"Aslında var ya, bırakıcan her şeyi, gidip Ege'de bir sahil kasabasına yerleşicen, mis gibi yaşiican işte. Tabii abi, ek domatezini biberini, bi de tavuk mavuk alıcan, her gün taze yumurta. N'olcak yaa, kendi balığını tutarsın, akşamları da yaparsın mangalını, gül gibi yaşayıp gidersin. Kaç para gerekecek abi orda yaşamaya? Toprakla uğraş, denizle uğraş, tuttuğun balıkları satsan o da bi'şey. Yok abi, burda her gün büyükşehirin kalabalığını, gürültüsünü, stresini çekmektense, orda böyle daha küçük bi hayatın olucak, ama mutlu olucan en azından, huzurlu olucan. Tamamdır abi, karar verdim, yerleşicem ben Ege'ye!"
Yıllardır, tanıdığım tanımadığım birçok insandan dinlerim benzer bir hayali. Özellikle İstanbul'da yaşayan arkadaşlarımın büyük çoğunluğunda vardır bu İstanbul'dan ayrılıp Ege'ye yerleşme hevesi. Hatta bu konuda Ekşi Sözlük'te açılmış üç başlık var; "malı mülkü satıp sahil kasabasına yerleşme isteği", "her şeyi bırakıp ege'ye yerleşmek", "ege'de bir sahil kasabasında yaşamak"...
Yıllardır duyarım, dinlerim de, bunu yapabilen pek kimse görmedim neredeyse; bir iki istisnayı saymazsak. Herkeste hep bir gitme isteği, ama harekete geçebilen, hayalini gerçekleştirebilen pek az insan...
Özel bir şirkette dış ticaret departmanında, on beş yıl önce fena olmayan bir maaşla çalışan arkadaşım, "Aslında en güzeli kendi işini yapmak. Ne çekicem abi el alemin ağız kokusunu? Üç kuruş az kazanırım ama kafam rahat olur. Kendimi işimi yapıcam abi" der dururdu. Aradan on beş yıl geçti, aynı şirketin aynı departmanında yükseldi, önce amir sonra müdür oldu, şurada emekliliğine çok bir şey kalmadı, hâlâ aynı hikayeyi anlatır. Ege'ye (veya başka herhangi bir yere) taşınma, yerleşme hayali de böyle biraz. Bunu yıllardır söyleyen insanların çoğu, bulundukları yere kök saldılar ve çoğu da ömrünü orada tamamlayacak.
EGE'DE OLMAK
Gençliğini İstanbul'a aşık şekilde geçirmiş biri olarak, özellikle son birkaç yıldır fazlasıyla hoşnutsuzdum İstanbul'da yaşıyor olmaktan. Bir zamanlar çok severek yürüdüğüm sokaklar bana tümden eziyet olmaya başlamıştı. Gördüğüm şey içimi acıtıyordu artık. İstanbul'a dair kimi serzenişlerimi eski blog yazılarımda dile getirmiştim. Sonra yavaş yavaş gitme hazırlıklarına başladım ve geçen senenin başlarında kafamda netleşmeye başladı her şey. Son olarak da geçtiğimiz yaz sonu somut adım atma imkanım oldu. Evin satışa çıkması, satış süreci, yeni bir ev bakmak, bulmak, almak derken, Şubat ayının ilk haftası Ege'ye (Fethiye'ye yakın bir yer diyeyim) taşınmış oldum. Gerek bu sürece, gerekse sonrasına dair çok soru aldım. Hem bu soruları yanıtlayayım hem de bu kısa zamandaki deneyimlerimi, gözlerimi aktarayım.
