(Ekşi Sözlük’te 5
Ağustos 2014 tarihinde aynı başlığa yazdığım bir entry. Benzer bir konuda farklı bir
başlıkta yazdığım entry’i desteklemek ve kısaca bilgi vermek amacıyla kaleme
aldığım bu yazı, 94 yerel seçimlerinin küçük bir kesitini yansıtmaktadır. Yazıda
yer alan tüm bilgileri -iki seçim sonucu hariç- hafızamdan yararlanarak yazdım,
herhangi bir araştırmaya girmedim. Entry’i sözlük’ten sildiğim için, o ilk
halini olduğu gibi buraya aktarıyorum. Ancak 94 yerel seçimleri, Ankara
seçimlerini de konuya dahil etmeden analiz edilemez bana göre. Bunun dışında,
seçim sonuçları ve sonrasına dair doğru bir analiz yapabilmek ve bugünü
anlayabilmek için, ta 1923-1950 arasını ve 1950 seçimlerini de incelemek
gerektiğini düşünüyorum. Aşağıda özet olarak paylaştığım yazı, daha sonra
kesinlikle genişletilerek tekrar değerlendirilmeli. Bunu yapana dek, “ham hali”
dediğim orijinal entry’i “hafıza” oluşturması için aktarıyorum buraya)
Nüfusa oranlandığında %10, taş çatlasın %15'lik bir orana
tekabül eden milli görüşçülerin, ülkenin bütün hâkimiyetini ele geçirmelerine
neden olan kırılma noktası.
Dönemin Refah Partisi’nin genel başkanı Necmettin Erbakan’ın, "Kadayıfın altı kızardı", "Milli görüş iktidara gelecek ama bakalım kanlı mı olacak kansız mı" gibi sözleri Türk siyasi tarihine geçti bu dönemde.
İstanbul’da SHP’li Nurettin Sözen dönemiydi. İSKİ’nin başında Ergun Göknel bulunuyordu. Bir yolsuzluk dosyası patlamıştı. (bkz: İSKİ skandalı)
Uzan’lara ait Star TV’de Ahmet Altan ve Neşe Düzel, "Kırmızı Koltuk" adlı bir tartışma programı sunuyordu. Programa, Sözen konuk olmuş ama daha sonra sunucuların üstlendiği tetikçilik görevine tepki göstererek sunucularla kavga etmişti. Sözen, programa daha fazla devam edemeyeceğini söyledi ve bu program o tarihte yayınlanmadı. Star TV (o zamanki adı Star1 idi), bu programı seçime az bir zaman kala sebepsizce yayınlamaya başladı. Nurettin Sözen’i hedef tahtasına koyan kanal, birkaç gün üst üste Sözen’in o sinirli görüntülerini verdi.
SHP, yerel seçime bu şartlar altında giriyordu.
Dönemin Refah Partisi’nin genel başkanı Necmettin Erbakan’ın, "Kadayıfın altı kızardı", "Milli görüş iktidara gelecek ama bakalım kanlı mı olacak kansız mı" gibi sözleri Türk siyasi tarihine geçti bu dönemde.
İstanbul’da SHP’li Nurettin Sözen dönemiydi. İSKİ’nin başında Ergun Göknel bulunuyordu. Bir yolsuzluk dosyası patlamıştı. (bkz: İSKİ skandalı)
Uzan’lara ait Star TV’de Ahmet Altan ve Neşe Düzel, "Kırmızı Koltuk" adlı bir tartışma programı sunuyordu. Programa, Sözen konuk olmuş ama daha sonra sunucuların üstlendiği tetikçilik görevine tepki göstererek sunucularla kavga etmişti. Sözen, programa daha fazla devam edemeyeceğini söyledi ve bu program o tarihte yayınlanmadı. Star TV (o zamanki adı Star1 idi), bu programı seçime az bir zaman kala sebepsizce yayınlamaya başladı. Nurettin Sözen’i hedef tahtasına koyan kanal, birkaç gün üst üste Sözen’in o sinirli görüntülerini verdi.
SHP, yerel seçime bu şartlar altında giriyordu.
Başkanlık yarışının, ANAP’ın adayı İlhan Kesici ile
SHP’nin adayı Zülfü Livaneli arasında
geçeceği düşünülüyordu. Tüm tartışma programlarında bu iki aday vardı. Refah Partisi ya da diğer tanımla milli
görüşçüler, o yıllarda pek de ciddiye alınmıyorlardı oran olarak.
