ANA SAYFA

11 Mart 2015 Çarşamba

Yine Bir Gün Kokoreççiyim

Çok yakın bir akrabamın kokoreç tezgahı var sahilde. Seyyar araba değil; sabit, büyük bir tezgahı olan ve 6 masası bulunan bir açık hava mekanı. Zaman zaman uğrarım oraya; bazen sırf kokoreç yemek için, bazense ayaküstü laflamak için. Geçen hafta sonu kokoreç yemeğe gittim. Hafta sonu nedeniyle öyle bir yoğunluk vardı ki, müşterilere yetişemiyorlardı. Öz abim gibi de sevdiğim biri olunca, yardım edeyim dedim. Müşterilerin kalktığı masaları temizledim, siparişleri masaya götürdüm falan filan işte.

Geçen akşam abim aradı. Kendisinin acil bir işi çıkmış, ortağı da yokmuş orada ve yardım gerekiyormuş. Gelip gelemeyeceğimi sordu. Aslında üzerinde çalıştığım bir iş ve o işe bağlı beklediğim bir telefon vardı. Üstelik benim için gerçekten önemli ve dönüm noktası olabilecek bir iş ve yeni tanıştığım önemli birinden beklediğim telefon… Saat 23.00’den sonra arayabileceğini söylemişti. Öte yandan abimi de severim, çocukluğumdan beri beni koruyup kollamış yakın akrabam. Durum da acil olduğu için hemen hazırlanıp gittim tezgaha.


- Keysi hoş geldin. Benim acilen bir yere gitmem lazım. Sen kasaya baksan yeter.


Kasa dediği de, sandalyeye oturup baktığınız bir yazar kasa değil. Cebinden çıkardığı bir tomar para ve elime tutuşturduğu bir fiş koçanına kasa diyoruz. Parayı alıp cebime, fişi de tezgahın üstüne koydum. Abim gitti.

Kokoreç doğrayan bir usta, servise bakan bir eleman ve bir mobil kasa benden ibaret üç kişilik bir ekibiz. Başlangıçta fazlaca yoğunluk olmadığı için sıkıntı yoktu. Sonra birden bastırdı müşteri. Servise bakan arkadaş tek başına yetişemeyince ben de sipariş alıp servis yapmaya başladım. Üstümde açık renk bir keten pantolon, marka olduğu anlaşılan ve kolları katlanmış bir gömlek var. Bakımlı bir pis sakal, jöleli saçlar ve çerçevesiz gözlük... Çok benziyorum yani kokoreççiye! Masaya gidip "ben sivil polisim. Çıkarın lan kimlikleri" desem, kokoreççi olduğumdan daha inandırıcı olabilirim. Üç kız bir erkeğin oturduğu masadan sipariş alınacak. Elimde fiş, gittim masaya;


- Hoş geldiniz efendim. ne arzu ederdiniz?


Benimki de soru işte. Kokoreççi lan burası, etse etse ne arzu edebilir? Havaya girip "seni arzulamıştım" dese, olay zaten bambaşka bir boyuta geçecek.

Bu arada sesim de hiç öyle ince değildir. Tok bir sesten kararlı bir tınıyla gelen soruyla beraber masadakilerin kafası bir anda bana döndü, baştan aşağıya süzdüler beni. Adam, o görüntü ve o ses tonu karşısında birden ciddileşti. Basit bir kokoreççiye değil de, beş yıldızlı bir Fransız restoranının garsonuna sipariş veriyor sandı kendini.


- Mönüyü alabilir miyim?

+ Mönümüz henüz hazırlanmadı efendim.

- Anlıyorum. Ne alabiliriz peki?


Olay artık yarım ekmek kokoreç siparişi vermekten çıktı, kokoreç tezgahının alım ihalesine döndü.


- Kokoreç tavsiye edebilirim efendim.

+ Hmm… O halde bize dört adet yarım ekmek arası kokoreç verin.

- Baaşüstüne efendim.


