ANA SAYFA

30 Nisan 2017 Pazar

Ege'de Sahil Kasabasına Yerleşmek



"Aslında var ya, bırakıcan her şeyi, gidip Ege'de bir sahil kasabasına yerleşicen, mis gibi yaşiican işte. Tabii abi, ek domatezini biberini, bi de tavuk mavuk alıcan, her gün taze yumurta. N'olcak yaa, kendi balığını tutarsın, akşamları da yaparsın mangalını, gül gibi yaşayıp gidersin. Kaç para gerekecek abi orda yaşamaya? Toprakla uğraş, denizle uğraş, tuttuğun balıkları satsan o da bi'şey. Yok abi, burda her gün büyükşehirin kalabalığını, gürültüsünü, stresini çekmektense, orda böyle daha küçük bi hayatın olucak, ama mutlu olucan en azından, huzurlu olucan. Tamamdır abi, karar verdim, yerleşicem ben Ege'ye!"


Yıllardır, tanıdığım tanımadığım birçok insandan dinlerim benzer bir hayali. Özellikle İstanbul'da yaşayan arkadaşlarımın büyük çoğunluğunda vardır bu İstanbul'dan ayrılıp Ege'ye yerleşme hevesi. Hatta bu konuda Ekşi Sözlük'te açılmış üç başlık var; "malı mülkü satıp sahil kasabasına yerleşme isteği", "her şeyi bırakıp ege'ye yerleşmek", "ege'de bir sahil kasabasında yaşamak"...

Yıllardır duyarım, dinlerim de, bunu yapabilen pek kimse görmedim neredeyse; bir iki istisnayı saymazsak. Herkeste hep bir gitme isteği, ama harekete geçebilen, hayalini gerçekleştirebilen pek az insan...

Özel bir şirkette dış ticaret departmanında, on beş yıl önce fena olmayan bir maaşla çalışan arkadaşım, "Aslında en güzeli kendi işini yapmak. Ne çekicem abi el alemin ağız kokusunu? Üç kuruş az kazanırım ama kafam rahat olur. Kendimi işimi yapıcam abi" der dururdu. Aradan on beş yıl geçti, aynı şirketin aynı departmanında yükseldi, önce amir sonra müdür oldu, şurada emekliliğine çok bir şey kalmadı, hâlâ aynı hikayeyi anlatır. Ege'ye (veya başka herhangi bir yere) taşınma, yerleşme hayali de böyle biraz. Bunu yıllardır söyleyen insanların çoğu, bulundukları yere kök saldılar ve çoğu da ömrünü orada tamamlayacak.


EGE'DE OLMAK

Gençliğini İstanbul'a aşık şekilde geçirmiş biri olarak, özellikle son birkaç yıldır fazlasıyla hoşnutsuzdum İstanbul'da yaşıyor olmaktan. Bir zamanlar çok severek yürüdüğüm sokaklar bana tümden eziyet olmaya başlamıştı. Gördüğüm şey içimi acıtıyordu artık. İstanbul'a dair kimi serzenişlerimi eski blog yazılarımda dile getirmiştim. Sonra yavaş yavaş gitme hazırlıklarına başladım ve geçen senenin başlarında kafamda netleşmeye başladı her şey. Son olarak da geçtiğimiz yaz sonu somut adım atma imkanım oldu. Evin satışa çıkması, satış süreci, yeni bir ev bakmak, bulmak, almak derken, Şubat ayının ilk haftası Ege'ye (Fethiye'ye yakın bir yer diyeyim) taşınmış oldum. Gerek bu sürece, gerekse sonrasına dair çok soru aldım. Hem bu soruları yanıtlayayım hem de bu kısa zamandaki deneyimlerimi, gözlerimi aktarayım.

Taşınmaya karar verdiğimi söylediğimde, özellikle İstanbul'daki arkadaşların çoğundan duyduğum ilk soru, "Sıkılmaz mısın? Ne yapacaksın orada?" oldu. Bunu soran arkadaşların hayatlarına bakıyorum; sabah erken saatte kalk, işe gitmek üzere yollara düş, dünyanın yolunu, trafiğini, çilesini çekerek iş yerine ulaş, tüm gün çalışmaktan yorgun düş, o yorgunlukla tekrar eve gitmek üzere aynı trafiği ve çileyi çek, yorgun argın eve var, biraz uzanıp dinlen, yemek ye, varsa ev işini yap, ya televizyon aç ya da sosyal medyada vakit geçir, çok geç olmadan da vur kafayı yat uyu. Haftasonu, tüm haftanın yorgunluğunu atmak için dışarı çıkmak yerine evde kalmayı tercih edenler hiç az değil. Dışarı çıkanlar da ya bir AVM'ye ya da hep aynı arkadaşlarla, aynı insanlarla aynı eğlence mekanına gidip içiyor. Tiyatroyu falan saymıyorum bile, yıllardır tiyatroya hiç gitmemiş insanların sayısı, neredeyse ülke nüfusundan fazla. Başka? Belki kırk yılda bir sinema. Konser falan da yılda ya bir iki kez ya hiç. E, ne var peki, ne yapıyorsunuz? Hiç... Bana sıkılıp sıkılmayacağımı soran neredeyse herkesin tek yaptığı, herhangi bir mekanda içmek. Eğer buysa, o mekanların çok daha iyisi ve güzeli var burada. Göcek'ten mi sıkıldın? Fethiye yarım saat. Olmadı çık yukarı, Marmaris yarım saat. Üstelik öyle İstanbul'daki gibi trafik çilesi falan da çekilmiyor burada. İki üç saatlik yolu gözden çıkarana yukarıda Bodrum, aşağıda Kaş seçenekleri de var. Üstelik İstanbul'daki gibi tıklım tıkış, kalabalık, uğultulu mekanlarda falan değil, doğrudan Ege'ye, Akdeniz'e karşı oturarak yapıyorsunuz o eğlenceyi. Bunun haricinde ne var İstanbul'daki hayatınızda? Hiçbir şey yok. Ve garip bir şekilde bana sıkılıp sıkılmayacağım soruluyor. Ayrıca Dalaman Havalimanı'ndan İstanbul en fazla bir saat.

Yukarıda bahsettiğim Ekşi Sözlük'teki başlıklar güldürür beni örneğin. Özellikle de "Her şeyi bırakıp" ile başlayanı. O bir türlü bırakılamayan "her şey"in ne olduğunu çok merak ediyorum mesela. Bıraksanız bıraksanız neyi bıracaksınız en fazla? Holdingin idaresini mi? Işınlanmanın formülünü buldunuz da uygulamaya geçirmesi mi kaldı, bırakamıyorsunuz? Bırakacağınız "her şey" nedir tam olarak? Çocuklarının eğitiminden dolayı böyle bir planı hayata geçiremeyen arkadaşlarım var, en makul gerekçenin bu olduğunu söyleyebilirim, bence yani. Bunun dışında iyi bir işte, iyi bir pozisyonda, iyi bir maaşla çalışan arkadaşlar var. Buralarda aynı işi yapma, aynı maaşı alma şansları yok büyük kısmının. Tabii burada gerçekten "iyi" bir maaştan söz ediyorum; 5-6 bin lira gibi ortalamanın biraz üzerindeki meblağlardan değil. Zira İstanbul'daki ev kiraları, ulaşım giderleri, ev giderleri vs ile, burada kazanılabilecek parayla hemen hemen aynı noktaya geliyor kazanç. Bundan sonrası da tercih işte. Yüksek standartlarda bir hayatı İstanbul'da yaşamak ile daha ortalama standartlarda Ege'de yaşamak arasındaki tercih meselesi. Burada sözünü ettiğim kitle de, anlaşılacağı üzre beyaz yakalılar. Belki de hikayenin başlangıç noktası...


Hayaller - Gerçekler...
Yaz tatili için Ege'ye geldiniz, o muhteşem koyları, denizi gördünüz, sokaklarında dolaşırken o huzuru doldurdunuz içinize... Ya da bir sinema filminde veya televizyon dizisinde izlediniz Ege kasabasının güzelliğini, aşık oldunuz. Ege'ye yerleşme fikri yeşerdi kafanızda. Hatta neredeyse karar verdiniz. Toprakla uğraşacak, domates biber ekecek, balık tutacaksınız. Hatta belki bir köyde ekolojik tarım falan...

Açık söyleyeyim; bir beyaz yakalının yapabileceği şeyler değil bunlar. Hatta buraya yerleşip iki seneden fazla yaşayabilmek bile, ömrü plazada geçmiş ve/ya o yaşam tarzını benimsemiş bir beyaz yakalının yapabileceği bir şey değil. Bunun nedenlerini benden önce gayet güzel açıklamış bir arkadaştan alıntı yapayım;

- Toprak işlemekten, ya da hayvan beslemekten anlıyor musun? Yoksa just google it gibi bir düşüncen mi var? Pişt, hayvancılık yorkie'ni bebek veteriner kliniğine götürüp oradaki veterinerlere işini öğretmeye pek benzemiyor, şimdiden haberin olsun. Ya da ekin ekmenin, çiçek aranjmanı yapıp Instagram'da paylaşmakla pek alakası yok.

- Partnerin (eşin, sevgilin) de seninle aynı hayali paylaşıyor mu? Partnerin yoksa ya da seninle gelmiyorsa, tek başına tüm işlerin altından kalkacağına mı inanıyorsun?

- Köye yerleşir, toprakla hayvanla falan uğraşmam, bu zamana kadar biriktirdiklerimi harcar, parası neyse veririz diyorsan, birikimin bayağı sağlam demektir. Ki ayrıca, mal mısın, böyle bir birikimin varsa ne işin var, her ne kadar güzel yerler de olsa Türkiye'nin bir parçası olan Ege'de? 

- İki gün sonra, yapacak hiçbir şey bulamayıp, akşama kadar kitap okuyup pedal çevirmekten sıkılınca ne yapacağın konusunda bir fikrin var mı? Kahveye gider misin, gidersen oradaki dayılarla muhabbet edip kağıt, tavla, okey oynayacak kadar beyaz yakalarını mavileştirmeye hazır mısın? Hişt baksana, o dayıların seninle hiçbir ortak özelliği yok; ne sandalyeden yuvarlanır ne de Game of Thrones izlerler. Ne konuşacaksın onlarla? Ki onlar, sürekli küçümsediğin, eğitilmesinin şart olduğunu bar masalarında haykırdığın adamlar.

- Özellikle İstanbul'da iş yaşamının uzunca bir süre parçası olduysan, hayattaki tek amacın önüne gelen insanları sikmek ve bunu yaptığın için kendini haklı görmek olmuştur büyük ihtimalle. Bu hırsla, toprak ekince ne yapacaksın? Senden fazla mahsul alan komşunun tarlasını kundaklayıp, fazla doğuran komşu keçilerin (komşu keçi ney lan) memelerini mi keseceksin?

- Kıyı köylerine yerleşip balıkçılık mı yapacaksın? Ne anlarsın satılıp karın doyurulacak miktarda balık tutmaktan? Tek başına bu kadar balık tutman çok zor, balıkçı teknesine ne olarak katılmayı düşünüyorsun? Bembeyaz yakalarından dolayı seni direkt kaptan yapacaklarını mı zannediyorsun Berke Bey - Şule Hanım? 

- Henüz keşfedilmediğini zannettiğin bir yerde salaş lokanta mı açacaksın? Hiç kimse bilmiyor, ama 3-5 yıla patlayacak orası, değil mi? Tüm Türkiye'de sadece sen fark ettin oranın özelliklerini ve gelecekte patlayacağını. Koskoca lokantayı 50 bine mal edip sonra keyfini mi süreceksin? Peki, özellikle kıyı Ege'de arsadan gelen paralardan dolayı pek çalışmayan köylülerin yerine doğudan gelen kavruk gençleri çalıştırmak zorunda kalınca ne diyeceksin? Hani, tiksintiyle baktığın, otopark mafyası, pkk destekçisi, 15 çocuk yapıp sokağa salan, eğitilmesi şart olan gençler var ya, işte bunlar da onların kuzenleri.

Anlayacağınız, yaz tatillerinde veya sinemada, televizyonda gördüklerinize benzemiyor burada hayat. Yaz bitip de kış geldiğinde, kimsecikler kalmıyor burada. Yerel halkla başbaşa kalıyorsunuz, hani çoğunuzun beğenmediği o Anadolu insanı... Sırf bu nedenle iki üç sene içinde buradan İstanbul'a geri kaçan insanlar biliyorum. Bir bankada müdür, İstanbul'da aldığı paranın aynısını alıyor, giderleriyse İstanbul'dakinin neredeyse çeyreği kadar. Bankadaki odası, Ege'nin o muhteşem koyunu cepheden görüyor, öyle sarhoş edici bir manzara. Yok, kaçtı gitti adam. Zira yaşadığı hayatı kendisi için değil, birilerine göstermek için yaşayan çoğunluğundan o da o dünyanın. Bir yere gidip bunu sosyal medyada paylaşması, kendini orada etiketlemesi, 'ne kadar mutlu olduğunu' birilerine göstermesi gerek. Tek başına yaşayamaz o. Sosyal olarak da yaşayamaz, fiziksel olarak da. Ayrıca yine hayatı başkalarına endeksli olduğundan, sosyal medyada arkadaşlarını takip edip, bu kez onların kendisinden 'daha mutlu' olduğunu görerek mutsuzluğa kapılır, orada olması gerektiğini düşünür. Arkadaşlarının, kariyerlerine yeni yeni etiketler eklediğini görüp içi gider. Aslına bakılırsa, bu profildeki insanın herhangi bir yerde mutlu olma şansı zaten yok. Yazık ki, ömrünü bu şekilde başka insanları izleyerek ve/ya onlara bir şeyleri kanıtlamaya çalışarak, dışarıdan bakıldığında "Heyyooo çok mutluyuuummm" görüntüsü vermesine rağmen içten içe derin bir mutsuzlukla tamamlayacak ve ölüp gidecek. İşin bu kısmı için şu an bir şey söylemek istemiyorum ama Ege'ye yerleşme meselesinde önerim, bu sevdadan acilen vazgeçmeleri. Size göre bir hayat yok burada.