İstanbul medyası, seçime 1-2 ay kala inanılmaz bir biçimde Livaneli’ye saldırmaya başladı. Hatta Livaneli’nin o yıllarda köşe yazdığı Sabah gazetesi de dâhil. Saldırı için kullanılan malzemelerin bir kısmı gerçekten komik, bir kısmıysa gerçekten ahlâksızcaydı. Kaynağının nereden çıktığı belli olmayan bir şekilde "Livaneli, Türk bayrağı yakmış" iddiası düştü gündeme. Livaneli’ye, "Bayrak yakmadığını ispatla" çağrıları yapıldı. Hiç kimse, iddianın ispatını sormuyordu. Livaneli, bayrak yakmadığını ispatladı! (İspat şöyle oldu: Livaneli, hani şu bizim iş başvuruları vs için aldığımız sicil kağıdı gibi bir belge için adliyeye gitti. Kendisine "Sicilinde bayrak yaktığına dair bir bilgi bulunmamaktadır" gibisinden bir kâğıt verildi. Tabii bu "aklanma" medyada görmezden gelindi). Livaneli’ye dair bir diğer iddia ise Türk askerine it dediği yolundaydı. Dayanak olarak ise Şarkışla türküsünde geçen "Uzatmalı itin biri Yusuf’u gafletle vurmuş" sözleri gösterildi.
Livaneli’ye yapılan saldırılar, daha sonra "şok belge"lerle devam etti. Her gün gazetelerde "şok belge 1", "şok belge 2" şeklinde yayınlar yer aldı. Livaneli, Aktüel adlı dergide "Barbarları Beklerken" adlı köşede anılarını yazıyordu uzun zamandır. O yıllarda Aktüel dergisini her hafta satın alma sebebim olan bu anılardı işte o "şok belge" olarak yayınlananlar.
Yanlış anımsamıyorsam Show TV’de, adayları tek tek konuk eden bir kadın vardı. Aday koltukta oturur, hanım kızımız başında dikilir ve sorular sorardı. Livaneli’yi sıkıştırmaya çalıştıkları bir konu da; "Hmm.. Sizin de bir gözünüz tam görmüyormuş galibaaa" şeklinde olmuştu.
Livaneli’ye tüm bunlar yapılırken, İlhan Kesici parlatılmaya çalışılıyordu aynı medyada. Sabah’ın yazarı Hıncal Uluç’un deli gibi Bedrettin Dalan propagandası yaptığını hatırlıyorum sadece. Uluç, Livaneli’ye açıktan saldırmak yerine tatlı tatlı "geçirme" yolunu seçmişti.
Seçimlere tam da böyle bir tabloyla girdi İstanbul. Açılan ilk sandıklarda Kesici ve Livaneli çekişiyordu. Ancak gece yarısını epey geçe, ilk şok dalgası geldi: Refah’ın adayı Recep Tayyip Erdoğan öne geçmişti!
Seçim sonucu açıklandığında, tüm merkez sağ ve merkez sol allak bullak olmuştu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Show TV muhabirinin sokak röportajlarını hatırlıyorum. İstanbul’da büyük çoğunluğun yüzü asıktı. Kendisine bir mikrofon uzatılan taksicinin söylediği cümle ise, Türk halkının hırsıza ve hırsızlığa bakışını açık olarak ortaya koyuyordu: “Yesinler ablacım, bunlar da yesinler. Yesinler ama hizmet yapsınlar." İlk şok atlatıldıktan sonra, işi mizaha vurdu insanlar. Telefonlar "selamün aleyküm" diyerek açılıyor, konuşmalara dini motifler ekleniyor ve gülünüyordu.
Sözümona aydınlar, televizyonlarda seçim sonuçlarını değerlendiriyordu. Onlara göre Erdoğan’ın kazanmasının en önemli nedeni İSKİ skandalı ve hırsızlık idi. Bu teorinin gerçek olmadığı, zaman içinde kanıtlandı bana göre. Zira yığınla SHP’li belediyenin yalnızca bir tanesinin tek bir bölümünde ortaya çıkmış yolsuzluk nedeniyle SHP’yi hırsızlıkla suçlayan halk, bugün en tepedekinden en alttakine kadar hırsızlığı ayyuka çıkmış bir partiye, hakkında yığınla yolsuzluk dosyası bulunan bir başbakana ısrarla oy verebiliyor.