Baaşüstüne efendim ney lan? Herifi nasıl havaya soktuysam, ben masadan uzaklaşırken arkamdan seslendi:


- Gelirken dört tane de ayran getir Sebastian!


Siparişleri iletmek için tezgaha gittim. Hüseyin abi tip tip suratıma bakıyor.


- Abi nabüyüsün sen?

+ N’apıyorum Hüseyin abi?

- Kokoreççi burası abicim, Hilton diil. Gidicen herife, “ne veriim abime” diicen, o sana siparişi söyliicek, “hemmmen geliyor abicim” diicen, oldu bitti.

+ Abi ben, hani müşteri memnuniyeti falan…

- E öyle seksi seksi konuşarak yatırıp sikseydin bari adamı? Hepten memnun olurdu?

+ Yok abi, estağfurullah...

- Neyse abicim. Neyi var şimdi onların?


Hüseyin abi aldı siparişi, elinde bıçaklarla takkada tukkada başladı kesmeye. Gözüm sürekli telefonda ve saatte. Beklediğim telefon için zaman var henüz. 23.00’den sonra arayacaktı.

Müşterinin biri gidiyor biri geliyor. Bir yandan siparişleri vermeye çalışıyorum, bir yandan hesap alıyorum, bir yandan ne alındı ne verildi tek tek yazıp kasa tutuyorum. Hüseyin abi seslendi;

- Benim arkada biraz malzeme yapmam lazım. Sen şu tezgaha geçsene.

+ Abi ben ne anlarım tezgahtan?

- Yav anlaşılmiicak bi’şey yok. Domotez doğrar gibi dilimliicen işte. Gel gösteriim.

+ Abi yok, valla beceremem.

- Yav bi gel beyaaa.


Haydaaaa… Yapacak bir şey yok, mecburen geçtim tezgahın başına. Hüseyin abi nasıl yapacağımı gösterdi. Çekmeceden bir bandana çıkarıp verdi, önlük taktı, eldivenleri de geçirdim elime, başladım kokoreç kesmeye. 


- Saat kaç?

+ On bire beş var.

- Hasssssiktir amına koyiiiimmmmm.

+ N’oldu abi?

- Hiç… Yok bir şey…


O telefon ben bu tezgahtayken gelirse sıçtık. O vaziyette zaten telefonu cebimden çıkarıp açmam pek mümkün değil de, açsam daha beter olacak. Gayet entelektüel geçmesi gereken bir görüşme var ve ben kokoreç tezgahındayım! Şansımın içine edeyim yaaa…

Kafamda bin bir düşünceyle kokoreç kesiyorum. Bir ara yorulup durdum, kafamı kaldırdım….. Hassiktir, hasssssiiikkttttttiiiirrrr, haaaaaasssssiiikktttiiiiiiiiiiirrrrrrrrrrrr…… Ebru geliyor! Şimdi sıçtım, şimdi sıçtım, hem de çok fena sıçtım! 15 gündür bu kızı tavlamak için uğraşıyorum. Kız beni gazeteci olarak biliyor. Allahım, n’apıcam ben şimdi? Tezgahı bırakıp uzaklaşamam, kokoreçler yanar yoksa. Zaten sipariş bekleyen müşteriler var. 


- Şşttt Ercan… Lan ercan… Ercaaaaaaaannnnnn!

+ Efendim abi?

- Çabuk gel.

+ N’oldu abi hayırdır?

- Soluma geç lan, çabuk.

+ Niye abi?

- Soru sorma Ercan, soluma geç!


Ebru yaklaşıyor. Kestiğim kokoreçleri kenara ayırıyorum, ızgaradaki diğer parçayı alıp kesiyorum, kalanları da kontrol ediyorum yanmamaları için. Başım eğik, gözlerimi kaldırıp Ebru’yu kesiyorum, giderek yaklaşıyor.

Derken telefonum çaldı! Kesin o arıyor! Bütün gün beklediğim telefon bu.


- Ercan, sağ arka cebimde telefon var. Şunu çıkarıp kulağıma tut.

+ Tamam abi.