"İstiyorum ama nasıl yapacağım?"
Yıllarca dillerine doladıkları bir hayali niçin gerçekleştiremediğine bakıyorum insanların. Genel gözlemim; çünkü onu GERÇEKTEN de istiyor değiller. Öylesine, laf olsun diye konuşuyorlar. Belki de herkes konuştuğu için. Gerçekten de çok çok istediğini söyleyenleri de izledim. Bu konuda en ufak bir adım atılmamış, en ufak bir araştırma yapılmamış. Hani şöyle ellerine haritayı alıp da "Nerede yaşayabilirim? Orada ev fiyatları (satılık/kiralık) ne kadar? İş ilanlarına bir bakayım, orada ne yapabilirim?" bile dememişler. Bir sabah uyandıklarında, kendilerini birden bire 'o hayatın' içine uyandıracak sihirli değneğin gelmesini bekliyorlar sanki. Çoğu konuda böyle geçmiyor mu zaten hayatımız? Hep 'iyi bir şeyler' olsun istiyoruz ama o iyi bir şeyin nasıl olacağını bırakın, tam olarak ne olduğuna dair bile bir fikrimiz yok. Oysa çok basit iki soruya bakıyor: Ne olursa mutlu olurum? Onu nasıl gerçekleştirebilirim? Sonrası, sadece adım atmak. İnternet, sadece sosyal medyada flört etmeye yarayan bir icat değil. O çok istediğiniz şeye nasıl ulaşabileceğiniz konusunda size her türlü bilgiyi oturduğunuz yerden hiç kalkmadan sunabilen harika bir olanak. Bu taşınma konusu için örneğin; açın haritayı, bölgede biraz dolaşın, ev fiyatlarını, iş ilanlarını inceleyin, taşınma masraflarını hesaplayın, kafanızda az çok bir fikir oluşsun. Sonra bunu yavaş yavaş somutlaştırmaya başlarsınız. En ufak bir araştırma zahmetine bile girmeden yıllarca salt temennide bulunmaya devam ederek, daha da yıllarca kurarsınız o "Ah keşke"li cümleleri.

İnsanların bu hayali gerçekleştirmesinin önündeki en büyük engelden birincisi korku. Bilinmeyenden korkar insan. Alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlanarak kök saldığı şehrinde aşağı yukarı neler yaşayabileceğini bilir kişi. Ama köklerden kurtulup yeni bir hayata başlamak, arkasından neyin geleceği bilinmediği için korkutur. Tam da bu yüzden, korkuyu kamufle etmek, korktuğunu kendinden bile saklamak için çeşitli bahaneler üretip durur. Buna yapılabilecek çok fazla bir şey yok. Cesaret, her ne kadar dışarıdan telkin edildiğinde anlık uyansa da insanın içinde, en özünde kişinin kendisine bağlıdır. Bunu aşabilmenin tek yolu, bir parça cesur olmaya gayret etmek.

Korkudan sonraki ikinci neden ise ekonomi. Bana göre de en haklı kaygı bu. "Oraya gittiğimde ne iş yapacağım, nasıl geçineceğim?" Hali vakti yerinde kimse bunu sormaz. Devlet memurlarının da böyle bir derdi olmaz. Doktor gibi spesifik mesleği olanların da pek böyle endişeleri yoktur sanıyorum. Diğer gruplar açısından durum değişkenlik gösteriyor. Şurası bir gerçek ki, buradaki iş olanakları İstanbul'daki kadar geniş değil. Yani bir endüstriyel tasarımcının burada yapabileceği pek fazla bir şey yok. Bu bölge, maulumunuz turizm bölgesi ve ekonomi büyük ölçüde turizm üzerinden dönüyor. Bunun dışındaki seçenekler sınırlı. Bunların nasıl değerlendirilebileceği tamamen kişinin nasıl ve hangi standartlarda bir hayat yaşamak istediğine bağlı olduğundan, kimseye "Gelin, şu işi yapın" diyemem. İş ilanları yayınlayan siteler var, az çok fikir verir sanıyorum. Onun dışında kendinize iş alanı da yaratabilirsiniz, bu da tamamen yeteneklerinize ve yaratıcılığınıza bağlı bir şey.


Ege'de hayat
Ege'de yaşamak dendiğinde, muhtemelen herkesin kafasında başka başka hayatlar, başka başka bir yaşam biçimi canlanıyor. Farklı hayaller, farklı beklentiler... Ben, tam istediğim ve beklediğim hayatı yaşıyorum burada. Beklemediğim, karşılaştığımda şaşırdığım ama hoşuma giden güzellikler de cabası...

Şubat ayında geldim buraya. En ıssız, en boş zamanı diyebilirim. Üstelik, benim şansıma sanıyorum, geldiğimde hava, önceki yıllara oranla daha da soğukmuş ve bitirmek üzere olduğumuz şu Nisan ayında bile hâlâ üşütebiliyor akşamları. Tabii burada üşümek kavramı, tişörtün üzerine polar vb almak şeklinde oluyor. Şubat ayında mont da giyiyorduk tabii canım, onu da belirtmiş olayım.

Sabahları genellikle balkonda veya verandada veya bahçede çay sigara içmeyi seviyorum. İlk zamanlarda, evin önünden geçen insanlar uzun uzun bakıp inceler, kimi "Günaydın" deyip selam vererek geçer giderdi, kimi "Hoş geldiniz, hayırlı olsun" derdi. Hatta bahçenin önünde durup kiracı mı yoksa ev sahibi mi olduğumu, yazlıkçı mı yoksa sürekli mi olduğumu soranlar da oluyordu. Konu komşudan bahsetmiyorum üstelik, evin önünden geçen herhangi birileri olabiliyordu bu insanlar. Henüz yeni bitmiş ve daha önce kimsenin oturmadığı bir bina olduğundan, hemen dikkat çekmişti birilerinin yeni taşındığı. Başlarda garipsediğim bir şeydi bu. Öyle ya, biz İstanbul'da, aynı apartmandaki komşularımızı bile tanımıyor olabiliyorduk kimi zaman. Apartmanda karşılaştığımız insanların kim olduğunu bilmeyebiliyorduk. Apartman kapısında hiç selamlaşılmadan girip çıkıldığını bilirim. Buradaysa sadece evimin önünden geçenlerle sınırlı olmadı bu, yolda yürürken herhangi biriyle karşılaşıp da göz göze geldiğimizde, gülümseyip selam verirdi karşıdaki. İlk zamanlar affallıyordum. Selama karşılık verdikten sonra, bir şey soracak veya söyleyecek diye bekliyordum. Öyle ya, durduk yere neden merhaba demiş olabilir ki bir insan? Oysa burada insanlar sadece selam verip geçiyor. Tanış olup olmamak önemli değil. Bir restoranda oturmuş yemek yiyorum örneğin, başka bir masadaki müşteri kalkıp yanımdan geçiyor lavaboya gitmek için, göz göze geldiğimizde gülümseyip "Afiyet olsun" diyor. İstanbul'dayken "Manyak mı bu?" diyerek, garipseyerek baktığımız şeylerdi bunlar. Bir dükkana giriyorum alışveriş için, esnaf sorguya çekiyor hemen: "Misafir misiniz? Yeni mi taşındınız? Nereden geldiniz?"... İlk etapta "Ulan sana ne! Ver ekmeği de gideyim işte" diyor içinden insan. Oysa onların yapmaya çalıştığı, kasabaya yeni gelmiş biriyle yakınlık kurmak, misafirperverliklerini göstermek, kısaca insanlık... Gülümseyerek yanıtlıyorum sorularını. Yeni taşındığımı öğreniyorlar. İlla ki "Hoş geldiniz, güle güle oturun" deniyor. Ertesi gün aynı dükkana tekrar gittiğimde, "Abi hoş geldiniz. Nasılsınız?" ile karşılanıyorum. Beklemediğim şeylerin bir kısmı bunlardı işte.

İnsanlar genel olarak sıcak ve yardımsever, işinizi halletmek için gerçekten uğraşabiliyorlar. Bununla beraber çok da rahatlar ama. Dükkana gidin, soru sorun ya da bir sorununuzu anlatın, çözmek için uğraşırlar, ama diğer yandan da keyiflerine düşkünler, kolay kolay iş yaptıramazsınız. Eve çağırdığınız üsta akşam geleceğini söyler, gelmeyebilir. Ertesi gün belki gelir. Yani bir yandan yardımseverler, öte yandan da paraya ihtiyaçları olmadığından rahatlarına düşkünler. Zaten kimsenin de acelesi yok burada. Rahat rahat, geniş geniş, yaya yaya yaşıyorlar hayatı. Bir süre sonra siz de buna alışıyorsunuz, hatta ayak uyduruyorsunuz. Başlarda alışkanlıklarınızdan dolayı sinir ve stres yapsa da sizde, sonrasında ne kadar saçma sapana şeyleri büyütüp stres yaptığınızı görerek gülüyorsunuz. Tabii çok acil durumlarda bu kadar iyimser bir tablo çizilmeyebilir.

Burada uyku düzenim tümden değişti. Normalde sabahlamayı seven ben, internet bağlatana kadar en geç 23.00, taş çatlasın 00.00'da uykuya geçmiş oluyordum. İnternetin bağlanmasıyla beraber bu saat 02.00'lere kadar çıktı. Ancak kaçta yatarsam yatayım, 08.00'de uyanıyor oluyorum, en fazla 10.00'a sarkıyor bu saat, çok geç yatmışsam. Horoz sesleriyle, tavuk gıdaklamalarıyla başlıyorum güne. Zaten dört bir yanımız limon ve portakal ağaçları... Evimin bahçesinde de çeşitli ağaçlar ve çiçekler var. Dağı, ormanı ve denizi aynı anda görmek mümkün burada. Sabah afyon patlayana kadar balkonda çay/kahve sigara, yoldan geçenlerle selamlaşma, sonra kahvaltı. Benden önce kardeşim yerleşti buraya. Üç buçuk yaşındaki yeğenimi alıp ya parka götürüyorum ya da bahçede oynuyorum. Buraların koylarını anlatmama gerek yok sanıyorum; oralarda balığa çıkıyorum kimi zaman. Bazı akşamlar mangal yakıyorum bahçede. Kendi tuttuğum balıkları pişirip yemek gerçekten keyifli oluyor. Onun dışında bahçede veya balkonda masayı kurup, duruma göre rakı, şarap, bira veya varsa bir şey açıyor oluyorum.

Bir yandan tek başımayım, bir yandan değilim gibi bir şey. Buradaki en iyi arkadaşım, üç buçuk yaşındaki yeğenim. Genellikle beraberiz. O olmadığındaysa yalnızım. Yukarıda bahsettiğim o "Sıkılmıyor musun" sorusunun yanıtı; "Hayır, sıkılmıyorum." Zira, ben tek başımayken de gayet eğlenebilen biriyim. Bahçede tek başıma içmek, bara tek başıma gitmek, kitap okumak, yazmak çizmek, toprakla veya denizle uğraşmak, etrafı keşfe çıkmak müthiş keyif verebiliyor bana. Zaten İstanbul'un o kalabalığından, o yüzeysel ilişkilerinden, riyakârlığından, yalanından dolanından sıkılıp kaçtım, burada tek başınalık daha güzel benim için. Nereye kadar gider böyle? Sonuna kadar gidebilir. Yine yukarıda bahsettiğim şekliyle, insanların çoğu, başkalarına endeksli olarak yaşıyor. Yaşadığı hayatı başkalarına göstermek için yaşıyor. Burada bir itiraf yapayım; geldiğimden beri yaptığım şeyleri özellikle paylaşmıyorum sosyal medyada. Çok çok az bir kısmını paylaştım Twitter hesabımdan. Buna özellikle dikkat ediyorum. Aynı gün içinde Göcek'te sabah kahvaltısı, Dalyan'da öğle yemeği, akşamüstü Dalaman koyları gezisi, Marmaris'te akşam yemeği ve gezmesi veya benzer bir gezginlik yaşadığım olmuştur. Çoğunda da tek başımaydım ve gayet eğlenceliydi benim için. Ama böyle bir hayat tarzını sosyal medyada paylaşma gereği görmedim, görmüyorum. Arkadaş edinmek hiç sorun değil benim için. Sadece şimdilik tercih etmiyorum. Biraz daha ileride değişebilir bu durum.

Burada bir şeyi açıkça ifade etmek gerek belki. Bu "Sıkılmıyor musun" sorusunun altında yatan temel neden sosyal ve kültürel bir hayat değil esasen. İstanbul, kalabalık nüfusu bakımından ilişkiye ve hatta sekse daha kolay ulaşım olanağı sunuyor. Asıl sorulmak istenenin bu olduğunu düşünüyorum. Gözlemlediğim kadarıyla, kimsenin yalnız kalmaya tahammülü yok. İlle biri olmalı hayatlarında. Sanırım burada ayrışıyoruz bir parça. Ben yüzeysel ilişki sevmiyorum. Eli yüzü düzgün diye biriyle bir ilişki 'denemek' gibi bir anlayış var insanlarda. İlişki, denenebilen bir şey değildir oysa bana göre. Birini tanırsın, seversin, hissettiklerin ona özgüdür, onda da sana karşı bir şey varsa, zaten ilişki yaşanır. Ama özne fark etmiyor da fiil üzerinden gidiliyorsa, zaten yanlış bir şey var demektir ortada bana göre. Buradan bakınca, bu şekilde olacaksa hiç kimse olmasa da olur diyorum hayatımda. Zaten öylesi bir ilişki, tüketim esasına dayandığından sadece zarar veriyor kişiye, başka bir şey değil. Kişiye göre değişen doğrular ve tarz bunlar elbette. Ben, "Az eşya, az insan, bol huzur" esasına dayalı bu yaşadığım hayattan gayet memnunum yani.

Özetle; benim açımdan şimdilik gayet keyifli burada yaşam. Hatta geç bile kaldığımı düşünüyorum kimi zaman, daha önce gelmediğime hayıflanıyorum. Aslında daha yazılabilecek, anlatılabilecek çok şey var buraya dair, buradaki yaşama dair. Henüz çok çok kısa bir zaman dilimindeki gözlemlerim, izlenimlerim bunlar. Yaşadıkça, gözledikçe, deneyim kazandıkça yine burada paylaşacağım olanı biteni.

Konuyla ilgili sorusu olanlar, sağ sütundaki "iletişim formu"nu kullanarak mesaj atabilirler.

28 Mart 2017 Salı

Neredeyimsiniz?


Dört buçuk ay kadar ara verdiğim blog yazılarım üzerine gelen haklı sorulardan biriydi: "Neredesiniz?" Neredeyim... Yanıtı çok basit, yanıtı çok zor bir soru bu benim için. Kolay tarafından başlayayım;

Geçtiğimiz yaz sonu, İstanbul'dan ayrılıp başka bir şehre taşınmak için gerekli ilk adımları atmaya başlamıştım. Evi satmak, planladığımdan daha uzun bir zamanımı aldı. Sonrasında yeni şehirde yeni bir ev, taşınma, yerleşme... İnternetin bağlanması da bir ay kadar sürdü. Velhasıl, şehir değişikliği gibi bir nedenle bu kadar zamandır ilgilenemedim blogla. Twitter'dan takip edenler biraz daha iyi biliyor süreci.

Tabii, hayatın başka başka getirdikleri de var taşınmanın yanında; hatta götürdükleri... Sorunun zor olan kısmı da burada başlıyor. Bu mavi küre, bizim, olmasını dilediğimiz biçimde dönmüyor. O idealize ettiğimiz hayatları, temennilerimizi yaşamıyoruz. Hatta aslında yaşadığımızı sandığımız şeyi bile yaşamıyor olabiliyoruz. Tüm dekorlar yıkıldığında, makyajlar silindiğinde, kocaman bir oyunun içinde, üstelik de onu gerçek sanarak bulunduğumuz hakikatiyle yüzleşebiliyoruz. Sonra her şeyi tekrar toparlayıp yerli yerine oturtmaya çalışıyoruz bir şekilde. Pırıl pırıl güneşli bir gökyüzünün altında, yemyeşil bir ormanın içinde, masmavi bir gölde mutlu insanlarla şen kahkahalar atarak yüzdüğünüzü sanırken, birden bire koyu gri bir göğün altında, toprağı çatlamış bomboş bir çölde buluyorsunuz kendinizi yapayalnız. İnsanın, bulunduğu noktayı harita üzerinde bile bulamadığı bir kaybolmuşluk ve belirsizlik hâli...