İstanbul medyası, seçime 1-2 ay kala inanılmaz bir biçimde Livaneli’ye saldırmaya başladı. Hatta Livaneli’nin o yıllarda köşe yazdığı Sabah gazetesi de dâhil. Saldırı için kullanılan malzemelerin bir kısmı gerçekten komik, bir kısmıysa gerçekten ahlâksızcaydı. Kaynağının nereden çıktığı belli olmayan bir şekilde "Livaneli, Türk bayrağı yakmış" iddiası düştü gündeme. Livaneli’ye, "Bayrak yakmadığını ispatla" çağrıları yapıldı. Hiç kimse, iddianın ispatını sormuyordu. Livaneli, bayrak yakmadığını ispatladı! (İspat şöyle oldu: Livaneli, hani şu bizim iş başvuruları vs için aldığımız sicil kağıdı gibi bir belge için adliyeye gitti. Kendisine "Sicilinde bayrak yaktığına dair bir bilgi bulunmamaktadır" gibisinden bir kâğıt verildi. Tabii bu "aklanma" medyada görmezden gelindi). Livaneli’ye dair bir diğer iddia ise Türk askerine it dediği yolundaydı. Dayanak olarak ise Şarkışla türküsünde geçen "Uzatmalı itin biri Yusuf’u gafletle vurmuş" sözleri gösterildi.
Livaneli’ye yapılan saldırılar, daha sonra "şok belge"lerle devam etti. Her gün gazetelerde "şok belge 1", "şok belge 2" şeklinde yayınlar yer aldı. Livaneli, Aktüel adlı dergide "Barbarları Beklerken" adlı köşede anılarını yazıyordu uzun zamandır. O yıllarda Aktüel dergisini her hafta satın alma sebebim olan bu anılardı işte o "şok belge" olarak yayınlananlar.
Yanlış anımsamıyorsam Show TV’de, adayları tek tek konuk eden bir kadın vardı. Aday koltukta oturur, hanım kızımız başında dikilir ve sorular sorardı. Livaneli’yi sıkıştırmaya çalıştıkları bir konu da; "Hmm.. Sizin de bir gözünüz tam görmüyormuş galibaaa" şeklinde olmuştu.
Livaneli’ye tüm bunlar yapılırken, İlhan Kesici parlatılmaya çalışılıyordu aynı medyada. Sabah’ın yazarı Hıncal Uluç’un deli gibi Bedrettin Dalan propagandası yaptığını hatırlıyorum sadece. Uluç, Livaneli’ye açıktan saldırmak yerine tatlı tatlı "geçirme" yolunu seçmişti.
Seçimlere tam da böyle bir tabloyla girdi İstanbul. Açılan ilk sandıklarda Kesici ve Livaneli çekişiyordu. Ancak gece yarısını epey geçe, ilk şok dalgası geldi: Refah’ın adayı Recep Tayyip Erdoğan öne geçmişti!
Seçim sonucu açıklandığında, tüm merkez sağ ve merkez sol allak bullak olmuştu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Show TV muhabirinin sokak röportajlarını hatırlıyorum. İstanbul’da büyük çoğunluğun yüzü asıktı. Kendisine bir mikrofon uzatılan taksicinin söylediği cümle ise, Türk halkının hırsıza ve hırsızlığa bakışını açık olarak ortaya koyuyordu: “Yesinler ablacım, bunlar da yesinler. Yesinler ama hizmet yapsınlar." İlk şok atlatıldıktan sonra, işi mizaha vurdu insanlar. Telefonlar "selamün aleyküm" diyerek açılıyor, konuşmalara dini motifler ekleniyor ve gülünüyordu.
Sözümona aydınlar, televizyonlarda seçim sonuçlarını değerlendiriyordu. Onlara göre Erdoğan’ın kazanmasının en önemli nedeni İSKİ skandalı ve hırsızlık idi. Bu teorinin gerçek olmadığı, zaman içinde kanıtlandı bana göre. Zira yığınla SHP’li belediyenin yalnızca bir tanesinin tek bir bölümünde ortaya çıkmış yolsuzluk nedeniyle SHP’yi hırsızlıkla suçlayan halk, bugün en tepedekinden en alttakine kadar hırsızlığı ayyuka çıkmış bir partiye, hakkında yığınla yolsuzluk dosyası bulunan bir başbakana ısrarla oy verebiliyor.