- Laaaannn sağıma geçme hayvan herif! Solumda kalıp elini uzat.


Elini cebime sokmaya çalışıyor. Ebru beni görmesin diye Ercan’ı solumda tutup yüzümü saklayacak biçimde cephe alıyorum. Keten pantolonun cebi zaten dar. Çocuk da o koşullarda telefonu çıkarmakta zorlanıyor haliyle. Beklediğim telefon olabilir düşüncesiyle acele ediyorum bakmak için.


- Abi çıkmıyor.

+ Çeksene abicim şunu.


Ben panikleyip acele ettirdikçe, çocuğun da eli ayağı birbirine dolandı, iyice beceriksizleşti. Rahatça çıkarabilsin diye hafifçe öne eğildim, o elini cebime daldırdı…

- Keysi?




Durdum. Durduk. Her şey durdu. Hayatın puase tuşuna basılmıştı sanki.


- Keysi?


Yavaşça çevirdim kafamı. Kokoreç tezgahının başındayım, üzerimde önlük, başımda bandana, eldivenli iki elimde iki adet büyük kokoreç bıçağı, arkamda götümü kurcalayan genç bir çocuk, faltaşı gibi açılmış gözlerle bana bakan bir Ebru… Ben öyle dona kalınca, Ercan’ın eli de götümde sabit kaldı, benle beraber dondu çocuk. Yani ben öyle olduğunu umuyorum. Belki de fırsattan istifade fantezi yapıyordu it oğlu it. Sonunda çıkardı Ercan telefonu. Hasssikktttiiiirrr, o arıyor!


- Ebru bi saniye, şu telefona bakmam lazım.


Ercan telefonu kulağıma dayadı.


- Alo?

+ Keysi selam.

- Selam Nilgün.

+ Yolladığın maili aldım, yazılarını okuyorum şimdi.

- Usta, bi yarım kokoreç çeksene.

+ İki dakka bekle abicim, geliyor.

- Efendim?

+ Yok, sana demedim Nilgün.

- Mailini diyordum, bir kısmını okudum.

+ Nasıl buldun?

- Fena değil. Haftaya Bursa’ya gitme durumum var. Orada yönetmenle ayrıca değerlendireceğiz.

+ Kokorice geeeeeeeelllllll…

- Keysi, o ses ne?

+ Hiçbir şey Nilgün… Ercan, gırtlağını sikiim senin, baarma lan pezemenk!

- Anlamadım?

+ Bi’şey yok, bi’şey yok.

- Sen nerdesin şimdi? N’apıyorsun?

+ Kokoriç kokoriç kokoriiiiiiiiiiiiçççççç….


Ağlamaklı yüzümden çaresizlik akıyordu artık. Nilgün telefonda iş için konuşmaya çalışıyor, Ebru az ötemde hâlâ aynı şaşkın yüz ifadesiyle beni izliyor.


- Nilgün, ben seni sonra arasam olur mu?

+ Ama bu gece halletmemiz lazımdı bu işi?

- Nilgün, bu gece beni hallediyorlar zaten, sen sıkma canını.

+ Anlamadım?

- Nilgün…

+ Tamam Keysi, bay bay…


Ercan telefonu kulağımdan indirdi, gözlerimi sıkıca kapatıp başımı gökyüzüne doğru kaldırdım, gözlerimi açtım, kafamı çevirip Ebru’ya baktım… Laaan, kokoreçler yanıyor! Hızla aldım ızgaradaki kokoreçleri, tezgaha koydum. Ebru’ya döndüm.


- Keysi n’apıyorsun burada?

+ Iııı… şeyyy… Ben…. Yaa ben buraya aslında bir röportaj için gelmiştim.

- Röportaj?

+ Hı hı, röportaj yapıyorum.

- Kokoreçlerle mi?

+ Evet… Yani şey, hayır… Bi yazı dizisi hazırlayacağım da, kokoreççinin psikolojisini anlamaya çalışıyorum.

- Kokoreççi psikolojisi?