Neredeyim?... Bir süredir bunu düşünüyorum ben de. Son bir yılımı, beş yılımı, yirmi yılımı ve nihayet dünya üzerindeki kırk bir yılımı düşünerek bu sorunun yanıtını arıyorum. Neredeyim?

Gökyüzündeki herhangi bir yıldızın üzerine yüzükoyun uzanıp Dünya'ya bakarak arıyorum orada kendimi. Bunca kaosun, keşmekeşin, koşuşturmanın, kalabalığın, yalanın dolanın, pisliğin, riyânın ortasında kendimi bulmaya çalışıyorum.

Hayatı kendi gerçekliğinden ziyade, ilk gençlik yıllarımızda inanmaya başladığımız ütopik dünyanın düşünü görmek gibi bir yanılgımız oldu sanıyorum. İdeolojik nedenleri de vardı bunun elbet. Gerçeği değiştirebileceğine, kurduğu düşü gerçekleştirebileceğine inanıyor, inanmak istiyor insan. Hayatın kendi dinamizmine uygun ayakları yere basan planlara "düş" diyerek, düş kavramının anlamını daralttık herhalde. Bu nedenle de, o gerçekleşen ufak tefek planlara bakıp, "bir düşü gerçekleştirdiğimiz" yanılgısına düştük, düşüyoruz. Tıpkı benim İstanbul'dan taşınıp bir Ege kasabasına yerleşişime bakarak "Düşünü, hayalini gerçekleştirdin" demeleri gibi. Oysa bu bir düş değil, gerçekleşmesi çok da zor olmayan bir plandı aslında. Düş kurmak, hayata dair düşler kurmak bu kadar basit bir şey değil. Kavramın içini boşalttık bu dar bakışımızla. Tam da bu nedenle "düşleri gerçekleştirebildiğimiz" yanılgısına düşüp, o gücü bulduk kendimizde. Oysa o düşlediğimiz dünya, düşlediğimiz insanlar, düşlediğimiz ilişkiler, şehir değiştirmek gibi büyük oranda tamamen bize bağlı faktörlerle gerçekleşebilecek şeyler değildi. İnsan faktörünü kendi doğası gerçekliğinde değil, bizim temennilerimiz, olmasını dilediğimiz esası üzerine inşa ettik. Filmlerdeki, romanlardaki, şiirlerdeki, şarkılardaki gibi...

O yıldızın üzerinden bakınca Dünya'ya, gerçekle yüzleşiyor insan. Yüzleştiği gerçeklik içinde arıyor kendisini: Orada neredeyim? Gördüğündeyse, şefkatle karışık acıma dolu bir tebessüm yayılıyor yüzüne. Üç yaşındaki bir çocuğun, boyundan büyük duvara tırmanmak için gösterdiği o azime, o kararlılığa, o inanca gülümseyerek bakışı gibi, biraz şefkat biraz acımayla bakıyor gördüğü şeye.

Neredeyim?... Hem bir Ege kasabasında, hem bilmiyorum.

Peki siz neredesiniz?

19 Kasım 2016 Cumartesi

Aziz Nesin - Kul Köle

Aziz Nesin'in Yüz Liraya Bir Deli adlı hikaye kitabından Kul Köle isimli öyküsü...


Öyküyü ilk olarak, 10 sayfayı tek tek yazmaya üşendiğim için sayfaların fotoğrafını çekerek yayınlamıştım. Sveydalii sağ olsun, üşenmeyip yazmış hepsini bir gece sabaha kadar, kitaptaki orijinal yazımı hiç bozmadan, noktasına dokunmadan. Metni mail olarak attı. Buyrunuz, keyifle okuyunuz...

*****************************************************


İsterseniz, olayın geçtiği apartımanın adresini de verebilirim: Nişantaşı, Enginar Sokak, Nur Apartımanı.

Dört katlı apartımanın her katında ikişer daire vardı. Biz, en üst kattaki 7 numaralı daireye taşınmıştık. Karşımızdaki 8 numaralı daire boştu.

Bu apartımana taşındığımızın, sanırım, dördüncü günüydü. Akşam yemeğimizi yemiş, sinemaya gitmeye hazırlanıyorduk. Kapı çalındı. Sekiz on yaşlarında bir kız çocuğu. İşimiz yoksa, rahatsız etmezlerse annesiyle babasının bize misafirliğe geleceklerini söyledi. İsteristemez sinemaya gitmekten vazgeçtik.

Az sonra 4 numarada oturan karı koca geldiler.  Bey doktormuş. Karısı, ev hanımı. Yeni tanışılan kimselerle konuşacak konu bulmak zordur. İyi ki misafir hanım konuşkan bir kadındı. Çaylarımızı içmekteydik.

- İki numarada oturanlarla tanıştınız mı? diye sordu.

Karım,

- Hayır efendim... dedi.

- Aman çok enteresan bir aile...

Karı koca, sözü birbirlerinin ağzından kaparak anlatmaya başladılar:

- Aşağıyukarı dört yıldır bu apartımanda otururlar.

- Yoo... Beş yılı geçti Hanım.

- Amma yaptınız Bey, onlar taşındığı zaman, daha bizim oğlanı memeden kesmemiştim.

- İyi söyledin ya... Sen bizim oğlanı beş yaşında mı, altı yaşında mı memeden kestin?

- Her neyse... Çook enteresan bir aile bunlar. Efendim, bunların bitek çocukları var. Ama nasıl, melek gibi bir çocuk.

- Bu kadar uslu, akıllı, terbiyeli bir çocuk, görülmemiş efendim. Terbiye de bir Allah vergisi, zorla olmuyor.

- Harika çocuklardandı. O zamanlar ondört, onbeş yaşlarında var yok... Fakat ne zekâ, ne akıl Bey'im... Sanki büyük bir adam.

- Öyle yaramazlık, haylazlık  etmek yok. Sokak nedir bilmez. Durmadan okur, derslerine çalışır.

- Saçından tırnağına kadar kabiliyet... Öyle bir anne babadan öyle bir çocuk şaşılacak şey!... Allah'ın bir hikmeti işte...

- Her yıl sınıfın birincisi, iftihar listelerine geçerdi.

-Fakat neye yarar; anne, anne değil, baba, baba değil... Biri denizanası, öbürü trabzan babası...

- Bitürlü çocuğun kıymetini bilemediler. Azarlama, paylama, horlama, sopa, dayak... Ah ya Rabbi, o yavrucağızın çektiği!... Anası olacak karı, affedersiniz, yani sözüm-ona, annelik taslayacak. Gider çocuğun başına: "Haydi, ne duruyorsun uyuşuk, sünepe!... Tembel, miskin!... Bak, başkalarının çocuklarına!" Hep lafları bu. Bigün olsun çocuğun güler yüz gördüğü yok. Ah ya Rabbi, yürekler acısı...

- Üstelik döverler de... Çocuğun feryatlarına taş olsa dayanmaz da acır vallahi... Baba değil, bir canavar... O melek gibi çocuğa nasıl el kalkar!... Zavallının cebine beş kuruş harçlık koymazlar.

- İşte böyle yapa yapa, o çocuğu en sonunda zorla kötü ettiler. İftihar listelerine adı geçen çocuk, ikmale kaldı. Ertesi sene sınıfta kaldı.

- Serseri oldu çıktı oğlan... Geceleri bile eve gelmediği oluyor. Ama şimdi annesini babasını bir görseniz.

- Çocuğa kul - köle oldular. Özel hocalar mı tutmaya kalkmıyorlar, avuç dolusu paralar mı dökmüyorlar... Neye yarar, çocuğu zorla serseri ettikten sonra... Uğraşa uğraşa çocuğu berbat ettiler. Şimdi ağlayıp sızlıyorlar ama, boşuna...

- Geçen gün oğlan sofrada, annesinin başına çorba dolu tabağı fırlatmış. Kadın: "Ah yavrum, yine neye sinirlendin?..." diye ağlamaya başladı. Biz aşağı kattan duyduk...

- Öyle ana baba olmaz olsun. Ulan aşağılık herif desen, affedersiniz, ulan eşşek herif desen, affefersiniz, şimdi böyle kul - köle olacağınıza, şu çocuğun kıymetini zamanında bilseydiniz de, çocuğu da serseri etmeseydiniz, olmaz mıydı?... Haa?...  Olmaz mıydı?... Zorla melek gibi çocuğu serseri yap, sonra da kul-köle ol... Zamanında kıymetini bilsene!...

Birkaç gün sonraydı. Çok yorgun olduğum için, yatmaya hazırlanıyordum. 6 numarada oturan komşularımız, "Güle güle oturun" demeye geldiler. Bunlar genç bir karı koca ile, kadının çok bilmiş annediydi.

Koltuklara oturalı beş dakika olmuş, olmamıştı, kaynana,

- 1 numaradakilerle tanıştınız mı?  diye sordu.

- Hayır, henüz tanışamadık...

- Aaa... Bir tanışın da bakın. Böyle bir aile görülmemiştir.

- Ne gibi efendim?

Ne gibi olduğunu, sözü birbirlerinin ağzından kaparak, üçü birden anlatmaya başladılar:

- Evin beyini aşağıyukarı sekiz, on yıldır tanırız. Ah nasıl adamdı, dille tarif edilmez.

- Namuslu, çalışkan, dürüst... Evine, yuvasına bağlı, karısına çocuğuna düşkün...

- Ne çare, bir cadaloz karıya düşmüş ki, tasavvur edilir gibi değil. Kadın, kocasının kıymetini bitürlü anlamadı.

- Boyuna vırvır, boyuna dırdır...  Zavallı adamı zorla evinden barkından soğuttu. Allah öyle kadını düşmanımın başına vermesin... Adamın kafasının etini yer: "Vay, neye geç kaldın... Vay, bana neden şunu dedin, vay neden demedin..." Adamcağızın geç kaldığı, bişey dediği, yada demediği falan da yok...

- Sonunda adam dayanamadı artık. Ağzına içkinin damlasını koymazken, her akşam içmeye başladı. Derken meyhanelere dadandı. Geceleri sabaha karşı şunun bunun sırtında eve zilzurna geliyor.

- O kadar mı yalnız? Ya karısına hakaretleri!... Nasıl küfürler ediyor, duyunca insanın yüzü kızarır.

- Dayak da atıyor. Kapıdan içeri girer girmez, bir nağra atıp, karısını ayağının altına alıyor... Dayaktan kadının heryerleri çürük içinde mosmor...

- Kadını şimdi görseniz, şaşar kalırsınız, "Kocacığım, kocacığım" diyor da bir daha demiyor. Akşam oldu mu, giyinip kuşanıp, süslenip püslenip pencere önünde kocasının yolunu gözlüyor. Tek geceleri dışarda kalmasın diye, kocasına ne içki sofraları hazırlıyor.

- Ama neye yarar efendim, iş işten geçti. O melek gibi adamı zorlaya zorlaya en sonunda şeytana çevirdi. Bundan sonra kulu - kölesi olmuş neye yarar!... Herif de her gece döve döve karısının pestilini çıkarıyor.

- Oh oldu şırfıntıya, affedersiniz, zorla istedi, kaşındı.

- A namussuz karı desen, çok affedersiniz, ulan a alçak karı desen, affedersiniz, şu kocanın kıymetini zamanında bilsen de, adamı da bu hallere sokmasan olmaz mı?... Adam sonunda bir haydut oldu, ancak o zaman kadın da yoluna saçını süpürge etti... A kaltak desen, affedersiniz, madem hanım hanımcık olmasını becerirsin, şunu önceden yapsan da... efendim?... İnsanoğluna demek, rahat batıyor.

Gece yarısını epiy geçmişti kalktıklarında.

- İyi geceler... Yine buyurun, bekleriz!... diye onları uğurlarken, eşik üstünde bile bu konuyu anlatıyorlardı.

Aradan birkaç gün geçti. Yetiştiremediğim işlerimi eve getirmiş, çalışacaktım. Masama daha yeni oturmuştum. 5 numarada oturanların hizmetçisi gelmiş, vaktimiz müsaitseymiş, Bey'le Hanım bize geleceklermiş.

- Buyursunlar...

Canlanmış şarap fıçısına benzer bir adamla malak iriliğinde bir kadın, bir de her oynak yerinden cilve dökülen kızları geldiler. Anlattıklarına bakılırsa, bunların da derdi, zoru 3 numaralı dairede oturanlarla...

- Demek tanışmadınız?... Çok tip bir adamdır. Bizim dairede memurdur. Bize yeni bir müdür gelmişti. Ama görseniz, ne centilmen, ne kibar bir adamdı. Sanki karşısındaki  memur müdürmüş de, kendisi memurmuş gibi... Çok asil bir adam canım, tasavvur edemezsiniz. Gayet terbiyeli, nazik... "Efendim"siz konuşmaz. Kimseye sert bir söz söylemez. Bizim daireye şimdiye kadar böyle, bir müdür gelmemiş. Bu, 3 numarada oturan herif, bu kadar yumuşak adamı buldu ya, artık şımardı da şımardı... Müdüre çıkışır, işe geç gelir, bazen hiç gelmez. Müdür yine de sesini çıkarmaz. Yalnız, "Rica ederim efendim" diye nezaketle ihtarda bulunur. Ama kime?... Bu 3 numaradaki, verilen vazifeleri yapmaz, müdürü takmaz. Bir, iki, üç, beş... Ehhh... Artık adamda sabır kalmadı. Bey'im, bu melek gibi Müdürü o herif, nasıl zorla barut yaptı bir bilseniz... Ama yalnız ona karşı... Şimdi hele bir sabah beş dakika geç kalsın, akşam iki dakika erken çıksın... Vay vay vay... O nazik müdür buna açıyor ağzını, yumuyor gözünü... Söylemedik söz bırakmıyor. Hani o sözleri köpek işitse kudurur. Ama bu herif hepsine katlanıyor. "Ne yapayım, çoluk çocuk var. Kovulursam aç kalırım" diyor. Hem de korkusundan nasıl çalışıyor, bir görseniz... İki üç kişinin işi üstüne yüklenmiş... Şimdi böylesine ne denir? Ulan bre namussuz, haşa huzurdan, madem böyle korkacaktın, madem böyle efendi efendi çalışacaktın, peki bunu evvelden yapsana... Şu müdürü de zorla kabalaştırmasan olmaz mı? A alçak desen, affedersiniz... Bu öyle bir heriftir ki... Şimdi Müdürün  başdalkavuğu, Müdür Bey'e kul - köle...

Bir gece önce sinemaya gittiğimiz için erkenden uyumak istediğimiz bir akşamdı. 2 numaralı daire komşumuz "Güle güle oturun" demeye geldiler. Çocuklarını zorlaya zorlaya serseri yapan bu aileyi çok merak ediyorduk. Oğlanı getirmemişlerdi. Daha ancak biriki  cümle konuşmuştuk ki kadın,

- Beş numarada oturanlarla tanıştınız mı, aman çok acayip insanlardır... dedi.