Taşınmaya karar verdiğimi söylediğimde, özellikle İstanbul'daki arkadaşların çoğundan duyduğum ilk soru, "Sıkılmaz mısın? Ne yapacaksın orada?" oldu. Bunu soran arkadaşların hayatlarına bakıyorum; sabah erken saatte kalk, işe gitmek üzere yollara düş, dünyanın yolunu, trafiğini, çilesini çekerek iş yerine ulaş, tüm gün çalışmaktan yorgun düş, o yorgunlukla tekrar eve gitmek üzere aynı trafiği ve çileyi çek, yorgun argın eve var, biraz uzanıp dinlen, yemek ye, varsa ev işini yap, ya televizyon aç ya da sosyal medyada vakit geçir, çok geç olmadan da vur kafayı yat uyu. Haftasonu, tüm haftanın yorgunluğunu atmak için dışarı çıkmak yerine evde kalmayı tercih edenler hiç az değil. Dışarı çıkanlar da ya bir AVM'ye ya da hep aynı arkadaşlarla, aynı insanlarla aynı eğlence mekanına gidip içiyor. Tiyatroyu falan saymıyorum bile, yıllardır tiyatroya hiç gitmemiş insanların sayısı, neredeyse ülke nüfusundan fazla. Başka? Belki kırk yılda bir sinema. Konser falan da yılda ya bir iki kez ya hiç. E, ne var peki, ne yapıyorsunuz? Hiç... Bana sıkılıp sıkılmayacağımı soran neredeyse herkesin tek yaptığı, herhangi bir mekanda içmek. Eğer buysa, o mekanların çok daha iyisi ve güzeli var burada. Göcek'ten mi sıkıldın? Fethiye yarım saat. Olmadı çık yukarı, Marmaris yarım saat. Üstelik öyle İstanbul'daki gibi trafik çilesi falan da çekilmiyor burada. İki üç saatlik yolu gözden çıkarana yukarıda Bodrum, aşağıda Kaş seçenekleri de var. Üstelik İstanbul'daki gibi tıklım tıkış, kalabalık, uğultulu mekanlarda falan değil, doğrudan Ege'ye, Akdeniz'e karşı oturarak yapıyorsunuz o eğlenceyi. Bunun haricinde ne var İstanbul'daki hayatınızda? Hiçbir şey yok. Ve garip bir şekilde bana sıkılıp sıkılmayacağım soruluyor. Ayrıca Dalaman Havalimanı'ndan İstanbul en fazla bir saat.
Yukarıda bahsettiğim Ekşi Sözlük'teki başlıklar güldürür beni örneğin. Özellikle de "Her şeyi bırakıp" ile başlayanı. O bir türlü bırakılamayan "her şey"in ne olduğunu çok merak ediyorum mesela. Bıraksanız bıraksanız neyi bıracaksınız en fazla? Holdingin idaresini mi? Işınlanmanın formülünü buldunuz da uygulamaya geçirmesi mi kaldı, bırakamıyorsunuz? Bırakacağınız "her şey" nedir tam olarak? Çocuklarının eğitiminden dolayı böyle bir planı hayata geçiremeyen arkadaşlarım var, en makul gerekçenin bu olduğunu söyleyebilirim, bence yani. Bunun dışında iyi bir işte, iyi bir pozisyonda, iyi bir maaşla çalışan arkadaşlar var. Buralarda aynı işi yapma, aynı maaşı alma şansları yok büyük kısmının. Tabii burada gerçekten "iyi" bir maaştan söz ediyorum; 5-6 bin lira gibi ortalamanın biraz üzerindeki meblağlardan değil. Zira İstanbul'daki ev kiraları, ulaşım giderleri, ev giderleri vs ile, burada kazanılabilecek parayla hemen hemen aynı noktaya geliyor kazanç. Bundan sonrası da tercih işte. Yüksek standartlarda bir hayatı İstanbul'da yaşamak ile daha ortalama standartlarda Ege'de yaşamak arasındaki tercih meselesi. Burada sözünü ettiğim kitle de, anlaşılacağı üzre beyaz yakalılar. Belki de hikayenin başlangıç noktası...
Hayaller - Gerçekler...
Yaz tatili için Ege'ye geldiniz, o muhteşem koyları, denizi gördünüz, sokaklarında dolaşırken o huzuru doldurdunuz içinize... Ya da bir sinema filminde veya televizyon dizisinde izlediniz Ege kasabasının güzelliğini, aşık oldunuz. Ege'ye yerleşme fikri yeşerdi kafanızda. Hatta neredeyse karar verdiniz. Toprakla uğraşacak, domates biber ekecek, balık tutacaksınız. Hatta belki bir köyde ekolojik tarım falan...