Aynı aydınlarımızın bir diğer ezberi, "Bunlar tepki oyları" idi. Herkes bunu söylüyordu ama
neye tepki olduğunu ortaya koyan bir kişi bile çıkmadı. Aynı parti, bir sonraki
seçimde oy oranını arttırınca, yine bu aydınlar "Alabilecekleri maksimum oyu aldılar. En güçlü halleri bu kadar. Abartılacak
bir şey yok" şarkısını söylemeye başladı. Aziz Nesin’in çok yıllar öncesinde yazdığı Ah
Biz Eşekler hikâyesi, tam da bu aydınları anlatıyordu. (bkz:ah biz eşekler/#8135352)
Elbette çöplerden çıkan yanmış oy pusulaları... Günlerce yayın yapıldı televizyonlardan. Seçimlerde bariz hile yapıldığı belliydi. Vahim olan ise, Müslüman geçinen İslamcıların hile yapması değil, bunu ilk olarak 1994 yılında açıkça gören başta sosyal demokratlar olmak üzere diğer muhalefet partilerinin, sonraki seçimlerin hiçbirinde buna önlem almak için kıllarını kıpırdatmamasıydı. Aslan sosyal demokratlar, her seçim sonrası "Ama hile yapıldııııı" şeklinde ağlamaktan başka hiçbir şey yapmadı 20 yıl boyunca.
Gerçek oranları %15'i geçemeyecek bir zihniyetin koca İstanbul ve Ankara’yı ele geçirmesini bir sonraki seçimde çok rahatlıkla engellemek mümkünken, önlem almak yerine sadece izlemekten başka bir şey yapılmadığı için "kırılma noktası" olarak değerlendiriliyor bu seçimler. Yoksa daha 1999'da kurtulmak mümkündü bunlardan.
Seçim sonuçları doğru olarak okunamadı. Aydın diye lanse edilen şarlatanlar, seçim sonrası yaptıkları yorumlarla halkı yanlış yönlendirdi. Özellikle genel iktidarı alan merkez sağ partilerin politikaları, milli görüşçüleri iyice güçlendirdi.
Yalnız burada altının çizilmesi ve es geçilmemesi gereken önemli bir detay var. Yazının en başında, milli görüşçülerin oy oranı bazında ciddiye alınmadığından bahsetmiştim. Bunun nedeni, milli görüşçülerin oy oranının genelde %5'ler seviyesinde dolaşması idi. Peki oy oranları bu kadar düşük olan milli görüş kitlesi, nasıl olmuştu da oylarını birden bire bu kadar arttırabilmişti?
1980 darbesinin ardından kapatılan siyasi partiler arasında, Necmettin Erbakan’ın Milli Selamet Partisi (MSP) de bulunuyordu. Son olarak 1977'de koalisyon ortağı olan MSP'nin oyu %8,5 civarındaydı. Darbeyle beraber Erbakan’a da diğer liderler gibi siyaset yasağı getirilmişti. 1983 yılında yapılan genel seçimle iktidara gelen Turgut Özal, oyların %45'ini almıştı. Kendisi de bir Nakşibendi olan Özal, dinci kadroları da yanına alarak hareket etmişti. Hatta "Takunyalıları meclise doldurdu" ithamları yer alıyordu gazetelerde.
Özal’ın başbakanlığı 1989 yılına kadar sürdü. Bu 6 yıllık sürede tüm dini cemaatler ANAP’a destek veriyordu. 1989'da cumhurbaşkanı olan Özal, başbakanlık koltuğunu Yıldırım Akbulut'a bıraktı. ANAP’ın 1991'de gerçekleştirdiği büyük kongreyi kazanan Mesut Yılmaz, genel başkan olunca ilk olarak dini yapılarla yollarını ayırdı. Bu, milli görüşçülerin ANAP’tan uzaklaşmasına neden oldu. Aynı yıl Necmettin Erbakan’ın da siyasi yasağının kalkması, 91'de yapılan genel seçimlerde Refah Partisi’nin %16 oy almasıyla sonuçlandı. 1993 yılında Özal’ın vefat etmesiyle de, dini yapılar tamamen ANAP’tan ayrılarak Erbakan’ın yanında yer aldı. Bir yıl sonra da yerel seçimler yapıldı zaten.