Kocası, karısının sözünü tamamladı.

- Zavallı kızı zorlaya zorlaya sonunda kötü yola düşürdüler.

Bir karısı, bir kocası anlatıyordu:

- Efendim, bunların bir kızları var.

- Doğrusu çok güzel bir kız... Güzellik yarışmasına girse...

- Birinciliği alır...

- Kraliçe seçilir. Yalnız güzel değil...

- Çok da tatlı bir kızdı. Namuslu kızdı, neme gerek...

- Kıza yıldan yıla bir entari yapmazlar.

- Bir iskarpin...

- Almazlar... Hizmetçiler bile...

- Ondan iyi giyinir. Sonra da...

- Başında kızın bir baskı, bir baskı...

- Kızın kısmeti çıktı...

- Vermediler... Biri daha istedi...

- Ona da vermediler. Biri çok yaşlıymış, öbürü de daha...

- Çok gençmiş... Bir başkası istedi...

- Zengin diye vermediler... Sonra...

- İyi bir adam istedi, ona da...

- Fakir diye vermediler. Sonra...

- Ona da vermediler. Kızı kapıdan dışarı...

- Bırakmıyorlar. Zavallı kız, külkedisi oldu. Sinemaya bırakmazlar, bir arkadaşıyla konuşturmazlar. İşte böyle böyle...

- Derken zavallı kızı kötü yola ittiler. Şimdi kızı görseniz...

- Şaşarsınız, iki dirhem bir çekirdek.  Bir çiçek oldu ki, koklayanın burnu düşer.

- Konsomatrislik yapıyormuş barlarda... Hatta...

- Randevuevine bile düşmüş, görenler var. Annesi babası derseniz...

- Kızın etrafında pervanelere döndüler: "Aman kızım üzülecek, aman yavrum sinirlenecek.."

- "Biraz çıksın dolaşsın... Haydi istersen sinemaya git kızım... Sana bu senenin moda renginden manto yaptırayım..." Kızı koyacak yer bulamıyorlar, işte en sonunda...

- Tepelerine çıkardılar. Şimdi kızın...

- Kıymetini anladılar ki...

- Şu kızın babasına, a hayvan desen, affedersiniz, gonca gül gibi kızının kıymetini zamanında bilsene a dürzü, affedersiniz... Şimdi kul - köle olmuşsun, neye yarar... Bre namuzsuz herif... sözüm buradan dışarı...

Başka bir akşam da 3 numarada oturanlar, hani şu yumuşak Müdürü zorla kabalaştıran memurla karısı geldi. Ben o akşam yıkanacaktım. Onlar "Bir sakınca yoksa gelelim mi?" diye haber gönderip sorunca yıkanmaktan vazgeçtim.

Kahvelerimizi içerken adam anlatmaya başladı:

- Dört numarada oturanlarla tanışmışsınız ama, onların ne mal olduğunu bilmezsiniz. Bu adamın Bankalar Caddesi'nde mağazası var. İthalatçılık yapar. Bunun bir de muhasebecisi var ki, namuslu insan olursa, bu kadar olur. Hem de çalışkan bir adam... Muhasebeciliği, katipliği, idare müdürlüğünü, bütün işleri bibaşına o yapıyor. Ayda da aldığı ne sanki... Topu topu altıyüz lira... Öyle adam altıyüze değil, altıbin liraya bulunmaz. Çünkü efendim, iş,  hırsızlığa çok müsait. Adamcağız, ayda onbin lira iç etse, patronun ruhu bile duymaz. Gelgelelim, bu adam kırk para haram yemez, tenezzül etmez. Daha doğrusu etmezdi... Bu, bizim dört numarada oturan herif, hiç yok yere adamcağızdan beş kuruşun hesabını sorar: "Ne oldu bugün paranın üstü?..." "Sen bana bak, benim gözümden kaçmaz!", "Anlamadın mı, ben adama on para sektirtmem!...", "Sen benim gözüme baksana, ben de kül yutacak göz var mı?", "Katakulliye gelmem haaa..."

Bu, hergün böyle çekilir mi? Bigün değil, bir ay değil, tam beş sene... Ulan, işte namuslu, sadık, çalışkan bir adam bulmuşsun, kadrini, kıymetini bilsene... Buldun da bunuyorsun...

Böyle diye diye en sonunda zavallı adamı zıvanadan çıkardı. Şimdi o namuslu adam, ayda en aşağı patronuna beş on bin lira kazık atıyor. Hem de göz göre göre... Bu bizim dört numarada oturan komşumuz da sesini bile çıkaramıyor... Çünkü adam iş biliyor, becerikli. Onbin çalıyorsa yüzbin lira da kazandırıyor. Bunu çıkarıp yerine başkasını alsa, yeni gelen hırsız olacak diye çıkaramıyor. Yani dünyanın en namuslu adamını zorla hırsız yaptı çıktı. Ancak ondan sonra adamın kadrini kıymetini anladı. Böylesine ne denir Bey'im?... Ulan namussuz, affedersiniz, madem adamın aylığını arttırmak lazımdı, şu adamı zorla hırsız yapmadan arttırsan, olmaz mıydı? Şimdi, yanımdan çıkacak da işlerim bozulacak diye ödü patlıyor. Çünkü adam, herifin bütün dalaverelerini biliyor. Yalnız vergi kaçakçılığını söylese, yandı beriki... A hayvan desen, pardon yani, hak etti de, iş işten geçtikten sonra aklın başına gelmiş neye yarar...

Apartıman komşularımızdan 1 numarada oturanlarla en sonra tanıştık. Hasta olduğum bir akşamdı...

- Vakitleri müsait mi, misafir kabul ederler mi? diye haber göndermişler.

-Buyursunlar!..

1 numarada oturan komşularımızın da dertleri günleri 6 numaradaki kiracılardı.

Erkek,

- Efendim, bir karışık, acayip aile... dedi.

Kadın tamamladı:

- Aman Bey acayip de laf mı? Dünyada bulunmaz bir kadın. Bikez eşsiz bir ev kadını. Evi çiçek gibiydi. Yemek, pasta, dikiş, çiçek, on parmağında on marifet var kadının...

- Ya kültürü?... Lise mezunu ama, benim diyen üniversite mezununu cebinden çıkarır. Herşeye aklı erer. Bir konuşması var...

- Durmadan da okur...

- Öyle de güzel ki...

- Gelgelelim kocası bir avanak. Nasıl kıskanç bir adam, anlatamam. Hani kıskanılacak da ortada bişey olsa bari... Kadının kocasından başka hiçbir erkekte gözü yok.  Gel de anlat herife...

- O pis herifin de nesini severdi, bilmem ki...

- Yolda beraber giderlerken, "Neye o herife baktın?"  diye hiç yoktan kavga çıkarır. Kadın, "Baktımsa kör olayım" diye ağlar. Evde bitürlü, sokakta bitürlu... Evde olsa, "Neye pencerenin perdesi açık?... Karşı apartımandaki oğlan  değil mi?..." Kadın, yapma, etme diye yalvarır, ağlar, para etmez... Akşam gelir,  "bugün eve hangi herifi aldın?...", "Kaç zamparan var?"

- En sonunda efendim, kadın da, "Ya öyle mi, ben sana göstereyim..." demiş olacak zahir...

- Yaaa... Zavallı kadının zorla baştan çıkmasına sebep oldu. Şimdi görseniz, zamparalar evde cirit oynuyor, kocası olacak herif de zamparalara hizmet ediyor.  Bikez kadına deli gibi aşık, ayrılamıyor. A namussuz desen,  yani affedersiniz, madem bu kadından ayrılamayacaktın, böyle seviyordun da şu kadın sana bağlıyken kıymetini bilsen olmaz mıdı?... Şimdi kadının kölesi... "Ruhum, hayatım, emret!" diyor. Kadının "öl" dediği yerde ölecek. A pezevenk, desen yani, çok affedersiniz, ulan şu kadının kıymetini...

Bütün apartıman komşularımız bize, "Gülegüle oturun"a gelmişlerdi. Artık misafirlik sırası bizdeydi.

Bir sabah apartımandan çıkarken alt kat merdivende bir adam,

- Günaydın Beyefendi... dedi.

- Günaydın...

- Biz yeni taşındık buraya... 8 numaralı dairenin kiracısıyız.

Demrk bizim dairenin karşısındaki 8 numaraya da kiracı gelmişti. Birlikte sokağa çıktık. Otobüs durağına geldik. Konuşkan bir adammış.

- Şu bizim dairenin karşısındaki 7 numarada bir herif oturuyormuş... dedi.

7 numarada biz oturuyorduk. Adam yüzüme karşı benden "herif" diye söz edince, "orada ben oturuyorum" diyemedim.

- Ne adamlar var şu dünyada... dedi.

- Efendim bu herif, buraya taşınmadan önce, 300 lira kira ile bir apartımanda oturuyormuş. Kaloriferli, asansörlü bir apartıman dairesi. Altı oda, bir salon... Parke döşeli...E insaf Bey'im, böyle bir apartıman 300 liraya olur mu? Apartıman sahibi, "Hiç olmazsa 400 lira verin" demiş.  Bu herif "Kırk para fazla vermem" diye diretmiş. Bunun üzerine iş mahkemeye düşmüş. Apartıman sahibi, "Oğlum oturacak" diye tahliye kararı alınca, bu kez herif apartıman sahibinin eline ayağına düşmüş, "Aman 800 lira vereyim de beni çıkarma!" diye yalvarmaya başlamış. Apartıman sahibi de kızmış, "Sen madem zamanında 400 lira bile vermedin, şimdi 800 değil, 8000 versen kabul değil" demiş. Bu 7 numarada oturan herif var ya, dört odalı daireyi 900 liraya tutmuş. Dört odalı daireye 900 lira verilir mi ulan?... Tabii o 900 verince apartıman sahibi bize de daha aşağı vermedi. Şimdi böylesine ne denir?...  Madem 800 vereyim diye apartıman sahibine yalvaracaksın, şunu zamanında...

- Benim otobüs geldi... diyerek, o sırada durağa gelen gideceğim yerin tersine giden otobüse hemen atladım.


8 numaralı dairede oturan komşumuzun alacağı olsun, ben ona göstereceğim. Sanki ben onun ne mal olduğunu öğrenemez miyim?... İşte buyüzden apartımandaki komşularımızdan hiçbirine gidip gelmiyoruz.

************************************************************


Öykünün kitaptaki orijinal hali için Imgur linki: http://imgur.com/a/fRdbO

17 Ekim 2016 Pazartesi

Beşiktaşlı devrimci

futbolla arası olan biri değilim. desteklediğim, sempatizanı olduğum birkaç takım var: barcelona, liverpool, beşiktaş, adana demirspor. evet, tamamen siyasi nedenlerle. barça hayranlığım biraz daha ayrıdır gerçi. öyle maç izleyen biri de değilim normalde. çok çok nadiren, çok özel maçlar olursa arkadaşlarımla falan izlerim kırk yılda bir. onun dışında derbi maçlardan bile son anda haberim olur, sosyal medya sağ olsun. beşiktaş kalecisinin tolga zengin olduğunu dün öğrendim, o kadar söyleyeyim. ama takım sorduklarında, yine de “çarşılıyım” derim.


1980 öncesi dev-genç’li olan abim hasta beşiktaşlı, öyle böyle değil ama. kuzenlerimden küçük kardeş hasta fenerli, abisi hasta beşiktaşlı. abim geldi geçenlerde. haberi duyunca kuzenler de geldi. rakılar açıldı, sohbet ediyoruz. konu nasıl döndü dolaştı hatırlamıyorum, futbola geldi bir ara. beşiktaşlı olan kuzenim, düğün gününü bile beşiktaş maçı tarihine göre ayarlamıştı, öyle bir manyak. ben bu olayı anlatınca, “zaten beşiktaşlı olmak, ancak manyaklıkla açıklanabilir bir şey” dedi abim. başladı anlatmaya…

sene 1982. ligin son iki maçı. beşiktaş ve trabzonspor arasında müthiş bir şampiyonluk yarışı var. sondan ikinci maç beşiktaş-trabzon maçı. 1-0 kazanan şampiyon olacak. maç istanbul’da, inönü stadyumunda. 12 eylül darbesinin üzerinden 2 sene geçmiş, sıkıyönetim devam ediyor. akşamları sokağa çıkma yasağı var, 06.00’da bitiyor yasak. abim örgüt üyeliğinden aranıyor. mecidiyeköy civarında bir yerde saklanıyor o vakitler.

- o gün beşiktaş’ın trabzon’la maçı var. örgüt disiplinimizi hiç bozmadık. sokağa çıktığımızda, beş yüz metre ileride ne olduğunu görmek, bilmek zorundayız. düşüncesizce adım atma şansımız yok. diğer yandan da beşiktaş aşkı var. maç çok önemli. sabah beşte kalktım. kendi kendimi yiyorum. o maça gitmem lazım.

o kadar kritik bir maç ki, eğer berabere biterse son maça kalacak şampiyonluk yarışı. beşiktaş’ın son maçı eskişehir’de, eskişehirspor’la. eskişehirspor de kümede kalma mücadelesi veriyor. yenilirse küme düşecek, o yüzden maça asılması lazım. trabzon ise adanaspor ile oynayacak ama kendi sahasında oynamanın avantajını yaşayacak.

şimdi nasıl bilmiyorum ama, o yıllarda maç günü stadın önünde müthiş kuyruk olurdu. bilet almak için sabah erken saatlerde sıraya girmek gerekirdi. hatta bilet kuyruklarında karaborsacılar olur, ön sıralardan kuyruğa girmek için o karaborsacılara para verilir, onların yerine geçilirdi sıraya. abim takmış kafaya, o gün o maça gidecek. erkenden evden çıkıp stada giderek bir an önce bilet alma telaşında. evde dönüp dolaşıyor, saat oluyor 05.45. yasağın bitmesine 15 dakika var. “ulan çıkarım şimdi, ben zaten meydana gidene kadar saat altı olur, yasak biter” diyor ve daha fazla dayanamayıp çıkıyor evden. sokağı kesiyor, etraf temiz. tam mecidiyeköy meydana doğru çıkmak üzereyken polis ekibi kesiyor yolunu.

- nereye gidiyorsun?

altında siyah pantolon, üzerinde beyaz gömlek, boynunda beşiktaş atkısı var.

