart çevik kuvvet copudur.
te cop: teknik coptur. daha çok yakın savunma amaçlıdır. amerikan polisinde felan yaygındır.
teleskobik cop: yeni çıktı. ben pek alışamadım. anten gibi.şıp yapıyosun, uzuyor.
buna karşın özellikle aşırı uçlar (koministler vs) tedariklidir. tedarikli oldukları için o kadar da masum değillerdir. pankart sapları onlar için gizli haydardır. zaten pankart kağıdı minicik, sopa ise kalın olunca işkilleniriz. derhal girişte men ederiz.

4.b.2 gaz tüfekleri
astım hastalığı olanlar için gaz ölümcül olur. bu kişiler buna dikkat etmeli, gaz var olduğu anda uzaklaşmalılar.

4.b.2.a zed/borugaz
uzak mesafeye gaz fişeğini göndermek içindir. gaz fişeği gönderilip düştüğü yerde gazını bölgeye boşaltmaya devam eder. kalabalık bundan etkilenir. eliizle alın su kovasına koyun. sıcak olmaz o kadar. sıcak olanlar elle atılanlardır, değineceğim. gaz; göz yaşartır, solunum sistemini yakar ve tıkar. az daha ölüyordum. iki kere net oldu. gaz fişeğinin içinde cn, cs, os gazı patlamaya hazır bekler. biber gazları biberden yapılır. kimyasal gazların en zayıflarıdır. gaza alışmak diye bir şey yoktur. insan vücudu gaza bağışıklık göstermez. ya buna karşı daha hassassındır ya da değilsindir. suyun sadece etkisini kırabildiğini bize okulda öğretmişlerdi. ilk deneyimimi hatırlarım da, aşağıda silah dersanesinde dersteydik. uygulama gereği, aylar önce patlamış kapsülleri koklamıştık da hepimiz gözlerde yaşla lavaboya nasıl koşmuştuk? kulakları çınlasın o zamanki amirimiz çok iyi adamdı. hey gidi. sonuçta ağzınızda burnunuzda ıslak tülbent sarılı olursa işe yarar diye düşünüyorum. kürtler doğuda öyle yapıyordu. gözleriniz hava sızdırmaz dalış gözlükleri de fena değil. ama adam gibi çözüm ise maskedir. zed7borugazın çarpma etkisi kötüdür. tüfeğin tipine göre mermiden sadece beş kat felan yavaş gittiğini biliyorum. mermi gibi yivli dönerek de gitmez ama sonuçta öldürebilir. yaşandı biliyorsunuz. kapsül alüminyum olup, alüminyum da yumuşak bir metal olmasına rağmen sonuçta bir metaldir ve kemiğe zarar verir. herkesin motorcu kaskı olsun. maske ve üzerine kask. bu aletler bela adına en çok korktuğum aletlerdir. hiç istemediğin halde katil edebilir insanı. kısa bir kursu vardır memurlar için yoksa kullandırmayız. ve işte önemlidir kask... başı korumak, copa, kapsüle karşı hayati önem taşır ve hayatınızdan öte eylemin gidişatını belirler. bir grupta en fazla iki zedçi/borugazcı olur. eğitimlerde "asla başa vurmayacaksınız, sakatlık çıkarmayacaksınız" diye öğütlerdim her defasında. yürek vicdan olmadan insan hiç bir halt olamaz. ama bu aletler zayıf da olsa birer silahtırlar ve varlık
ları hep sıkıntıdır.

4.b.2.b. efen/fn
paintball'u andırır. içindeki hava tüpüyle plastik bilyelerini fırlatır. birincil amacı; göstericiler içerisinde bazılarını boya bilyeleriyle işaretlemektir. ikincil amacı; minik gaz bilyeleriyle tek bir kişiyi ufak bir darbeyle hareketini kısıtlamaktır. kurslu silahtır. zimmetle verilir. memurun iyi nişancı olması gerekir. aksi halde sakatlık çıkar. tabak gibi kartuşları olur. memurun kartuşuna hangi renk boya koyacağı onun tercihine kalmıştır. üstü, elbisesi boyanmış kişi görüldüğünde yakalanmalıdır. kask lazım. boyanmaktan, yakalanmaktan ise korkmayın. bir şey olmaz.

5-gaz el bombası, toma vs. hepsinin tanımı doldurulur. mühim değil. acele etmem lazım.