+ Usta… Bizim yarım vardı, n’oldu?

- Geliyor abi, geliyor… Bi dakka Ebru, şu ekmeği vermem lazım.


Durumu lehime çevirebilir miyim diye düşünüyorum. Hani kadınlar güzel yemek yapan erkeklerden hoşlanır ya, belki hünerli görünürsem etkileyebilirim. Fakat şöyle bir sorun var ki, mutfakta hiç iyi değilim. Normalde yavaş yavaş kesiyorum kokoreci ama kızın gözü önünde o kadar beceriksiz bir vaziyette kesmek istemedim. Derin nefes alıp kokorece baktım. Ebru da beni izlediği için iyice heyecan yaptım, ellerim titriyor. İlk hamlede kokoreci ıskaladım. O sinirle ikinci hamleyi daha sert yaptım. Kesilen parça uçtu, tezgahtan dışarı fırladı.


- Keysi ben gideyim en iyisi. Hem senin de işin var…

+ Ebru, tam öyle değil aslında.

- Hadi size kolay gelsin, hayırlı işler…


Gece eve nasıl geldim, duşa nasıl girdim, kendimi nasıl attım yatağa bilmiyorum. Nilgün aramadı bir daha, hayatımın belki de en önemli imkanını kaçırmıştım. Ebru’nun sağda solda “Gazeteciyim diye bizi kandırıyormuş. Bildiğin kokoreççi adam” dediği geldi kulağıma. Bir de tam bir yeteneksiz kabzımalın önde gideniymişim.

İki gündür çıkmadığım evimde oturmuş içiyorken telefonum çaldı. Abim arıyor.


- Keysi, bu akşam bir işin var mı?

+ Var abi var. Muhitteki cümle kokoreççiye sabaha kadar verecem bu akşam!


(2014 sonbaharında bir arkadaş için yazıp ilk olarak Ekşi Sözlük'te yayınladığım bir yazı)


1 Mart 2015 Pazar

Pazar söylenmeleri (Cehaletin İktidarı)

Ulan bir insan pazar gününü nasıl geçirmeli? Daha yazının başında "ulan" diye başladığıma göre, böyle geçirmemeli belli ki. Eskiden pazar günleri, kutsal bir tören havasında yaşanırdı. Sabah kalkılır, bütün aile efradı pazar kahvaltısı masasında bir araya gelir, o masada illa ki sucuklu yumurta olur, sonra TRT'nin yegâne kanal olduğu televizyon karşısında toplanılır, hep birlikte Walt Disney filmi izlenirdi pazar sineması menüsünde. Elbette hâlâ böyle mutlu pazarlar yaşanıyor ve fakat çok uzun zamandır mutlu olunası bir ülkede yaşamıyoruz. İnsanların yüzü beş karış asık, sürekli düşünceli bir ifade, sokağa çıkası gelmiyor insanın. Zaten çıksan ne olacak? Irzına geçilmiş bir İstanbul'un her gün talan edilen sokaklarında, giderek artan bir görgüsüzlükle salınan bunca insanın arasında dolaşmanın nesi keyifli? Hayır efendim, hiiç öyle elitist bir küstahlık içinde değilim. Bir metropolde doğmuş, toplu yaşama kurallarını bilen, şehirde yaşamanın kurallarına riayet etmeye özen gösteren herhangi bir bireyim sadece. 