- abi bugün beşiktaş’ın maçı var, stada gidiyorum.
+ sokağa çıkma yasağı olduğunu bilmiyor musun?
- abi, şampiyonluk maçı. birazdan biter yasak. erkenden stada gitmem lazım.
+ alın bunu arabaya!

haydaaa… kaçsa kaçamaz. karakola giderse durum zaten sakat. yapacak da bir şey yok. çaresiz biniyor arabaya. ekip otosu gayrettepe’ye doğru ilerliyor. “şimdi sıçtık” diyor abim. oraya girerse, çıkması mümkün değil! devrim uğruna değil, düpedüz beşiktaş aşkına gidecek. neden on beş dakika daha beklemediğine küfrediyor kendi kendine. ekip otosu gayrettepe şubesi’nin önünden dönüp devam ediyor. şişli karakoluna götürüleceğini düşünüyor abim bu kez. gayrettepe’ye oranla iyi gibi ama zaten aranan biri olduğu için de ne kadar iyi olabilir ki sonuçta? bu arada henüz kendisine kimlik kontrolü yapılmadığını fark ediyor. ne yapmak istediklerini, ne yapabileceklerini düşünüyor. ekip, şişli karakolunu da geçiyor. durum iyice tuhaf, tuhaf olduğu için de korkutucu bir hâl almaya başlıyor. bir belirsizlik var ortada. düşünüyor abim, ileride bir de osmanbey karakolu var, herhalde oraya götürülüyor ama neden öyle bir şey yapıyorlar ki acaba? yol boyunca herhangi bir konuşma da olmuyor pek. bu da ayrıca ilginç. daha önce gözaltına alınmışlığı da var, işkenceden geçmişliği de. polisin ne yapacağını bilir genelde. bu seferki çok bambaşka bir şey. böyle düşüne düşüne giderken, osmanbey karakolu’nu da geçiyor otomobil. irkiliyor abim. ulan üç tane karakol var civarda götürebilecekleri. burayı da geçtiklerine göre, bu iş başka bir yere gidiyor. otomobildekileri iyice incelemeye başlıyor abim. yoksa bunlar normal polis değil mi? sakın şehir dışına götürülüyor olmasın? infaza götürüldüğü geçiyor bir an kafasından ama kimlik kontrolü yapılmamış, infaza gitmesi için şimdilik bir gerekçe yok ortada. otomobil maçka yoluna sapıyor. hoppalaaa… gözleri arabanın kapısına ilişiyor. kapıyı açıp atlayarak kaçmayı düşünüyor. çünkü bu işin sonu zaten hayır değil, en azından canını kurtarmayı deneyebilir. maçka parkı’na yöneliyor otomobil.

- düşünüyorum; bunlar normal polis olsa, beni üç karakoldan birine götürürlerdi. mit falan olsa, şehir dışında infaz ederlerdi belki ama kimlik kontrolü de yapılmadı. maçka parkı’nda ne yapacaklarını da anlamadım. kimse soru sormuyor, bir şey söylemiyor. niyetlerini anlasam, ona göre bir formül düşüneceğim. maçka parkı'nın kapısına doğru gidiyoruz biz.

gece yasak başladıktan sonra sokaklarda yakalananlar, duruma göre ya karakola götürülür ya da karakolda yer kalmadığı için spor salonları, parklar gibi geniş alanlara. maçka parkı’na da gece gözaltına alınanları toplayıp getirmişler, bir yığın insan var içeride. bu yakalananların hepsi suçlu olmayabiliyor. kimisi gidecek yeri olmayan evsiz barksızlar, kimisi yasak saatini kaçırmış sıradan yurttaş. kimlik kontrolü sonunda “temiz” oldukları görülürse, yasak bitene kadar gözaltında tutuluyor, sonra serbest bırakılıyorlar.

ekip otosunun maçka parkına ulaşması, yasaktan ötürü yollar bomboş olduğu için 10-12 dakika falan sürüyor. parkın kapısına yakın bir yerde duruyor otomobil. kimsede çıt yok, en ufak bir hareket yok. komiser önce saatine, ardından göz ucuyla parkın kapısına bakıyor. az sonra da parkın kapısı açılıyor, gözaltına alınanlar serbest bırakılıyor. yığınla insan çıkıyor parktan koşarak.

- üzerimize doğru insan seli akıyor, koşarak geliyorlar. ben de şaşkınlıkla izliyorum olan biteni.

komiser iniyor otomobilden. arka kapıyı açarak abimin kolundan tutup indiriyor aşağıya. sağına soluna bakındıktan sonra dönüyor abime;

- şimdi kaybolup gidiyorsun buradan, bir daha yasak saati dışarı çıkmıyorsun. bu maçı alamazsanız, bir dahaki sefere bacaklarını kırarım senin. koş ulan!

meğer komiser de beşiktaşlıymış. yasak bitene kadar 15 dakika dolaştırmışlar abimi. maçka parkı’na da, kalabalığın arasına karışır gider diye getirmişler.

- komiserin yüzüne baktım, belli belirsiz gülümsüyor bana. iki beşiktaşlı birbirimize göz kırptık. kalabalığın arasına karışıp uzaklaştım oradan, doğru stada…

o günkü maç 0-0 bitti. bir sonraki hafta trabzonspor kendi sahasında adanaspor’u 1-0 yendi. beşiktaş – eskişehirpor maçı ise ayrı bir efsane oldu. beşiktaş 2-1 öndeyken, sahanın karışması sonucu hakem talat tokat76. dakikada maçı tatil edecekti. (bkz: 13 haziran 1982 eskişehirspor beşiktaş maçı)

hükmen galip geldiği açıklanan beşiktaş, 15 yıl aradan sonra şampiyon olmuştu o yıl.

- beşiktaş aşkı böyle bir şey. ne devrimcisi normal tepki verebiliyor, ne polisi.

16 Ekim 2016 Pazar

Söz anlamını yitirdiğinde


Bu yazı herhangi bir politik mesaj, toplumsal kaygı vb taşımamaktadır. Sadece kişisel tarihime düştüğüm bir nottur. Hem ileride bu yazılara baktıkça hangi yollardan geçtiğimi anımsamama hem de 2016 Türkiye'sinin ne durumda olduğunu görmeme yarayacaktır.


Yazmak ne zaman anlamlıdır? Yazdıklarınız gerçekten birilerine, bir yerlere ulaştığında. Burada okunurluktan bahsetmiyorum elbette. Kastettiğim, yazının işlevselliği ve her alandaki mücadeleye somut katkı sunması.



Üç buçuk aydır (darbe girişiminden 15 gün öncesi başlayan bir süreç) Facebook hesabımı açmadım bile, çok istisnai bir iki durumu saymazsak. Çok benzer nedenler, bir süredir Twitter'da da kendini göstermeye başladı. Malum, bir süredir FETÖ adı altında cemaate karşı bir operasyon yürütüyor iktidar. Bu operasyonların salt cemaati vurmayacağını, zamanla yayılarak hepimize dokunacağını ve acilen örgütlenerek bu gidişin nasıl sonlandırılabileceği üzerine kafa yorulması gerektiğini daha önce de yazdım. Oysa bugün Türkiye'de çoğunluğun muhalefet anlayışı şu: İktidar mensubu herhangi biri çıkıp cemaatle ilgili bir şeyler söyler, "Bunları zaten AKP güçlendirdi, zamanında da bunu söylemişlerdi cemaat için" biçimli paylaşımlar yapılır (o da sosyal medyada) ve bu paylaşımlar yüzlerce, binlerce insan tarafından desteklenerek "toplumsal muhalefet"in dibine vurulur. Artık bir gerizekalının bile bildiği şeyleri tekrarlamak, ortaokul çağındaki bir çocuğun yapabildiği ve hiçbir işlevselliği olmayan "durum tespitleri"ni paylaşmak, ama buna karşın çözüme yönelik herhangi bir şeyin konuşulmaması ve çözümün bir parçası olmaya yanaşmamak... Sosyal medyayı domine eden kişilerin yaptığı şey, sadece tribünlere oynayıp alkış almaktan ibaret ve bu kadar işlevsiz, zekadan yoksun, çözüme en ufak bir katkısı bulunmayan tespitlerin bu kadar alıcı bulması can sıkıcı. Dön dolaş; "AKP şunu yaptı, AKP bunu yaptı, ülkeyi bu hale getirdi, böyle zarar verdi..." Eee? Bunları bilmeyen mi var? Tamam, AKP çok kötü. Cemaati de AKP büyüttü. Beşikteki bebe bile biliyor bunu. Sonra? Çözüm önerin ne? O kalabalığın arasında sesimizi duyurmakta zorlandığımız gibi, duyan birkaç kişi için de bir şey değişmiyor; üstelik söylediklerimize hak verenler dahil. Zaten en kötüsü de bu ya. Şikayet ettikleri sistemi bizzat besleyen kitle, besleyenleri de eleştirdiği halde eleştirdiklerinden zerre farkları olmadığının da farkında değil. Yani elleriyle besleyip büyüttükleri bataklıktan şikayet eden, durum anlatıldığında da ya kabul etmeyen ya da etse bile en ufak bir tavır değişikliğinde bulunmayan kitleye yazmanın, bir şeyler anlatmanın, bu beyhude çabanın ne kadar aptalca olduğu ortada değil mi? Üstelik bahsettiğim kitle de "aklı başında" sandığımız kişilerden oluşuyor, "ortalama" olarak nitelediklerimizden söz etmiyorum.

Aynı şekilde, feminist bir arkadaşla konuşmakta olduğumuz konuda da aynı durum geçerli. Bir tweet düştü timeline'a. Feno denen bir kişinin tweet'i. Şahsı, öncesinde de yine timeline'ıma düşen tweet'lerinden biliyorum. Profil sayfasına girip baktım. Her iki cümlesinden biri; "aq, oç, anasını sikeyim, ananın amı..." vb. Siyaset yazarken de böyle, maç izlerken de böyle, herhangi bir şeyden söz ederken de böyle. Takip edenlere baktım tanıdıklarım arasında, manzara feci felaket. Timeline'ında sürekli cinsiyetçilik eleştirisinde bulunan kadın arkadaşlardan tut, yine "aklı başında" sandığımız ve bu konularda sürekli eleştiri getiren kadınlara kim istersen var. Yine ortalamayı saymıyorum burada. Arkadaşa da söylediğim gibi; durum buyken, biz hangi cinsiyetçilikle ve eril dille mücadele edip kime ne anlatıyoruz ki? Tüm o küfürleri (isterse "Ben normalde küfür paylaşmam ama" ile başlayan cümlelerle hafifletilmeye çalışılsın) beğenerek, paylaşarak, hatta hiç etkileşime girilmese bile takip ederek meşru zemine oturtan bunca kadın (ki özellikle vurguluyorum, aklı başında sandıklarımızdan söz ediyorum hep) varken, bizim cinsiyetçilik/erillik karşıtı bir şeyler anlatıp akıntıya kürek çekmemizin ne anlamı var? En basitinden; erkek arkadaşları bu konuda uyarmaya kalktığımızda "Kadınlar bile şikayetçi değil, bu kadar kadın takip ediyor ve paylaşıyor" gibisinden yüzde yüz haklı bir savunma getirdikleri anda, verecek hiçbir yanıtımız kalmıyor. Hem mağduru oldukları cinsiyetçiliği ve erilliği besleyip hem de bundan (hakları varmış gibi) şikayet eden grubun ne mücadelesi var ki, neye destek olmak için neyi yazacaksın? Yazma kısmı dahi bir kenara, bu konuda mücadele etmek veya mücadeleye destek vermek bile gereksiz.

Sorun şu ki; yazdıklarım, beğenenlerde bile bir şeyin değişmesine yaramıyorsa ve her şey aynı tas aynı hamam devam ediyorsa, yazmak benim açımdan anlam ifade etmiyor demektir. Çünkü politik yazıları bir karşılığı olsun, bir işe yarasın, bir şeye dokunsun diye yazıyorum. Bahsettiğim tutarlılıkta ve bilinç düzeyinde birinin okumasına zaten gerek yok. Diğer kitle de okuyup beğendiği halde kendini sorgulamak yerine eleştirdiği sistemi beslemeye devam ediyorsa, o yazı hiç yazılmasa da olur. Yazıyorsun, "Keysi çok güzel yazmışsın, ellerine sağlık" denip paylaşılıyor, ancak bunu söyleyen, yapan kişide bile bir değişikliğe neden olmuyor. O yüzden birçok alandan çekilmenin daha akıllıca olduğunu düşünüyorum kendi adıma. Feminist arkadaşın itirazına verdiğim yanıt gibi; direkt mağduru olmadığım, mağdurları tarafından beslenen konunun müdahili olmak yersiz. Musibetten dahi akıllanmayan bir toplum olduğumuz düşünüldüğünde, herkesin hak ettiğini yaşamasına izin vermek gerekiyor.

Bu, hiç yazı yazmayacağım anlamına gelmiyor elbette. Belki daha kişisel, daha çok kendim açısından notlardan oluşacak, bilmiyorum. Ama örneğin tutup da kadın hakları, cinsiyetçilik, cinsel şiddetle mücadele gibi alanlara, öğrenci hareketlerine, ülkedeki gündeme, örgütlülüğün gerekliliği gibi konulara dair olmayacak. En azından bir süre.

Devrimciliğin, vazgeçmemek olduğunu söyler bazı arkadaşlar. Kendi alanımdaki mücadeleden vazgeçiyor değilim zaten. Sadece, değmediğini gördüğüm alanlarda boşa nefes tüketmek, akıntıya kürek çekmek gereksizliğini kenara bırakıyorum.

Hak edenin, hak ettiğini yaşamasını dileklerimle...

30 Ağustos 2016 Salı

Kadın Özgürleşmedikçe


Kadın ve kadının özgürleşmesi konusu üzerinde neden önemle durduğum sorulur sık sık.

Çünkü devrim gibi müthiş lezzetli bir düşümüz, bir idealimiz var. Tüm ezilenlerle birlikte bu ezici düzeni alaşağı edip yerine kimsenin ezilmediği özgür bir dünya inşa etmenin düşünü kuruyoruz tutkuyla. Kadınsa, tüm o ezilen gruplar içinde ayrıca ezilen, dünyanın her yerinde ezilen, en çok ezilen en büyük grup. Eğer ezilenden yana saf tutuyorsak -ki devrimci olarak tuttuğumuzu iddia ediyoruz- en çok ve en acımasızca ezilen kadının yanında durmamız, zaten önceliğimiz olmalı. Ayrıca kadını özgürleştirmedikçe gerçek bir devrim asla olmayacak! Kadını özgürleştirmenin yoluysa erkeğin içindeki o "errrrrrrkek"in ezilmesinden geçiyor. O yüzden;

Önce erkeğin o egosunun üzerinde yürüyeceksin ayakkabılarınla. Ayaklarının altında böcek gibi ezilecek. Tutup ellerinle sağından solundan çekiştirecek, yıpratacak ve hatta iğdiş edeceksin o "errrrrrrkek"i.

Elinde balyozla bir züccaciye dükkanına girer gibi gireceksin içine. Duracaksın dükkanın tam orta yerinde. Yıllarca biriktirdiği o kristal, o değerli, o ışıl ışıl parlayan camlara, camdan raflara, duvardaki aynalara bakacaksın. Az sonra içinde kopacak fırtınayı baştan biliyor olmanın keyfiyle, kararlı ama sakin bir tebessüm yayılacak yüzüne. Balyozu sıkıca kavrarken parmaklarınla, hınzır hınzır gülümseyip bakacaksın o kristalllere, camlara.... Derin bir nefes alıp kaldıracaksın başını yukarı ve hızla indireceksin balyozu önündeki camdan rafa! Büyük bir şangırtı kopacak. Özgürlüğün ezgisini duyacaksın o şangırtıda. Gözünün gördüğü ne varsa içeride, balyozu patlatacaksın tepesinde. O kopan şangırtı daha da coşturacak seni. Vuracaksın balyozu ve camlar uçacak havada. Uçuşan her bir parçacıkta erkeğin darmadağın olan "errrrrrrkek"liğini göreceksin.