***********************************************************

Not: Konuyla ilgili kişisel değerlendirmemi Twitter'da flood olarak yaptım. Okumak isteyenler aşağıdaki linke tıklayıp alta doğru devam edebilir;

https://twitter.com/hakiki_cassey/status/744562126811963392


Not 2: Şurada da, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası yine bu konuya dair yazdıklarım var;

https://twitter.com/hakiki_cassey/status/756567504739237888



18 Haziran 2016 Cumartesi

Örgütlü şiddet sarmalında

Dün akşam Firuzağa'da Velvet İndieground Records adlı mekanda düzenlenen Radiohead etkinliğine dinci/gerici bir grup saldırdı. Saldırının nedeni, Ramazan ayında içki içilmesi. Aslında bir "Ramazan klasiği" olan saldırı, daha önce sayısız kez yaşanmış örneklerinden farklı olarak infiale neden oldu bu kez. Geceden beri, başta Twitter ve Ekşi Sözlük olmak üzere sosyal medyada genel olarak "Bireysel silahlanmanın gerekliliği", "AKP'nin ülkeyi getirdiği durum", "Askeri darbenin şart olduğu" gibi önerilerin yanı sıra "Sallandıracaksın üç beş tanesini" nakaratı dile getirildi. Genel gözlemim, neden-sonuç ilişkisinin yanlış kurulduğu ve çözümün yanlış yerde arandığı yönünde.

Öncelikle; "İzlerken kanım dondu", "Aman Allah'ım, gördüklerime inanamadım!", "Tanrım, delirmek üzereyim, gerçek olamaz!" vb yorumlarında bulunanların, kendilerine sormasını istediğim bazı sorular var: Şurada 15 gün önce, "Ramazan'ın ilk dayağı hangi şehirde atılacak? Erzurum mu Yozgat mı? Ahahaha" diye geyik yapanlar, dünkü saldırının nesine, niçin şaşırdılar? Her Ramazan'da benzer şeyler yapıldığını biliyorsunuz, bunu bekliyordunuz üstelik. Şimdi neden kanınız dondu ki? Linç nasıl oluyor sanıyorsunuz? Hafifçe iki tokat atıp, bira şişesini insanların kafasında usulca ve nezaketle kırarak mı? O "Ramazan klasiği"nin bu kez infial yaratmasının nedeni, olup bitenleri canlı canlı izlemiş, o anlara tanıklık etmiş olmamız. Bir haberi gazeteden okuyup fotoğraflarına bakmakla o olaya tanıklık etmek, çok farklı şeyler. Eğer videoyu izlemeyip sadece Twitter'da okumuş, belki 3-5 fotoğraf görmüş olsaydık, büyük olasılıkla şimdiki kadar büyük bir tepki vermeyecektik. Zira aynı grup; 2 Şubat 2016 akşamı da o bölgede içki içenlere silah sıkarak saldırdı, 2014 Mayıs'ında sanat galerisi açılışına saldırdı, 2014 Temmuz'unda içki içenlere saldırdı. Bunların dışında Türkiye'nin çeşitli yerlerinde benzer saldırılar gerçekleştirildi. Üniversitelerin açık olduğu dönemde kantin basıp oruç tutmayanlara saldırılması ise artık neredeyse haber değeri taşımıyor. Bütün bunları gazeteden, sosyal medyadan okuyup "Cık cık cık... Ortadoğu çomarları işte" dedikten sonra içkimizi yudumlayıp eğlencemize devam ettik kaldığımız yerden. Oysa bu kez; o bağırışları, o tekme tokat seslerini, kafada kırılan bira şişesinin şangırtısını duyduk. Yaşadık yani olayı izlerken, "oradaymış gibi" olduk. Birilerinin kanının donma sebebi de, dehşete düşme nedeni de, olayın sosyal medyada bu denli gündem olma gerekçesi de bu: İlk kez tam anlamıyla empati kurduk mağdurla.