Sabah çok da keyifsiz kalkmadım esasen. Tam olarak sabah mı öğle mi karar verilemeyen bir saatinde uyandım günün. "Güne başladım" diyecek bir durumum yok; gün beni iplemeden çoktan başlamış, ben onu yakalamaya çalışıyorum. Pencerenin hemen kenarındaki yatakta doğrularak perde çekilecek, birkaç dakika sersem sersem dışarı bakıldıktan sonra kahveye arkadaş bir sigara yakılacak, laptop açılacak ve bok var gibi günün haberlerine göz atılacak, sözlük, Twitter şöyle bir okunacak... Daha önceleri hıyar gibi yataktan kalkıp mutfağa giderek, kettle'da suyun ısınmasını bekleyerek, kahveyi hazırladıktan sonra tekrar aynı yatağa dönüp beş dakika önceki pozisyonuma geçiyordum. Epey uzun bir süre sonra bu gerzeklikten vazgeçip yeni bir kettle daha aldım, yatağın yanına bir sehpa iliştirdim, sehpanın hemen altına 7'li grup priz koydum, kettle, fincan, kahve, şeker, çay kaşığı ve bir sürahi suyu hazır bulundurmaya başladım. Yataktan kalkmadan basıyorum kettle'nin düğmesine, iki dakika sonra kahve hazır. Pencerenin altındaki kalorifer peteği de diğer yanımda sehpa görevi görüyor. Laptop zaten uzanma mesafemde. Yataktan kalkmama gerek kalmıyor artık. 


Bastım kettle'nin düğmesine, kahveyi yaptım. Pipo tütünü kalmamış, sigara içilecek. Laptop'u açtım, rutin gezinmelerimi yapıyorum. Fena değildi yani, hatta gayet yerindeydi keyfim ilk saatlerde. Sonra kahvaltı faslı işte falan derken, deniz kenarına inmek üzere çıktım evden.  


Pazar günü gülümseyerek çıktığın evden sahile nasıl inersin? Sokak köpekleriyle oynayarak, varsa o gün yemeklerini vererek, mahalle esnafıyla selamlaşarak, borçlu olduğun büfeciye görünmemek için bir arka sokaktan sıvışarak, dükkânın önündeki çiçekleri sulamak için eğilmiş bijuterici sarışın fıstığın eşofmanla daha bir harika görünen nefis kalçalarına her zamanki gibi iç geçirerek kaçamak bir bakış atıp bir gün sevişme ihtimalini düşünerek, karşı kaldırıma geçmek isteyen teyzenin koluna girip arabaları durdura durdura teyzeyi kaldırıma ulaştırarak ve en nihayetinde denizi görünce durup gözler kapalı bir şekilde derin bir nefes alarak... Bütün bunları veya en azından bir kısmını hiç yapmayıp mal gibi başın önünde bodoslama yürüyerek ineceksen o deniz kıyısına, hiç inmesen de olur. 


Derin bir nefes aldıktan sonra açtım gözlerimi, kafamı hafif sağa çevirdim, denizin üstünde bir greyder! Şaka değil, denizin üstünde kocaman, eşek gibi bir greyder var. Denizi doldurup iyice ırzına geçmeye niyetlendikleri Marmara'yla yeni bir pazar sevişmesi. Sevişme de sayılmaz esasen, bariz tecavüz bu! Çünkü sevişme, iki tarafın da rızasıyla yapılan gayet keyifli bir etkinlik. Karşı taraf rıza gösterse bile zevk almıyorsa aslında o sevişmeden, görev gibi zorunluluktan eşlik ediyorsa sana, rızalı tecavüz olur o bile. Rıza'ya göre hava hoş tabiî, bahşişi de peşin vermiş, takılıyor öyle. Daha ilk dakikada tadım tuzum kaçtı işte. Keyifsiz keyifsiz yürüyorum çay bahçesine doğru. Hava fena değil diye bütün herkes atmış kendini deniz kenarına. Kalabalık. İnsanların arasından yürümeye çalışıyorum. Düz yolda yürümeyi becerememek için nasıl bir yetenek geliştirmiş olabilir bir insan, her defasında hayretle izliyorum. Fatih, Konstantinopolis'i alıp ortasına cami dikti diye bu kadar hoyrat davranmak gerekmiyor ki kente. Elindeki çikolata kağıdını çöp kutusundan üç metre uzakta yere atan hayvanlarla bu kez tartışmayıp içimden söyleniyorum. Hangi biriyle başa çıkacaksın bunların? 