Şurası da bir gerçek ki, 1991-1994 arasında müthiş bir çalışma içindeydi milli görüşçüler. Özellikle Milli Gençlik Vakfı şubeleriyle gençleri "bedava çay, bedava ping pong" gibi araçlarla bünyelerine çekti (Bu konunun kimi detayları var tabii ama oraya girmiyorum). Gençler ve kadınlar, kapı kapı dolaşarak müthiş bir örgütlenme sağladı.
Elbette çöplerden çıkan yanmış oy pusulaları... Günlerce yayın yapıldı televizyonlardan. Seçimlerde bariz hile yapıldığı belliydi. Vahim olan ise, Müslüman geçinen İslamcıların hile yapması değil, bunu ilk olarak 1994 yılında açıkça gören başta sosyal demokratlar olmak üzere diğer muhalefet partilerinin, sonraki seçimlerin hiçbirinde buna önlem almak için kıllarını kıpırdatmamasıydı. Aslan sosyal demokratlar, her seçim sonrası "Ama hile yapıldııııı" şeklinde ağlamaktan başka hiçbir şey yapmadı 20 yıl boyunca.
Gerçek oranları %15'i geçemeyecek bir zihniyetin koca İstanbul ve Ankara’yı ele geçirmesini bir sonraki seçimde çok rahatlıkla engellemek mümkünken, önlem almak yerine sadece izlemekten başka bir şey yapılmadığı için "kırılma noktası" olarak değerlendiriliyor bu seçimler. Yoksa daha 1999'da kurtulmak mümkündü bunlardan.
Seçim sonuçları doğru olarak okunamadı. Aydın diye lanse edilen şarlatanlar, seçim sonrası yaptıkları yorumlarla halkı yanlış yönlendirdi. Özellikle genel iktidarı alan merkez sağ partilerin politikaları, milli görüşçüleri iyice güçlendirdi.
Yalnız burada altının çizilmesi ve es geçilmemesi gereken önemli bir detay var. Yazının en başında, milli görüşçülerin oy oranı bazında ciddiye alınmadığından bahsetmiştim. Bunun nedeni, milli görüşçülerin oy oranının genelde %5'ler seviyesinde dolaşması idi. Peki oy oranları bu kadar düşük olan milli görüş kitlesi, nasıl olmuştu da oylarını birden bire bu kadar arttırabilmişti?
1980 darbesinin ardından kapatılan siyasi partiler arasında, Necmettin Erbakan’ın Milli Selamet Partisi (MSP) de bulunuyordu. Son olarak 1977'de koalisyon ortağı olan MSP'nin oyu %8,5 civarındaydı. Darbeyle beraber Erbakan’a da diğer liderler gibi siyaset yasağı getirilmişti. 1983 yılında yapılan genel seçimle iktidara gelen Turgut Özal, oyların %45'ini almıştı. Kendisi de bir Nakşibendi olan Özal, dinci kadroları da yanına alarak hareket etmişti. Hatta "Takunyalıları meclise doldurdu" ithamları yer alıyordu gazetelerde.
Özal’ın başbakanlığı 1989 yılına kadar sürdü. Bu 6 yıllık sürede tüm dini cemaatler ANAP’a destek veriyordu. 1989'da cumhurbaşkanı olan Özal, başbakanlık koltuğunu Yıldırım Akbulut'a bıraktı. ANAP’ın 1991'de gerçekleştirdiği büyük kongreyi kazanan Mesut Yılmaz, genel başkan olunca ilk olarak dini yapılarla yollarını ayırdı. Bu, milli görüşçülerin ANAP’tan uzaklaşmasına neden oldu. Aynı yıl Necmettin Erbakan’ın da siyasi yasağının kalkması, 91'de yapılan genel seçimlerde Refah Partisi’nin %16 oy almasıyla sonuçlandı. 1993 yılında Özal’ın vefat etmesiyle de, dini yapılar tamamen ANAP’tan ayrılarak Erbakan’ın yanında yer aldı. Bir yıl sonra da yerel seçimler yapıldı zaten.
Şurası da bir gerçek ki, 1991-1994 arasında müthiş bir çalışma içindeydi milli görüşçüler. Özellikle Milli Gençlik Vakfı şubeleriyle gençleri "bedava çay, bedava ping pong" gibi araçlarla bünyelerine çekti (Bu konunun kimi detayları var tabii ama oraya girmiyorum). Gençler ve kadınlar, kapı kapı dolaşarak müthiş bir örgütlenme sağladı.
Tüm bu tablonun acı sonucunu ise hep beraber yaşıyoruz şimdi.