Açık söyleyeyim; bir beyaz yakalının yapabileceği şeyler değil bunlar. Hatta buraya yerleşip iki seneden fazla yaşayabilmek bile, ömrü plazada geçmiş ve/ya o yaşam tarzını benimsemiş bir beyaz yakalının yapabileceği bir şey değil. Bunun nedenlerini benden önce gayet güzel açıklamış bir arkadaştan alıntı yapayım;
- Toprak işlemekten, ya da hayvan beslemekten anlıyor musun? Yoksa just google it gibi bir düşüncen mi var? Pişt, hayvancılık yorkie'ni bebek veteriner kliniğine götürüp oradaki veterinerlere işini öğretmeye pek benzemiyor, şimdiden haberin olsun. Ya da ekin ekmenin, çiçek aranjmanı yapıp Instagram'da paylaşmakla pek alakası yok.
- Partnerin (eşin, sevgilin) de seninle aynı hayali paylaşıyor mu? Partnerin yoksa ya da seninle gelmiyorsa, tek başına tüm işlerin altından kalkacağına mı inanıyorsun?
- Köye yerleşir, toprakla hayvanla falan uğraşmam, bu zamana kadar biriktirdiklerimi harcar, parası neyse veririz diyorsan, birikimin bayağı sağlam demektir. Ki ayrıca, mal mısın, böyle bir birikimin varsa ne işin var, her ne kadar güzel yerler de olsa Türkiye'nin bir parçası olan Ege'de?
- İki gün sonra, yapacak hiçbir şey bulamayıp, akşama kadar kitap okuyup pedal çevirmekten sıkılınca ne yapacağın konusunda bir fikrin var mı? Kahveye gider misin, gidersen oradaki dayılarla muhabbet edip kağıt, tavla, okey oynayacak kadar beyaz yakalarını mavileştirmeye hazır mısın? Hişt baksana, o dayıların seninle hiçbir ortak özelliği yok; ne sandalyeden yuvarlanır ne de Game of Thrones izlerler. Ne konuşacaksın onlarla? Ki onlar, sürekli küçümsediğin, eğitilmesinin şart olduğunu bar masalarında haykırdığın adamlar.
- Özellikle İstanbul'da iş yaşamının uzunca bir süre parçası olduysan, hayattaki tek amacın önüne gelen insanları sikmek ve bunu yaptığın için kendini haklı görmek olmuştur büyük ihtimalle. Bu hırsla, toprak ekince ne yapacaksın? Senden fazla mahsul alan komşunun tarlasını kundaklayıp, fazla doğuran komşu keçilerin (komşu keçi ney lan) memelerini mi keseceksin?
- Kıyı köylerine yerleşip balıkçılık mı yapacaksın? Ne anlarsın satılıp karın doyurulacak miktarda balık tutmaktan? Tek başına bu kadar balık tutman çok zor, balıkçı teknesine ne olarak katılmayı düşünüyorsun? Bembeyaz yakalarından dolayı seni direkt kaptan yapacaklarını mı zannediyorsun Berke Bey - Şule Hanım?
- Henüz keşfedilmediğini zannettiğin bir yerde salaş lokanta mı açacaksın? Hiç kimse bilmiyor, ama 3-5 yıla patlayacak orası, değil mi? Tüm Türkiye'de sadece sen fark ettin oranın özelliklerini ve gelecekte patlayacağını. Koskoca lokantayı 50 bine mal edip sonra keyfini mi süreceksin? Peki, özellikle kıyı Ege'de arsadan gelen paralardan dolayı pek çalışmayan köylülerin yerine doğudan gelen kavruk gençleri çalıştırmak zorunda kalınca ne diyeceksin? Hani, tiksintiyle baktığın, otopark mafyası, pkk destekçisi, 15 çocuk yapıp sokağa salan, eğitilmesi şart olan gençler var ya, işte bunlar da onların kuzenleri.