"İstanbul'da ne işiniz var? Niye geldiniz köyünüzden buraya?" gibisinden lümpen bir küstahlık değil tavrım. Zira bu soruların muhatabı gelenler değil, devlet! 1960'larda dedem neden kalkıp gelmek zorunda kalmışsa, bunlar da aynı kaygı ve mecburiyetle geliyorlar işte. Yoksa köyünde, kasabasında, vilayetinde geçinebilme imkânı bulsa insanlar, bok mu var rahatlarını bozup tasarı tarağı toplayarak, ata yurdunu, toprağını, bağını bahçesini, evini bırakarak gelsin buraya? Ama madem geldin, gelmiş olduğun yerin geride bıraktığın gibi bir yer olmadığını, şehirde yaşama görgüsü diye bir şey olduğunu, bir takım kurallar içerdiğini de bil bir zahmet. Kural da son derece basit; burada yalnız yaşamadığını, başkalarını rahatsız edecek şekilde kafana göre takılma hakkın olmadığını, senin dışındaki insanların huzurlu yaşamalarına bir parça saygı göstermen gerektiğini bileceksin, hepsi bu. Başlangıç için en azından. 


Böyle kendi kendime düşünerek ilerlerken, önünden geçmekte olduğum büfenin camında kendimi gördüm. Yıllar içinde yüzümün aldığı meymenetsiz hâle bak. Oysa eskiden hiç böyle değildim ben. Daha güleç, temiz yüzlü, mütebessim bir adamdım. Gülümseyecek bir şey yok ki memlekette. Giderek artan bir cehalet, bu cehaletin ve kültürsüzlüğün nicelik olarak çoğunluğa ulaşmasından kaynaklı bir terbiyesizlik, haddini bilmezlik, görgüsüzlük ve en kötüsü cehaletin yüceltilmesi gibi dangalakça bir dönem yaşanıyor ülkede. Hayatı boyunca tek kitap okumamış insanların akademisyenleri aşağılama çalışmalarına, sanata burun kıvırdıkları yetmiyormuş gibi sanatçıya hakaret etmeyi marifet saymalarına, eğitimli insanlarla alay etmelerine, o kültürsüzlükleriyle, o cehaletleriyle, o görgüsüzlükleriyle övünmelerine tanık oldukça, iyice soğuyorum bu coğrafyadan. Fazıl Say'a bakıp "O da müzisyen mi", Ferhan Şensoy'a bakıp "O da tiyatrocu mu" diyebilecek kadar haddini bilmez öküzlerle yan yana, dip dibe yaşıyor olmak soluksuz bırakıyor. Nereden çıktı bu insanlar? Bu cüretin kaynağı ne? Kaynağı belli işte; az önce yanından geçerken sövdüğüm greyderi denizi doldursun diye gönderip bütün vizyonlarının ranttan ibaret olduğunu ortaya koyan zihniyetten alıyorlar bu cesareti. Çünkü liderleri çıkar da televizyondan "Eyyy Fazıl Say" diye başlarsa saydırmaya, tebaası daha da ileri taşır bunu. Sanatçıların üzerinde eskiden de vardı devlet baskısı ama en azından sanata saygı gösterirdi ülkeyi yönetenler. Turgut Özal’ların, Süleyman Demirel’lerin, diğerlerinin eşleriyle beraber tiyatro izlediği görüntüler yer alırdı televizyonda. Görürdük liderleri ekranda; tiyatroda, operada, balede, konserde... Onlar bizzat en önden izlerken örneğin bir oyunu, sahnede hicvedilirlerdi aynı anda. Gülerdi o liderler. Kendisini hicveden, eleştiren oyuncuya güler ve alkışlardı. Siz son 12 senede gördünüz mü böyle bir tablo? Yok, göremezsiniz. Çünkü öyle bir kültür, öyle bir birikim, öyle bir vizyon yok! Tam tersine; sanatçısıyla, aydınıyla, yazarıyla, çizeriyle, gazetecisiyle sürekli kavga eden, baskılayan, yasaklayan, dava eden, tahammül gösteremeyen, aşağılayan (ki bu çok önemli), değersizleştiren (daha doğrusu buna çalışan), dışlayan biri var. Nerede o az önce anlattığım mazide kalmış görüntüler, nerede bu? Bu tavrı gören bir kitle, liderini örnek alıp da lince kalkmaz mı tüm o saydığım kesimi? Kalkar elbet. Haddini bilmeyerek, dönüp kendisine bakmayarak, her yanından vıcık vıcık dökülen cehaletiyle, ağzından salyalar saçarak saldırır elbet. 