Kutsal tapınakları, devasa binaları patlatır gibi patlatacaksın erkeğin içinde ilkel ne varsa. Dibine yerleştirdiği dinamitler patladığında paramparça olacak bina. Şehri kuşatmış sıra sıra binalardan her biri gürültüyle çökerken havai fişekler patlayacak yerlerinde, bir parça daha açılacak gökyüzü. Her çöken binadan sonra başını kaldırıp göğe bakacak, özgürlüğün kokusunu derin derin çekeceksin ciğerlerine.

Acımayacaksın! Un ufak edeceksin! Kırdığın, ezdiğin, parçaladığın, patlattığın her bir parçasının ardından dans edeceksin şarkı söyleyerek. Özgürlük tutkusu kaplayacak bedenini, ruhunu...

Öpüldüğünde prense dönüşmüyor madem bu biçimsiz kurbağa, o halde sen de vurarak güzelleştireceksin. Vuracaksın; ta ki o çirkinliğinden geriye hiçbir şey kalmayıncaya dek.

İşte o zaman ortaya çok güzel bir şey çıkacak. Cinsel olarak erkek, sosyal olarak insan bir varlık çıkacak ortaya. İşte o zaman erkek de kadın da özgürleşmiş olacak. Kadının özgürleştiği bir dünyanın ne kadar güzel olabildiğine şaşkınlık ve hayranlıkla bakacaksın. Sokaklarında gecenin bir vakti kol kola girmiş kadınların şen şakrak kahkahalar atarak yürüdüğünü gördüğün şehrinin ne kadar muhteşem olabildiğine sen bile inanamayacaksın. Yolda, vapurda, trende, barda, parkta tek başına korkmadan istediğini yapabilen kadınların yüzlerindeki tebessümün, gezegeni ne kadar keyifli bir yer haline getirdiğini izleyeceksin huzurla. Dünya güzelleşecek, sen güzelleşeceksin, her şey güzelleşecek...

İşte o zaman gerçek bir devrim yapacaksın! Önünüzde hiçbir şey duramayacak. El ele verip yürüyeceksiniz hepimizi ezen bu çarkın dişlililerini kırmak için. Hepimiz kurtulacağız zincirlerimizden. Özgürleşeceğiz...

Kadın özgürleşmeden, devrim de yok özgürlük de!


4 Ağustos 2016 Perşembe

Durakta



Durakta beklerken, kulaklıktan bir ses yükselir; What if god was one of us... (Ya tanrı içimizden biriyse?)

Bazen sırf bu soru için durduk yere binerim otobüse.

Hakkaten lan, ya içimizden biriyse? Otobüsteki yabancıysa mesela?

Bindim otobüse. Şoförün tipine baktım. Cıks... bu olamaz. Baksana abi şu tipe, bariz cemaatçi bu. "Pasaklı" diyor şarkıda; şu olabilir mi acaba? Ya da "büyük" dediği için şu 1.90'lık yarma? "İyidir" de diyor ama; kesinlikle ikinci sırada oturan kumral güzellik olmalı. Tabii ya, baksana surata, cennetten geldiği çok belli bunun.

Ben böyle mal mal "Acaba hangisi" diye etrafıma bakarken, cemaatçi tipli şoförün sorusuyla kendime geldim:



- Bilaader, bilet atmıyo musun?

Hay... Kumral güzellik de bana bakıp güldü, iyi mi! Tanrıyı bulucaz derken rezil olduk gene...

Yanımdaki bıyıklı, gözlerimin içine derin derin bakmaya başladı birden. Bunun iki anlamı olabilirdi; ya "Aradığın benim" diyen tanrıydı bu, ya da bana yazmaya niyetlenmiş bir eşcinsel. Hayır hayır, bu oydu... Gözleriyle onay verircesine başını öne doğru salladı çoook hafif biçimde.

- Kime diyorum? Yok mu biletin?

Bu kez daha fazla sayıda kafa döndü bana. Yok işte, bilet almayı unutup dalmışım otobüse. Şarkı dönüp durmaya devam ediyordu kafamda; "Tek soru şansın olsaydı, ne sorardın?"... Otobüsteyim, tanrıyla karşılaşmışım ve tek soru hakkım var. Ne sorabilirim ki otobüste;

- Hacım, fazla biletin var mı?

Harika! Tanrıya sorulacak tek soru hakkımı da böyle harcamış bulundum.

- Akbil bassam olur mu?
+ Olur olur, ver.

Diritiid diitt....

- Teşekkür ederim.
+ Parası?

Parası mı? Parası mııı???? Püüüü... Ulan bu İstanbul tanrıyı bile bu hale getirmişse amına koyim ben böyle İstanbul'un! Uzattım bozukları.

- Eyvallah.

Bırak yaa bırak, ne eyvallahı?!?! Tanrı olmuşsun ama adam olamamışsın adaamm!!! Orada anladım "Yeaaah yeeaaah, god is good" vs ile ne demek istediğini. "He anam he, tanrı büyüktür, iyidir, he" gibisinden sarmış ince ince.

- Eee... Ben teşekkür ederim.

Tabii oğlum, ne olur ne olmaz. Terslenmeye de gelmez şimdi, ben totoyu sağlama alayım da... Tip tip baktı bana. Anladı mı lan acaba içimden geçeni? İyisi mi ben şöyle ufak ufak ilerleyeyim arkaya doğru.

"Eve gitmeye çalışan bir yabancı..."

Evet, en iyisi nereye gittiğini sorup emin olmak. Tekrar ön tarafa ilerledim.

- Afedersiniz, eve mi gidiyorsunuz?
+ Sana ne lan?
- Hayır yani, tanrıysanız diye sordum.
+ Ne diyosun lan sen?
- Tanrı değil misiniz?

Donk çitonk smock tock ... @!%&!=@+%&-

Şarkı bitti ve tam o an otobüs geldi. Sağıma soluma baktım, hala duraktayım. Otobüse doğru iki adım atıp durdum. Kafamda hâlâ nakarat yankılanıyor: What if god was one of us. Şoför, binip binmeyeceğimi kestirmeye çalışarak bana bakıyor;

- Karar ver. Binecek misin binmeyecek misin?

What if god was one of us?

Bırak yaaa, başlarım otobüsüne de yabancısına da.

- Yok, gelmiyorum.
+ Deli midir manyak mıdır nedir yaaa....

What if god was one of us?

- Taksiiiiiii...

Aynadan taksi şoförünü kesiyorum. "Tanrının bir adı olsaydı, acaba ne olurdu?"...

- Afedersiniz, adınız neydi?

23 Temmuz 2016 Cumartesi

OHAL'in ardından

Her şey göstere göstere geldi.

Ama bitmedi...

Yıllardır yazıp çizdiklerimi, anlatmaya çalıştıklarımı ve bunlara verilen tepkileri düşünüyorum şimdilerde. Tüm uyarılarıma "Korku senaryoları yazıp duruyorsun, içimizi karartıyorsun" diyen arkadaşların şimdi ne düşündüğünü bilmiyorum. Hiç de sormadım kendilerine. Başlarda, 15 Temmuz gecesi ve takip eden üç gün boyunca kafalarına dank edeceğini düşünüyordum. Şimdi o konuda bile zerre inancım yok.

Çoğunluğun kafasındaki tablo şu: 15 Temmuz gecesi bir darbe girişimi oldu. Hükumet bu girişimi püskürttü. Üç aylık OHAL ilan edildi. Bu üç ay boyunca cemaatçileri temizleyecekler, sonra ortalık durulacak, biz de kaldığımız yerden devam edeceğiz. Cemaatçi olmadığımız için bizi ilgilendiren bir şey yok.

Hayır, böyle olmayacak. Gazeteci Ceyda Karan'ın geçenlerde bir televizyon programında söylediği gibi; "Devlet çöküyor şu an." Mevcut tabloyu tam olarak betimleyip olası senaryoları, ihtimalleri yazmaya artık gerek duymuyorum. Bunların hiçbir önemi kalmadı artık benim açımdan. Son bir gayretle çırpındığımız zamanlarda Pokemon kovalayıp "Laiklik beee" tweet'leri atanlarla bir şey yapılamayacağı gibi, bir şey anlatmak da gereksiz. Bir toz bulutu var havada ve ardından çok daha büyük bir karanlığın çökeceği aşikâr.

Artık geldiğimiz noktada, "Ne darbe ne diktatörlük. Üçüncü bir yol için neler yapabiliriz?" diye sorması, düşünmesi gereken kitle hâlâ gayet rahat bir biçimde hayatlarını sürdürüyor ve sanki hiçbir şey yokmuş gibi eğlencelerine devam ediyorsa, söz anlamını yitirmiş demektir son kertede. 

Zaman zaman söylediğim bir söz var: Bu ülke için asıl tehlike AKP değil, solculardır. Okumuşun cahili çok tehlikelidir, derim hep. Ülke bugünlere gelirken hiçbir şey yapmayıp keyfini sürdüren, eğlencesinden feragat etmeyen, uyaranlara burun kıvırıp felaket tellallığıyla suçlayanlar, kendilerini solcu olarak tanımlayan başta ulusalcılar, Kemalistler ve sosyalistlerin bir kısmıydı. Yine aynı kitle durumun o kadar farkında değil, o kadar umursamaz, o kadar rahat bir tutum içinde ki, tehlike dediğim şeyi de bu oluşturuyor. Bu kadar tembel, bu kadar lakayt, bu kadar kendi keyfine düşkün, bu kadar kör, bu kadar kibirli, bu kadar ben merkezci bir muhalefetin varlığı, otoriter bir iktidarın varlığından çok daha tehlikelidir.

Şu son bir haftada yaşananların ardından artık silkelenip kendilerine geleceklerini düşünürken görüyorum ki, büyük çoğunluk aynı tas aynı hamam devam ediyor. OHAL'in sadece cemaate yönelik olduğunu, üç ay sonra kalkacağını ciddi ciddi düşünen bir halk var. Sokağı izliyorum, aynı rahatlık. Sosyal medyaya bakıyorum, aynı umursamazlık... Ara ara o aptalca umut telkin eden sözlere denk geliyorum: "Her gecenin sonu aydınlıktır", "Türkiye bir gün bu baskıcı rejimden kurtulacak" vs... Çok güzel temenniler bunlar ama nasıl olacağına dair hiç kimsenin somut bir şey söylediği yok. Evet, her gecenin sonu aydınlıktır da, kutuplarda altı ay sürüyor o gece! İran devrimi 37 sene önce yapıldı ve İran hâlâ aydınlığı görmüş değil. 37 yıl, insan hayatı için çok önemli bir zaman dilimi; insan ömrünün yarısı. Süslü, boyalı sözlerle çıkmayacağız aydınlığa. O çok özlediğimizi söylediğimiz "Tek derdimizin falanca olduğu yıllar", peri kızının sihirli değneğiyle gelmeyecek.

"En dibi görmeden yükselemiicez. Böyle top gibi, en dibe vurucaaaazzz, sonra oradan tekrar çıkıcaaaz" fasaryasını yıllardır dinlerim. 1 Kasım seçimlerinden sonra bu blogda yazdığım yazıda buna verdiğim yanıtı belirtmiştim. Yine bu ezberi tekrarlayan bir siyasetçiye, aynen şunları söyledim yıllar önce; "O topun yükselebilmesi için zeminin beton olması gerek. Oysa zemin balçık. Fıs diye gömülür kalır o top çarptığı yerde. Dahası, top da patlak. Sert bir zemine vursa bile yükselemez!" 

Tamam, peki, durum kötü. Peki ne yapacağız? Hiçbir şey!... Soranlara söylüyorum; bu halkla hiçbir şey yapılamaz! Bugün hâlâ şu tabloda bile nasıl örgütlenip nasıl mücadele etmek gerektiğini, darbeyi de diktatörlüğü de reddedip üçüncü yol arayışına girmeyi konuşmak yerine aynı lümpenlikle, aynı rahatlıkla, aynı vurdumduymazlıkla zevzek zevzek yaşayan bu halkla hiçbir şey ya-pı-la-maz!

Diğer olasılıkları geçerek söylüyorum; bu hükumet ve OHAL ile devam eden süreç salt cemaatçileri vurmayacak. AKP, kendisine muhalif olan tüm kesimleri hedef alacak; apolitikleri bile! O yüzden önereceğim yegâne şey; imkânı olanlar yurtdışı seçeneklerini çok hızlı bir şekilde değerlendirsin. Hiç vakit kaybetmeden, hemen bugün, şimdi!

Mücadele gibi bir şey söz konusu değil. Zira birlikte mücadele edebileceğin bir halk yok yanında. Hâlâ iyimser tablolar çizen, hâlâ bireysel lümpen hayatını sürdüren, hâlâ saç baş yolduracak cinsten vurdumduymazlık içinde milyonlarca insan var ve bunlar için nefes tüketmek bile zaman kaybı. Artık uzun uzun yazıp anlatma gereği duymuyorum hiçbir şeyi. O aşamayı geçtim. Somutlaştırmak için şöyle tasvir edeyim: İnşaat çöküyor, o büyük gürültüyü herkes duyduğu halde "Bana bir şey olmaz" diyerek sanki bir şey yokmuş gibi davranıyor, "Yahu kalkıp yerden kalas alın, şuraya destek verin, şuraya bastırın" diye bağırıyorsun ama kimsenin umrunda değil. İnşaat çöküyor ve sen elindeki kalasla tek başına hiçbir şey yapamazsın. Dışarı at kendini, yoksa enkazın altında kalacaksın.

Ya yurtdışına gitme imkânı olmayanlar? Geçmiş olsun... Eğer kafayı Game of Thrones'tan kaldırabilselerdi, bugün zaten bunu konuşuyor olmayacaktık. Bu kitle için de mücadele etmeye değmez zaten. Bazı devrimci yapılar kendi mahallelerinde mücadelelerini sürdürecektir. Onların durumu ayrı. Zaten onlara da bir parça kulak verilmiş olsaydı, şimdi bu toz bulutunun içinde boğulmuyor olacaktık.

Velhasıl; bir avuç insan koca bir ülkeyi sırtlayıp kaldıramaz. Geçmişte de olduğu gibi, o ağırlığın altında ezilir ve ağır bedeller öder. Kalan çoğunluğa, o bir avuç insana yardıma gelmeleri için seslenmeye gerek yok. Onların akıbetini, 1958 yılında Aziz Nesin yazmıştı; Ah biz eşekler... 


Aziz Nesin'in "Ah Biz Eşekler" adlı öyküsünü okumak için tıklayın: http://eksi-cassey-jones.blogspot.de/2016/07/ah-biz-esekler.html



22 Temmuz 2016 Cuma

İyi olur inşallah (Aziz Nesin)

Aşağıdaki hikaye, Aziz Nesin'in "Mahmut ile Nigar" isimli kitabında yer almaktadır. Türkiye toplumunun belki de en güzel tasvirlerinden biridir. 