Anlayacağınız, yaz tatillerinde veya sinemada, televizyonda gördüklerinize benzemiyor burada hayat. Yaz bitip de kış geldiğinde, kimsecikler kalmıyor burada. Yerel halkla başbaşa kalıyorsunuz, hani çoğunuzun beğenmediği o Anadolu insanı... Sırf bu nedenle iki üç sene içinde buradan İstanbul'a geri kaçan insanlar biliyorum. Bir bankada müdür, İstanbul'da aldığı paranın aynısını alıyor, giderleriyse İstanbul'dakinin neredeyse çeyreği kadar. Bankadaki odası, Ege'nin o muhteşem koyunu cepheden görüyor, öyle sarhoş edici bir manzara. Yok, kaçtı gitti adam. Zira yaşadığı hayatı kendisi için değil, birilerine göstermek için yaşayan çoğunluğundan o da o dünyanın. Bir yere gidip bunu sosyal medyada paylaşması, kendini orada etiketlemesi, 'ne kadar mutlu olduğunu' birilerine göstermesi gerek. Tek başına yaşayamaz o. Sosyal olarak da yaşayamaz, fiziksel olarak da. Ayrıca yine hayatı başkalarına endeksli olduğundan, sosyal medyada arkadaşlarını takip edip, bu kez onların kendisinden 'daha mutlu' olduğunu görerek mutsuzluğa kapılır, orada olması gerektiğini düşünür. Arkadaşlarının, kariyerlerine yeni yeni etiketler eklediğini görüp içi gider. Aslına bakılırsa, bu profildeki insanın herhangi bir yerde mutlu olma şansı zaten yok. Yazık ki, ömrünü bu şekilde başka insanları izleyerek ve/ya onlara bir şeyleri kanıtlamaya çalışarak, dışarıdan bakıldığında "Heyyooo çok mutluyuuummm" görüntüsü vermesine rağmen içten içe derin bir mutsuzlukla tamamlayacak ve ölüp gidecek. İşin bu kısmı için şu an bir şey söylemek istemiyorum ama Ege'ye yerleşme meselesinde önerim, bu sevdadan acilen vazgeçmeleri. Size göre bir hayat yok burada.
"İstiyorum ama nasıl yapacağım?"
Yıllarca dillerine doladıkları bir hayali niçin gerçekleştiremediğine bakıyorum insanların. Genel gözlemim; çünkü onu GERÇEKTEN de istiyor değiller. Öylesine, laf olsun diye konuşuyorlar. Belki de herkes konuştuğu için. Gerçekten de çok çok istediğini söyleyenleri de izledim. Bu konuda en ufak bir adım atılmamış, en ufak bir araştırma yapılmamış. Hani şöyle ellerine haritayı alıp da "Nerede yaşayabilirim? Orada ev fiyatları (satılık/kiralık) ne kadar? İş ilanlarına bir bakayım, orada ne yapabilirim?" bile dememişler. Bir sabah uyandıklarında, kendilerini birden bire 'o hayatın' içine uyandıracak sihirli değneğin gelmesini bekliyorlar sanki. Çoğu konuda böyle geçmiyor mu zaten hayatımız? Hep 'iyi bir şeyler' olsun istiyoruz ama o iyi bir şeyin nasıl olacağını bırakın, tam olarak ne olduğuna dair bile bir fikrimiz yok. Oysa çok basit iki soruya bakıyor: Ne olursa mutlu olurum? Onu nasıl gerçekleştirebilirim? Sonrası, sadece adım atmak. İnternet, sadece sosyal medyada flört etmeye yarayan bir icat değil. O çok istediğiniz şeye nasıl ulaşabileceğiniz konusunda size her türlü bilgiyi oturduğunuz yerden hiç kalkmadan sunabilen harika bir olanak. Bu taşınma konusu için örneğin; açın haritayı, bölgede biraz dolaşın, ev fiyatlarını, iş ilanlarını inceleyin, taşınma masraflarını hesaplayın, kafanızda az çok bir fikir oluşsun. Sonra bunu yavaş yavaş somutlaştırmaya başlarsınız. En ufak bir araştırma zahmetine bile girmeden yıllarca salt temennide bulunmaya devam ederek, daha da yıllarca kurarsınız o "Ah keşke"li cümleleri.