Eskiden insanlar, örneğin bir yerde yemek yenecekse, sağa sola bakıp çatalı bıçağı nasıl kullanacaklarını öğrenmeye çalışırdı. Çünkü görgüsüzlük yapmak istemezlerdi. Oysa şimdi, çatal bıçak kullanmamayı marifet sayan, kullanmanın dalga geçilmesi gereken bir tutum olduğunu düşünen, o görgüsüzlüğüyle övünen bir kitle var. İlkokul mezunu bir inşaat işçisi, bir profesörle konuşurken kılık kıyafetine çeki düzen verir, saygısızlık etmemeye dikkat ederdi. Şimdi bakıyoruz, cümle kurmaktan aciz zırcahil tipler, hiç utanıp sıkılmadan aydınlara, sanatçılara, akademisyenlere ağzı dolusu küfür edebiliyor sosyal medyada. Kast sistemi övgüsü falan değil bu anlattıklarım. Hele salt ekonomiye dayalı aristokrasiyi yüceltme hiç değil. Bilgiye, eğitime, kültüre gösterilen saygı bahsettiğim. Beş parasız filozofun önünde ceketinin düğmesini iliklemesi gibi lordun, kontun ve hatta kralın. Örneği Avrupa'dan verişim de ilginç aslında. Bilinçaltı dökümü gibi sanki. Bizden örnek verecek olsam, aşağı yukarı aynı kavramlara denk gelecek şekilde ağadan, paşadan, padişahtan bahsetmem gerekirdi. "Padişah bir gün bir ermişle konuşurken..." diye başlayan rivayetler çok var ama o padişahın kim olduğu, hangisi olduğu hiç bilinmediğinden, bizden böyle tevazu içeren örnek verilemeyeceğine kanaat getirmişim demek ki. Gerçi kaç tane lordla oturup rom içmişliğim var ki sanki, bilge karşısında eğilebileceklerini düşünüyorum? Lordla da rom içilmez ayrıca, içsen içsen şarap içersin. Rom, daha çok denizcilerin işidir ve tamamen içimdeki avamı ortaya koymuştur. 


On iki yılda geldiği nokta böyle bir şey işte ülkenin. Memleketin dört bir yanını betona çevirip sanatı, kültürü, edebiyatı toptan yok etmeye çalışan zihniyetin oluşturduğu toplum modeli böyle ucube bir şey işte. Estetikten, nezaketten, zarafetten, incelikten, letafetten uzak, kaba saba bir hayatın içinde savrulup duruyoruz bu insanlar arasında. 


Cahiline de cühelasına da bir kez daha sövüp oturdum çay bahçesine. Bu gidişle 20 sene sonra mahallede yanlış yere park eden otomobillerin sileceklerini kaldırıp her boka söylenen huysuz ihtiyar ben olacağım. Memlekete bak, ne hale getirdi beni. Çay söyledikten sonra çıkardım telefonu, âdet olduğu üzere önce sözlük ardından Twitter turu yaptım. Bir saat kadar oturduktan sonra da daha büyük bir keyifsizlikle kalkıp eve dönmek üzere yola koyuldum. Canım nasıl sıkılmışsa, dönüşte yine kapının önünde gördüğüm bijuterici sarışın fıstığın nefis kalçaları bile çekici gelmedi, bakmadan devam ettim. 


Bir insan pazar gününü nasıl tamamlamalı? Her zaman iç geçirerek baktığı sarışın fıstığın kalçalarını bile çekici bulmayacak kadar keyfi kaçmış tamamlamalı belli ki...