Hikayeyi, birkaç sene önce yine kitaptan baka baka Ekşi Sözlük için yazmıştım (kopi peyst değil alın teri). Silinen entry'ler arasındadır bu da. Sözlükten buraya aktardığım için büyük/küçük harf ayrımı olmadı tabii. Ben de üşendim hepsini düzeltmeye. Aynen olduğu gibi aktarıyorum buraya.

Sonumun Yusuf Efendi gibi olması ise kuvvetle muhtemeldir...

************************************************************************







hafta arası bigün, bakırköy akıl hastanesine bir genç adam geldi. hastane kapısında beyaz gömlekli işçilerden birine,

- yusuf efendi'yi görmek istiyorum, dedi.

+ hangi yusuf efendi?

- mıcırlı yusuf efendi. .. aşağı mıcır'dan yusuf efendi...

+ hangi serviste çalışıyor?

- çalışmıyor. hasta. aşağı mıcır köyünden yusuf efendi... iki ay öncesi köyden alıp buraya getirmişler... yaşlı bir adam...

+ ziyaret günü geleceksin. canın istediği zaman hastayla görüşülmez. ziyaret günü gel!

- baştabibi görsem...

+ baştabibin işi var.

- nöbetçi doktoru?...

+ deyha, karşıda...

hastane bahçesinde, çamın altında oturan iki beyaz gömlekli doktoru gösteriyordu.

- ben, köy öğretmeniyim. burada bizim köyden bir hasta varmış... burada olduğunu daha dün öğrendim. adı, yusuf efendi. iznim bittiğinden, bu akşam işime dönmek zorundayım. kendisini göremez miyim?

genç asistanlardan biri,

- buyrun, oturun... dedi.

tombul asistan,

- akrabanız mı? diye sordu.

+ hayır. ben o köyden değilim. orda öğretmendim. iki yıldır başka bir yerde öğretmenim. bu yusuf efendi'yi çok severim de...

sarışın asistan,

- tanıdım, dedi, kırmızı yüzlü bir adam değil mi? elli yaşlarında...

+ evet. altmış yedi yaşında ama genç görünür.

- benim servisimde... şimdi yemek zamanı. biraz bekleyin. buraya çağırtırız, görüşürsünüz. çok sakin bir hasta.

+ nedir hastalığı?...

- fikr-i sabit var. konuşmuyor.

+ hiç mi?...

- konuşuyor ama, durmadan aynı sözleri tekrarlıyor. bütün dediği: "iyi olur inşallah!..."

öğretmen derin derin göğüs geçirdi. gözleri dolu dolu oldu.

- şimdi anladım, dedi, yazık olmuş yusuf efendi'ye... iyi adamdı, yazık olmuş...

tombul asistan,

- bir derdi mi vardı? diye sordu.

+ derdi vardı, büyük derdi. bütün mıcır'ın derdi, hepimizin derdi.

sarışın asistan,

- anlatsanız, belki tedavisi için faydalı olur, dedi.

öğretmen bir daha içini çekti.

- anlatayım, dedi. ben, aşağı mıcır köyüne öğretmen geldim. seksen evlik bir köy... okul dedikleri yer de toprak tabanlı bir oda... hem bu odada yatıp kalkacağım, hem çocukları okutacağım. benden önce okulun öğretmeni yokmuş... ne yapıp ne edeceğim diye düşünüp dururken, benden on onbeş gün sonra bu yusuf efendi geldi. ondört yaşında köyden çıkmış. istanbul'da çalışmış, sonra asker olmuş. askerlikten sonra gemici olmuş. yabancı gemilerde çalışmaya başlamış. bütün dünyayı gezmiş dolaşmış. üç yabancı dil öğrenmiş. fransa'da, ingiltere'de, isveç'te uzun yıllar yaşamış. kırk yaşından sonra amerika'ya gidip orada yerleşmiş. epeyce de para almış. epeyce dersem, azımsanacak gibi değil... bütün aşağı mıcır köyünü, toprağı, evleri, hayvanlarıyla satın alabilir. gözünde memleket tüter dururmuş. memlekete bir döneyim de evleneyim, çoluğum çocuğum olsun, dermiş... böyle diye diye yaşlanmış zavallı. sıla özlemine dayanamamış, hiç olmazsa memleketimde öleyim diye kalkmış, köyüne gelmiş. mıcır'dan çıkalı elli yıl olduğu için, onu ilkin köyde kimse tanımadı. bir de onun kim olduğunu öğrenince, köylüler bu gelişi hiç beğenmediler. en çok kızanlar da akrabaları oldu. babadan kalma malını mülkünü almaya geldi sanmışlar. yusuf efendi'de para çok. dünyayı da gezip görmüş. adam, para döküp, aşağı mıcır'ı avrupa'da, amerika'da gördüğü köylere benzetecek. niyeti bu... ona buna paralar, hediyeler verince, köylünün yüzü güldü. yusuf efendi çok hoşuma gitti. canlı, bilgili bir adam... hiç mıcırlılara benzemiyor. ama siz, mıcırlıları bilmezsiniz ki...

sarışın asistan,

- enteresan... dedi.

öğretmen devam etti:

- yusuf efendi gelmese, çıldıracaktım. allahtan, o geldi de yüreğime bir umut düştü. uyanık adam. cin gibi ihtiyar. "hani okulun çocukları?" diye sordu. "yok," dedim, "daha ben de yeni geldim buraya... söyledimse de, hiç aldırış eden yok. kimse çocuğunu göndermiyor." yusuf efendi, "bak öğretmen" dedi, "seninle elele verip çalışacağız. bu köyü canlandıracağız." "aman, ben dünden gönüllüyüm." "hadi, yürü kahveye gidip anlatalım." yusuf efendi'yle kahveye gittik. köy erkeklerinin çoğu orada... yusuf efendi,

- merhaba ağalar... dedi.

mırıl mırıl sesler çıktı:

- merhaba...

birikisi, elini göğsüne bastırıp selam verdi. saat tutsan, bir elini göğsüne götürüp indirmesi iki dakika sürer. yusuf efendi, murat ağa'nın yanına oturdu. hepsine birden okulun ne demek olduğunu anlattı. çocukları okutalım, dedi. anlattı, anlattı, anlattı... kimsede bir ses, bir kıpırdanış yok... yusuf efendi, yine anlattı. murat ağa'ya baktım, gözleri kaymış gitmiş. mıcır'ın en ileri geleni o...

yusuf efendi,

- ne diyorsunuz ağalar?... dedi.

ses yok...

- murat ağa, sen ne diyorsun?

murat ağa baktı baktı,

- ne diyek yusuf efendi, iyi olur inşallah... dedi.

yusuf efendi, sözü baştan aldı. okulu büyütmek gerekiyordu. bir öğretmen odası yapılacaktı. iki sınıf ilave edilecekti. damı aktarılacaktı. bunların parasını da yusuf efendi cebinden verecekti. yalnız mıcırlılar işçilikte yardım edecekti.

- ne diyorsunuz ağalar? diye sordu.

ses yok... bu sefer kahveci hıdır'a döndü:

- ne dersin hıdır ağa?...

hıdır ağa peykeye yayılmış, gözleri süzülmüş:

- ne diyek... iyi olur inşallah...

yusuf efendi'yle kahveden çıktık.

- hadi muhtar'a gidelim, dedi.

muhtar'ın dükkânı vardı. dükkâna gittik. yusuf efendi, kahvede anlattıklarını bir de muhtar'a anlattı. muhtar dinlerken dinlerken gözleri kaydı, süzüldü, daldı gitti.

yusuf efendi sözünü bitirince,

işler böyle muhtar, dedi, bu işi elele verip, hep birlikte yapacağız.

muhtar hiç kalıbını bozmadan, öylecene bakıyor. yusuf efendi,

- ne diyorsun muhtar? dedi.

muhtar,

- iyi olur inşallah... dedi.

oradan ayrıldık.

- ne yapacağız yusuf efendi? dedim.

+ uğraşacağız... dedi, olmazsa gündelikçi çalıştırıp okulu yaptıracağız...

yusuf efendi kireci, kumu, çakılı, çimentoyu, keresteyi, herbir aracı, gereci yığdı. sarı musa, yapıdan anlarmış. yanına da altı delikanlı aldı. hespi de yusuf efendi'den gündelik alıyor. bunlar başladılar işe... ama, iş yürümez bitürlü...

- hadi, sarı musa...

+ olur yusuf efendi, olur... iyi olur inşallah...

yusuf efendi ertesi akşam geliyor. anlatıyor anlatıyor sarı musa'ya... sarı musa oralı değil... yusuf efendi'nin sözü bitince,

- sen gam etme yusuf efendi, iyi olur inşallah... diyor.

bir ay geçti, duvarlar diz boyu yükselmedi. bunun üzerine yusuf efendi, kasabadan adam getirtip okulu yaptırdı. şimdi de çocuk yok... imam'a gittik. imam, yirmi yıl önce mıcır'a gelmiş, burada yerleşip kalmış. yusuf efendi,

- aman, dedi, senin sözünü dinlerler imam efendi...

boyuna anlatıyor. imam'ın gözleri yusuf efendi'de... derken derken imam'ın gözleri bulandı, kaydı. sanırsın başka bir dünyaya göçtü. yusuf efendi sustu.

imamda ses yok...

- aman imam efendi... hep birlikte...

imam sakalı sıvazladı,

- iyi olur inşallah... dedi.

biz uğraşa didine okula onaltı çocuk alabildik. bir gece hep kahvede oturuyoruz. birden içeriye sarı musa girdi. ama, her zamanki sarı musa değil... bir canlanmış, bir telaşlı... çırpınıp duruyor. ineği sancılanmış...

- hayvancık ölecek ağalar... diyor.

bir murat ağa'ya gidip anlatıyor, bir kahveci hıdır'a... sarı musa bağırıyor:

- murat ağa, murat ağa... bişey de canım... bişey de de, yapalım; hayvan gidiyor be...

murat ağa'nın dudakları kıpırdıyor:

- iyi olur inşallah...

kahveci hıdır'a koşuyor:

- aman hıdır emmi, bildiğin bir ilaç var mı?

kahveci hıdır,

- telaşlanma, diyor, neyse o olur...

+ hayvan ölecek be!...

- iyi olur inşallah...

sarı musa, hepsine söğüp sayığ çıktı dışarı kahveden. ..

bigün kuyubaşında oturuyoruz. sarı musa ile hıdır da yanımızda... bir de baktık imam, cübbesinin etekleri uça uça koşup geliyor:

- aman ağala yandım!...

sesi titriyor, neredeyse ağlayacak. kıpırdanan yok. imam,

- koş musa, ocağına düştüm sarı musa... koş! harmanı yaktılar!... diye çırpınıyor.

sarı musa, esner gibi,

- dur canım, diyor, dur hele bir. ne olmuş? telaşlanma... iyi olur inşallah...

imam bağırıyor:

- ulan, ocağı batası, gayri iyisi kötüsü mü kaldı... harmanı yaktılar diyorum. koşsanıza...

hıdır, uyku sersemi bir sesle,

- ortalığı gürültüye verme, diyor; iyi olur, iyi olur inşallah...

imam, muhtarın dükkânına doğru koştu.

her gece yusuf efendi'yle oturup dertleşiyoruz. o bana,

- ne yapacağız? diye soruyor. ben ona,

+ ne yapacağız? diye soruyorum.

kış geldi. mıcır, temelli uyuştu kaldı. bir gece yarısı acı feryatla uyandım. ses kahveden geliyor. giyinip gittim. kahveci hıdır ağlayıp dövünüyor. karısını muhtar'la bastırmış. anlatıyor, bağırıyor, ağlıyor.

imam esniyor:

- iyi olur inşallah...

+ yahu, imam...

- iyi olur, iyi olur. hıdır ağa... iyi olur inşallah...

+ ulan imam, inşallahı maşallahı mı kaldı? muhtar'ı bastırdım diyorum. kendi samanlığında be...

murat ağa,

- sabırlı ol, diyor, allah'ından bulur. iyi olur inşallah...

hıdır köpürmüş, hepsine ağız dolusu sövüyor.

ertesi gün, olanları yusuf efendi'ye anlattım.

- kendi başına bir iş gelen canlanıyor, dedi.

ama, ertesi gün unutulur. mıcırlılar, günde beş kez ağızlarını açıyorlarsa, beşinde de "iyi olur inşallah" diyorlar. yusuf efendi olmasa, çıldıracağım. o da bana, "sen olmasan öğretmen, çıldıracağım" diyor.

bahar geldi. karlar kalktı. bigün muhtar'ın dükkânında, imam, sarı musa oturuyoruz. o koca murat ağa,

- muhtaar! muhtaar! diye bağırarak geldi.

murat ağa, yerinde çekirge gibi sıçrıyor. sakallarından yaşlar süzülüyor:

- muhtar, aman muhtar... aslan gibi yiğit oğlum gitti... koş muhtar!...

murat ağa'nın oğlunu pusuya düşürüp vurmuşlar. murat ağa hem ağlıyor, hem anlatıyor:

- bişey de muhtar, bişey de...

+ ne diyek ağam... iyi olur inşallah... başka ne diyek?...

- ulan gavat muhtar, ulan ırz düşmanı muhtar...

+ iyi olur inşallah, murat ağa...

- daha bunun iyisi mi olur, alçak muhtar. koca yiğit oğlum kanlar içinde yatıyor. öldü be... sarı musa, oğlum yandı.

+ iyi olur murat ağa, iyi olur inşallah...

neredeyse çıldıracağım. yusuf efendi, o gece bana geldi,

- bunun sonu ne olacak? dedi.

ben şaşırıp da,

- iyi olur inşallah yusuf efendi... demeyeyim mi?

yusuf efendi hırsından bayılıyordu:

- sen de mi öğretmen, sen de mi?...

+ vallahi değil, tövbe değil; ağzımdan kaçtı yusuf efendi...

aradan bir zaman daha geçti. bir sabah kahvedeyiz. küt diye kapı açıldı. muhtar alı al, moru mor içeri girdi:

- aman ağalar, aman...

hiç kimse de,

- ne oldu muhtar? diye sormuyor.

muhtar, saçını başını yoluyor:

- kalkın ağalar, kalkın! benim kızı kaçırdılar!

muhtar, bir murat ağa'nın önüne gidip dert yanıyor, bir hıdır'a gidip anlatıyor. imam da başını kaşıyor:

- yahu imam, kızı kaçırdılar, benim kızı...

sarı musa'nın sesi duyuluyor:

- olur olur... iyi olur inşallah muhtar emmi...

+ murat ağa kardeş, sana diyorum...