Tabii, son üç yıldır sıklıkla duyduğumuz gibi, yine bu saldırı sonrası da "Bireysel silahlanmanın gerekliliği" klişesi milyon defa dile getirildi. Ekşi Sözlük'te saldırıyla ilgili başlıkta çok sayıda yazar tarafından bunun artık şart olduğu vurgulandı. Genelde atıp tutmayı seven ama atıp tuttuklarının yüzde birini bile hayata geçiremeyen bir toplumuz. Üç yıldır "Bireysel silahlanma şart" diye tutturanların silahlandığına denk gelmedim ben. Denk gelene de denk gelmedim üstelik. Sadece her olayda tekrarlayıp duruyorlar. Otuz sene daha da aynı sözü yinelerler. Ama bunun dile getirilmesini önemsiyorum. Çünkü;

Daha önce de milyon defa söylediğim, yazdığım gibi, tamamen aynı gerekçeyle örgütlenip silahlanmış devrimcilere "terörist" diyen bu yumurcakların, sıkıyı gördükleri ilk anda çareyi bireysel (kitlesel ve/ya örgütlü de değil) silahlanmada görmeleri komik olduğu kadar sinir bozucu. Ancak bir yanıyla da umut verici. Çünkü belki salt bu şekilde anlayabilecekler devrimcileri ve "terörist yuvası" dedikleri Gazi Mahallesi'ni, Okmeydanı'nı, Tuzluçayır'ı. Buradaki insanların durduk yere ve birden bire silahlanmadığını, tıpkı o yumurcaklar gibi buna mecbur kalındığının idrak edildiğini ve fakat o yumurcaklardan farklı olarak bunu bireysel olarak değil, kitlesel ve örgütlü olarak yapacak akla sahip olduklarını anlayabilecekler. Devrimcilere sırt çevirmemeleri gerektiğini görecekler belki bu sayede. Böylelikle, bunun bir hükumet sorunu değil, sistemli bir devlet politikası olduğu gerçeğiyle yüzleşebilecekler.


"AKP ülkeyi ne hale getirdi!"
Eğer bu yaşananların son 14 yılda geliştiğini, bu gerici saldırıların AKP dönemiyle ilgili olduğunu düşünüyorsanız ya 20'li yaşların başında ve apolitik bir gençsinizdir ya da steril fanusunuzun içinde ülke gerçeklerinden bihaber yaşamış bir lümpen. Bu ülke böyleydi; 20 yıl önce de böyleydi, 40 yıl önce de böyleydi, 60 yıl önce de böyleydi. Hatta şimdilerde iyi bile. En azından Ramazan'da açık lokanta bulunabiliyor, içki servisi yapan mekanlar hizmet verebiliyor. Eskiden bırakın alkol içilen mekanın basılmasını, gündüz açık olan sıradan bir lokanta bile taşlanırdı bu ülkede. Tüm bunlar olurken de AKP değil, bizzat sizin veya ebeveynlerinizin oy verdiği merkez sağ partiler vardı iktidarda. O "Laikliğin teminatı anlı şanlı Türk ordusu" Erdoğan'ın kontrolüne geçmemişti o yıllarda.

İşte, "Ülke nasıl bu hale geldi?" sorusunun yanıtı tam burada. Geçmişte tüm bunlar olup biterken siz veya anne babanız, hiçbir şey yapmayıp oturup izlemekle, Madımak Oteli canlı yayında yakılırken "Cık cık cık, yazık o insanlara" demekle yetindiğiniz için bu halde bu ülke. Ve bunlara göz yuman partilere oy verdiğiniz, ana babanız oy verdiği için böyle. Tabii şu dakika itibariyle odaklanılması gereken suçluyu tespit değil, çözüm! Ona bakalım.


Devlet mi hükumet mi?
Yine yine yine yeniden aynı konuya geliyoruz dönüp dolaşıp. Bu ülkenin "Devlete değil hükumete karşı" bireyleri devlet gerçeğiyle yüzleşmediği sürece herhangi bir sorunun çözümü mümkün değil. Bunun idrak edilebilmesi için 6-7 Eylül Olayları, Trakya Olayları, Maraş Katliamı, Çorum Katliamı, Sivas Katliamı, Bahçelievler Katliamı, Kanlı Pazar, Kanlı 1 Mayıs, Gazi Mahallesi Katliamı konularında bilgi edinmek, bunlara dair araştırıp okumak gerek. Faillerin kim olduğu, yakalanıp yakalanmadığı, hukuki sürecin nasıl işlediği, ne şekilde sonuçlandığı vs görüldüğünde, devlet aygıtının ne olduğu daha iyi anlaşılabilir. O anlaşılmadan gerçek anlamda bir çözüm üretilemez.


Bireysel silahlanma çözüm mü?
Öncelikle şunu söyleyeyim; mevcut sistemde şiddet karşıtı biri değilim. Taraftarı olduğum, öncelikli çözüm olarak gördüğüm bir kavram da değil elbette şiddet. Ancak barışçıl olmakla, barış içinde yaşamayı istiyor olmakla aptal olmak arasında fark var. Bununla beraber nihai çözüm olarak şiddeti görmek, çok tehlikeli bir düşünme biçimine götürür bizi. Esasen çoğunuzun silahlanmayacağını, anlık gaza gelip kükrediğinizi, elinize silah verilse bile kullanamayacağınızı biliyorum. İnsan beyni, zaman içinde düşünme algoritmasını değiştirir. Beyinde oluşan veya yer eden bir fikir, zamanla tüm düşünme biçimini, adımlarını bütünüyle farklılaştırabilir. "Adaletin olmadığı yerde halk kendi adaletini sağlar" sağlar diyerek bireysel silahlanmada çözüm aramak fikri yanlış bir algoritma üzerine oturursa, çok çok tehlikeli bir yere evrilebilir.

İlk olarak şunu sormak gerek: Bu olaylar neden yaşanıyor? Örneğin oruç tutmayanlara, içki içenlere saldıran bu grup, onları öldürmekten imtina eder mi? Her fırsatta sosyal medyada "Sonunuz Ali İsmail gibi olacak" yazabilen bir güruh var. Belli ki bizlerin öldürülmesi taraftarılar. Peki neden bunu yapmıyorlar da yalnızca darp etmekle yetiniyorlar? Çünkü işin içine cinayet girdiğinde, katiller mahkemeye çıkacak ve yargılanıp hapse atılacak. O aşamada işleyen bir hukuk var yani. Bunun istisnaları var elbette. Gezi'de katledilenlerin katillerini koruyor devlet veya aynı şekilde doğrudan kendi tezgahladığı kitlesel katliamların faillerini saklıyor. Ancak dün akşamki gibi olaylarda, yani "sıradan birey" diyebileceğimiz gericilerin işleyeceği cinayetin sonucu hapisle noktalanacak. Onları cinayet işlemekten alıkoyan tek etmen bu.

Gericilerin "dini hassasiyet" diyerek laik/seküler kesimi darp edebilmesinin eskiden beri var olduğunu söyledik. Devletin yasaları da, o yasaların uygulayıcıları, koruyucuları da, bu gerici güruhu koruyup kollayacak şekilde dizayn edildi devlet tarafından. Salt seküler apolitiklere saldıran İslamcılar değil, solculara saldıran ülkücüler de polis tarafından korundu ve hatta polis o gruplarla birlikte saldırdı mağdur tarafa. Faillere de hiçbir şey olmadı sonunda. Merkez sağ hükumetlerde de böyleydi bu, sosyal demokrat koalisyonlarda da böyleydi. Hatta o çok güvendiğiniz askerin Madımak Katliamı sırasında nasıl sessiz kalıp seyrettiğinin belgelerini küçük bir internet araştırmasıyla dahi bulabilirsiniz.

Devlet buna öteden beri bilinçli olarak izin veriyor, hatta saldırganları koruyordu. Ülkedeki hukuk sistemi, yargı düzeni, kolluk kuvveti dizaynı bu yani. Böyle olduğu için de cinayet işlemekten kaçınan güruh, darp etmekte herhangi bir beis görmüyor, tam tersi cesaret alabiliyor. Demek ki değişmesi gereken kısmı burası bu işin. Bu yönde yasal düzenlemeler yapılması, yasa uygulayıcılarının ve kolluk kuvvetlerinin buna göre yeniden şekillendirilmesi gerekiyor. Örneğin dün akşamki mekandan içeri girip herhangi birini darp etmenin net 20 yıl cezası olsa, eşikten içeri bir tek kişi adımını atamazdı. Bırakın onu, kapı önünde ses dahi yükseltemezdi, toplum huzurunu bozma suçu işleyip ceza alacağı için.

Örgütlü bir şekilde mücadele edilecekse eğer, tam da bu sistemin değişmesi için edilmeli. Devleti ve yasalarını es geçip salt karşı gruba şiddet uygulamak için örgütlenmek, düşünme yetisini kaybetmiş bir aklın ürettiği ilkellikten başka bir şey değildir. Adaleti devlet ve evrensel hukuk değerleri yerine bireyler/gruplar sağlamaya kalkarsa, ülke mezbahadan beter bir yere döner. Üstelik bunun bir sınırı olmayacağı gibi, herkesin adalet anlayışı farklı ve kendine göre olacağından giderek yükselen bir şiddet sarmalının içinde boğulup gideriz hep beraber. Birileri "Ortadoğululuk" mu diyordu?