- iyi olur inşallah...

bir hafta geçti geçmedi, imam'ın gelinini dağa kaldırdılar. daha sonra hıdır'ın ikinci karısını kaçırdılar. sarı musa,

- karım ölüyor, yetişin! diye bağırdı.

sarı musa'nın kardeşini vurdular.

en küçük bir kıpırtı yok. çokça dürtütklenirlerse, kendilerini avutuyorlar:

- iyi olur inşallah, iyi olur inşallah...

bir akşamüzeri mezarlığın önünden geçerken başıma bir taş geldi. kafam yarıldı. kanlar içinde yusuf efendi'ye gittim:

- ben artık bu köyde duramam!... diye başladım. bütün içimi döktüm. anlattım da anlattım. baktım. yusuf efendi'nin gözleri dalmış gitmiş...

- aman yusuf efendi, bişey söyle canım...

+ ne söyleyeyim oğlum, iyi olur inşallah... demez mi?

okul tatil oldu. ben daha bu köyde kalmam, dedim. yusuf efendi üzüldü, ağlayacak gibi oldu:

- gitme, sen de gidersen, ben burada çıldırırım... dedi.

köyden ayrılacağım sabah, yusuf efendi, saçını başını yolarak kahveye geldi. zavallının evine hırsız girmiş.

- kim yapar bu işi... diye soruyor.

kimsede ses yok...

- kim yapar? bişey söyleyin!...

murat ağa,

- ne söylesek boş, iyi olur inşallah... dedi.

yusuf efendi, başını duvara vuruyor.

- paralar gitti... bunun da mı iyisi mi olur?...

ben, mıcır'dan ayrıldım. başka bir köye tayinimi yaptırdım. iki aydır istanbul'dayım. dün bir de duydum, bizim yusuf efendi çıldırmış.

tombul asistan,

- vah vah... dedi, çağırtalım da görüşün...

biraz sonra, kırmızı yüzlü, dinç bir ihtiyar getirdiler. öğretmen, sesi titreyerek,

- merhaba yusuf efendi, dedi.

yusuf efendi,

- iyi olur, iyi olur inşallah... dedi.

+ beni tanımadın mı yusuf efendi?

- iyi olur inşallah...

öğretmenin gözleri doldu:

- nasılsın yusuf efendi?

yusuf efendi'yi götürdüler. giderken, "iyi olur inşallah..." diye söyleniyordu. öğretmen, genç asistanlara teşekkür etti.

- iyi olur mu acaba? diye sordu.

sarışın asistan,

- iyi olur inşallah... dedi.

öğretmen de,

- iyi olur inşallah... dedi.


Aziz Nesin


20 Temmuz 2016 Çarşamba

bir yazar annesinden gençlere mektup (yanıtım)

Ekşi Sözlük'te "bir yazar annesinden gençlere mektup" başlığına, sözlük yazarı bir gencin annesi tarafından yazılan bir entry vardı. Aynı başlıkta 23 Temmuz 2015 tarihinde yazıp daha sonra protesto nedeniyle sildiğim entry'mi, istek üzerine buraya aktarıyorum. Annenin yazdığı entry'i, yanıtımın altına ekledim.

---------






anne 40'lı yaşların ortasındaymış, abla demek uygun düşer bana, öyle hitap edeyim. 40'a bir şey kalmadı benim için de.

sevgili abla,

12 eylül 1980 darbesiyle apolitik, lümpen, ben merkezci, bireyci ve embesil bir gençlik oluşturmak istediler ve başardılar da. sırf sizin şu tavırlarınız, şu diliniz sayesinde oldu bu.

demişsin ki, "bırak dert etme, yeterince endişelenen var zaten hayat için, anlam için, iş için, ekmek için, özgürlük için sen yaşa sadece, hisset sadece, emin ol bir yolunu bulursun, emin ol her şey yoluna girer…"

iş için, ekmek için, özgürlük için endişelenenler keriz de bir siz mi uyanıksınız? evet, başkaları endişeleniyor, başkaları taşın altına sokuyor elini, başkaları bedel ödüyor, başkaları hapislerde çürüyor, başkaları ölüyor, onların sayesinde kazanılmış haklardan hiç utanmadan, vicdanınız sızlamadan, gayet pişkince siz de faydalanıyorsunuz sonra. oysa böyle lümpen ve bencil bir gençlik yetiştirmek için çağrı yapacağınıza o gençlere onurlu insan olmayı, hakkını aramayı, haksızlığın karşısında yer almayı öğretseydiniz, bunu yapabilenler bir avuç kalmayacaklar ve ölmeyeceklerdi. sadece hakkını arayan masum bir üniversite öğrencisi öldüyse, o cinayetin katilleri arasında sen de varsın.

ablacım,

memleketin içine siz sıçtınız. bu ülke bu haldeyse, sizin yüzünüzden bu halde. gençlere felsefe oku diyorsun, bilim oku, edebiyat oku, mizah oku... nereye okuyacaklar? 12 sene boyunca ülkeyi yöneten iktidar ne felsefeci bıraktı, ne bilimci, ne edebiyatçı. evrim teorisi yerine yaratılış teorisi okuyor bu çocuklar. mizahçılar, edebiyatçılar ya yasaklı, ya içeride, ya da bezginler, bir şey üretmiyorlar. seviş diyorsun gençlere. kızlı erkekli bir evde kalabilseler sevişecekler zaten. gençlerin bu konuda hiçbirimizin aklına ihtiyacı yok. sorun şu ki, gençlere sevişmek bile yasaklandı bu ülkede. malum iktidar, ülkede bunları yapabilecek bir alan bırakmadı. neden peki? sizin gibi ben merkezci pasifistler yüzünden. hukukun anasını bellediler, bir şey yapmadınız. hırsızlık, yolsuzluk, usulsüzlük aldı yürüdü, bir şey yapmadınız. o baş üstünde tuttuğunuz atatürk'ün ilkelerine tecavüz ettiler, seyrettiniz. cumhuriyetinizin dibine dinamit döşediler, seyrettiniz. bu pasifist tutumunuzla ülkenin içine sıçtınız, çok iyi bir halt etmişsiniz gibi gençlere de aynı aklı veriyorsunuz.

bak, o gençler, sizin içine sıçtığınız ülkenin pisliğini temizlemek için gezi direnişi gibi, hayatınız boyunca sahip olamayacağınız onurlu bir işe imza attılar. onların sayesinde korktu iktidar. ama bunun da bir bedeli vardı işte. o bedeli ali ismail ödedi, abdocan ödedi, ethem sarısülük ödedi, berkin elvan ödedi, ahmet atakan ödedi, mustafa sarı ödedi... haa, diyorsan ki gezi yapılmasaydı, herkes evinde otursaydı, kimse ölmeseydi diye, kusura bakma da bacım sen ülke değil mera istiyorsun, ev yerine de ağıl.

bu gençlik, 80 darbesinin kayıp kuşaklarının ardından ilk kez iyi kötü bir şeyleri sorgulamaya çalışan, bir şeyler için harekete geçen bir gençlik. bizim kuşağın ve üst kuşakların tavsiyelerine uyarak koyun gibi yaşamayı reddediyorlar. sizlerin varlığı hiçbir işe yaramadı bu memlekette, zerre faydanız dokunmadı, bari bırakın bu gençler bir şey yapsın.

gençlerin eleştirilecek bir şeyi yok mu? bana göre elbette var. tıpkı bizim üst kuşaklarımızın bizim gençliğimizi eleştirdikleri gibi, tıpkı şimdiki gençlerin bizim yaşlarımıza geldiklerinde dönemin gençlerini eleştirecekleri gibi... bu döngü zaten gidecek böyle. örneğin birbirlerine tahammülleri yok, dinlemeyi bilmiyorlar, okumayı bile bilmiyorlar, öldüresiye bir nefret hakim çoğunda. bu eleştirilebilir belki.

itidal çağrısı yapmak başka bir şey. hele de ülkenin şu sıcak gündeminde herkes birbirinin gırtlağını sıkmaya hevesliyken itidal çağrısında bulunmak pek yerinde olur. ama öte yandan siz o steril fanuslarınızın içinde konforlu bir bencillik yaşarken, bu dünyada, memlekette, hatta burnunuzun dibinde olup bitenlerden haberiniz yok. umrunuzda da değil zaten. her gün polisin zulmüne uğrayan, işkencelerden geçirilen, hapse atılan insanlar zerre kadar umrunuzda değil. bu memlekette, kendini korumak ve hayatta kalmak için silahlanmak zorunda olduğunu öğrenen 15 yaşında çocuklar var. ne acı ki var. sen bu çocuklara hangi felsefeden, hangi bilimden, hani mizahtan ve hangi sevişmeden bahsediyorsun? bu çocuklar, hem de senin mektubu yazdığın saatlerde hayatta kalma mücadelesi veriyordu ülkenin kimi sokaklarında. güvenli evinde oturup klavye başında geyik yaparak bisküvisini yiyen çocuklara akıl vermek çok kolay. işte bu çocuklar, senin ve benzerlerinin verdiği akıl yüzünden, acı çeken başka insanlara karşı kör, duyarsız ve bencil organizmalar olup çıktı.

tekrar söyleyeyim; bu memleketin içine senin bu bencil zihniyetin sıçtı abla. 2002 seçimlerinden kısa bir süre sonra -senden iyi olmasın- yaşça senden biraz daha büyük bir ablamızla konuşurken, "hiçbir şey yapamazlar, ordu var!" demişti kendileri. o gün orada söylediğim şuydu: "sıçtığımızın resmidir!" sebebini soranlara şu açıklamayı yaptım: "ablam demek istiyor ki, 'bunlar ülkenin içine sıçarsa sakın bana güvenmeyin, ordu kurtarır anca.' kendisine değil de başka bir kişiye, kuruma güvenen kişiden bu memlekete hayır gelmez. yarın orduyu tarumar ettiklerinde ne olacak? ablam deseydi ki 'hiçbir şey olmaz, biz buradayız' diye, o zaman korkmazdım." aynen de bu söylediklerimi yaşadık. şimdi senin yaptığın da böyle pasifist gençler yetiştirip, memleketin içine sıçılırken, hukukuna tecavüz edilirken mal gibi izlettirmek. ben sana bir şey söyleyeyim mi? böyle hiçbir boka yaramayan embesil gibi mal mal yaşamaktansa, onurlu bir şekilde ölmek bile daha iyi. nasıl olsa öleceğiz hepimiz; ha üç gün önce, ha beş gün sonra. hayır hayır, hiç kimsenin ölmesini falan istiyor veya çocuklara ölümün kutsallığına inandırmaya çalışıyor değilim. sadece, senin çizdiğin mal gibi bir hayatı yaşamanın, ölümden daha iyi olmadığını anlatmaya çalışıyorum.

bu memlekete bir iyilik yapın; şu 12 eylül darbecilerinin diliyle konuşup gençleri uyuşturmaktan, embesilleştirmekten vazgeçin. bu çocuklar, enselerine vurulunca ağızlarındaki lokmayı verecek salaklara dönmesin. eğer herkes bu kadar bencil, bu kadar pasifist olursa, bu ülke, görmeyi hiç arzu etmeyeceğiniz bir yere döner. o zaman ne felsefe kitabı bulabilirler okumaya, ne edebiyat kalır, ne bilim. kadınla erkeği aynı sokakta görmek bile hayal olacağından, o sevişmeyi de ancak evde "el yordamıyla" yaparlar.

ülkenin içine sıçtınız, bari gençlerin temizleme çalışmalarına engel olmayın...


cassey jones - ekşi sözlük                           #53425247 23.07.2015 11:30 ~ 12:19


---------------------------------------------------------

Ekşi Sözlük'te yer alan anneye ait entry;


bu sözlerim sadece genç insanlara, henüz 20’lerinde olanlara, ben bir anneyim 40’lı yaşların ortasında hayatını kendi kazanmış kendi kurmuş bir anneyim, bir erkek çoçuğu annesiyim, bir sölük yazarı annesiyim, oğlumun izniyle onun hesabından size yazıyorum, son günlerde yaşananlar, yazılanlar, konuşulanlar olan bitenler beni bu yazıyı yazmaya itti, birilerine bir şeyler söyleyebilirsem birileri bu sözlerimi işitirse kulak verirse diye yazıyorum….

umarım okursunuz…

yapmayın.

kendinize bunu yapmayın, birileri ideolojik hırslarını tatmin edecek diye, birileri saçma savaşlarını sürüdürecekler diye, birileri daha çok silah satacak diye, birileri din bezirganlığı ile bu dünyada saltanatlarını sürüderecek diye, birileri ceplerini dolduracak diye, birileri özgürlüğü ölümle taçlandıracak diye, birileri sosyal medyadan profil resimlerini karartacak ölümü övecek diye, öleni şehit ilan edecek diye ölmeyin.
arkandan ne övgüler, ne methiyeler, ne sloganlar, ne protestolar... fotoğrafların paylaşılır binlerce sosyal medya hesabından, insanlar fotoğrafını profil resmi yaparlar, arkandan yazarlar "ölümsüzdür" diye.

inanmayın.

yalan. bunların hepsi yalan, hepsi geride kalanların kendilerin tatmininden başka bir şey değil, herkes sever başkasının acısını, herkes sevinir içten içe benim başıma gelmedi diye, herkes sevinir aslında -benden uzak -diye, hepsi gizliden gizliye bunların dışa vurumudur, ne kadar üzülürsek o kadar uzak kalırız belki diye gizli bir duadır sadece, ne kadar yanarsak bizim başımıza gelmez belki diye içten içie bilinç altının şükürle karışık pazarlığıdır, görevimi yaptım, üzüntümü paylaştım ve herkese ilan ettim, kınadım lanetledim, kahroldum, korkarak yapılan vicdan rahatlatması o kadar.

inanmayın.

hepsi boş hepsi hikaye;ölüler duymaz, ölüler bilmez, ölüler görmez., ölüler sadece ölüdür.

gerçek bu kadar çıkplak, bu kadar katı, sen ölürsün ardından bir kaç gün yasın tutulur biter gider, unutulursun geride kalanlar için işte hayat bu, gerçek bu.
bir başka gerçek ise geride bıraktığın annen. bir tek o unutmaz, nefes aldığı sürece bir tek o unutmaz…

ölmeyin.

ne özgürlük, ne bayrak, ne din, ne vatan, ne sistem, ne eğitim, ne iş, ne para, ne sanat, ne kavga ne sevgi ne saygı, bunların hiç biri yaşamı tek başına anlamlandırmıyor ne yazıkki, yaşam bir bütündür bunların ve daha pek çok şeyin birarada olduğu bütündür. onu sadece sen anlamlandırabilirisin sadece sen, bunu sakın unutma…

o yüzden dosyasıya yaşa; yaşayacak en güzel yaştayken sadece yaşa, saçmala, hata yap, sev, nefret et, delir, ağla, kıskan, seviş, kavga et, bağır çağır, gül … içinden geldiği gibi, tutkuların olsun sadece onların peşinden git, bırak dert etme, yeterince endişelenen var zaten hayat için, anlam için, iş için, ekmek için, özgürük için sen yaşa sadece, hisset sadece, emin ol bir yolunu bulursun, emin ol her şey yoluna girer…

oku; felsefe oku, bilim oku, edebiyat oku, mizah oku…okumak yalnızlığını azaltır sana tek tavsiyem bu kabul edersen tabi...


#53410481 22.07.2015 20:02 modern zaman gangsteri