Tabii bu anlattığım, uzun vadedeki nihai çözüm. Bir sorun karşısında kısa, orta ve uzun vadeli çözüm yolları belirlenir. Bu üçünden birini eksik bırakarak oluşturulacak güzergah, başarısızlıkla sonuçlanacaktır kuşkusuz. Dolayısıyla kısa vadeli bir çözüme de gereksinim olacak. İşte örgütlenme seçeneği ve -gerekirse- kaba kuvvet, tam orada giriyor devreye. Zira bahsettiğim uzun vadeli çözüm öyle kolay gerçekleşmeyeceği gibi, bunun önünde gerek o gerici topluluklar, gerek kolluk kuvvetleri, gerekse bizzat devletin kendisi engel teşkil edecek. O engeli de yine yasal ve devletin belirlediği "demokratik" sınırlar dahilinde aşabilmenin mümkünü yok. Hele de mevcut koşullarda.

Evet, kısa vadede örgütlenmek ve hem bireysel hem de kitlesel savunmayı öğrenmek gerekiyor. Yine evet, bu örgütlülükle güç gösterisi yapmak ve karşı tarafın gözünü korkutmak da önemli bir savunma şeklidir. Ancak bu, kısa vadede çözümdür ve nihai amaç haline getirilmemelidir.


"Gerçek İslam bu!"
Son olarak değinmek istediğim bir nokta da, yine dün akşamdan beri sosyal medyada "Gerçek İslam bu", "Müslümanlara yaşama hakkı vermek hata" gibi cümlelerle doğrudan İslam'ı hedef alan ifadeler. Şu "Gerçek İslam" konusunda ayrıca bir yazı yazmayı düşünüyordum Ramazan'ın başlangıcında, belki önümüzdeki günlerde kaleme alırım o yazıyı. "Gerçek İslam"ın bu olup olmadığı, tarihsel süreçte değerlendirilmesi gereken bir konu. Günümüz için de gayet tartışmalı bir iddia. Yine özellikle Ekşi Sözlük'te, namazında niyazında, orucunu tutan birçok Müslümanın bu saldırıya tepki verdiğini görmek mümkün. O yazıları yazanlar da kendilerini Müslüman olarak tanımlıyor, bu saldırıyı yapan güruh da. İslam'ı ve Müslümanların tamamını hedef alarak kullanılan ifadeler, "Orada olsaydım bu saldırganları döverdim" diyen Müslümanları uzaklaştırmaktan başka hiçbir işe yaramıyor. İki grup düşünün; birinde tasvip etmeseniz de sizle aynı inanca mensup insanlar var, diğerinde doğrudan size küfreden, sizi tamamen dışlayan, değerlerinize söven insanlar var, hatta sizi yok etmek istediğini söyleyen insanlar. Başka seçeneğiniz kalmasa ve iki grup arasında tercih yapmak kaçınılmaz bir zorunluluk olsa sizin için, hangisini seçerdiniz? Tasvip etmediğiniz grubun yanında hayatta kalacaksınız, diğer grup sizi öldürecek; bu kadar basit düşünün. Dolayısıyla, yanınızda duran, durabilecek insanların değerlerini tümden aşağılayıp hiç suçları olmadığı halde onları rencide ederek yalnız kalırsınız sadece. Bu ülkenin AKP'den önce kutuplaşmasında bu dil çok büyük rol oynadı zaten. Laiklik dediğimiz şey ateizm değil. Sekülerizm ve laisizm farklı kavramlar. RTE'nin sözlerinin aksine bir insan hem laik hem Müslüman olabilir. Radikaller yüzünden laik Müslümanları yanınızdan uzaklaştırmak, akılla, izanla açıklanabilecek bir tavır değildir.

Yaşanan olayın sıcaklığıyla yükselen adrenalin sonrası fevri refleks göstermek anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir durumdur ama sonrasında serinkanlılıktan ve akıldan uzak tavır geliştirmek de, o eleştirilen "Ortadoğulu" tutumudur.


Haber link: http://www.birgun.net/haber-detay/gericiler-firuzaga-da-sopalarla-kafe-basti-116615.html