İnsanların bu hayali gerçekleştirmesinin önündeki en büyük engelden birincisi korku. Bilinmeyenden korkar insan. Alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlanarak kök saldığı şehrinde aşağı yukarı neler yaşayabileceğini bilir kişi. Ama köklerden kurtulup yeni bir hayata başlamak, arkasından neyin geleceği bilinmediği için korkutur. Tam da bu yüzden, korkuyu kamufle etmek, korktuğunu kendinden bile saklamak için çeşitli bahaneler üretip durur. Buna yapılabilecek çok fazla bir şey yok. Cesaret, her ne kadar dışarıdan telkin edildiğinde anlık uyansa da insanın içinde, en özünde kişinin kendisine bağlıdır. Bunu aşabilmenin tek yolu, bir parça cesur olmaya gayret etmek.
Korkudan sonraki ikinci neden ise ekonomi. Bana göre de en haklı kaygı bu. "Oraya gittiğimde ne iş yapacağım, nasıl geçineceğim?" Hali vakti yerinde kimse bunu sormaz. Devlet memurlarının da böyle bir derdi olmaz. Doktor gibi spesifik mesleği olanların da pek böyle endişeleri yoktur sanıyorum. Diğer gruplar açısından durum değişkenlik gösteriyor. Şurası bir gerçek ki, buradaki iş olanakları İstanbul'daki kadar geniş değil. Yani bir endüstriyel tasarımcının burada yapabileceği pek fazla bir şey yok. Bu bölge, maulumunuz turizm bölgesi ve ekonomi büyük ölçüde turizm üzerinden dönüyor. Bunun dışındaki seçenekler sınırlı. Bunların nasıl değerlendirilebileceği tamamen kişinin nasıl ve hangi standartlarda bir hayat yaşamak istediğine bağlı olduğundan, kimseye "Gelin, şu işi yapın" diyemem. İş ilanları yayınlayan siteler var, az çok fikir verir sanıyorum. Onun dışında kendinize iş alanı da yaratabilirsiniz, bu da tamamen yeteneklerinize ve yaratıcılığınıza bağlı bir şey.
Ege'de hayat
Ege'de yaşamak dendiğinde, muhtemelen herkesin kafasında başka başka hayatlar, başka başka bir yaşam biçimi canlanıyor. Farklı hayaller, farklı beklentiler... Ben, tam istediğim ve beklediğim hayatı yaşıyorum burada. Beklemediğim, karşılaştığımda şaşırdığım ama hoşuma giden güzellikler de cabası...
Şubat ayında geldim buraya. En ıssız, en boş zamanı diyebilirim. Üstelik, benim şansıma sanıyorum, geldiğimde hava, önceki yıllara oranla daha da soğukmuş ve bitirmek üzere olduğumuz şu Nisan ayında bile hâlâ üşütebiliyor akşamları. Tabii burada üşümek kavramı, tişörtün üzerine polar vb almak şeklinde oluyor. Şubat ayında mont da giyiyorduk tabii canım, onu da belirtmiş olayım.
Sabahları genellikle balkonda veya verandada veya bahçede çay sigara içmeyi seviyorum. İlk zamanlarda, evin önünden geçen insanlar uzun uzun bakıp inceler, kimi "Günaydın" deyip selam vererek geçer giderdi, kimi "Hoş geldiniz, hayırlı olsun" derdi. Hatta bahçenin önünde durup kiracı mı yoksa ev sahibi mi olduğumu, yazlıkçı mı yoksa sürekli mi olduğumu soranlar da oluyordu. Konu komşudan bahsetmiyorum üstelik, evin önünden geçen herhangi birileri olabiliyordu bu insanlar. Henüz yeni bitmiş ve daha önce kimsenin oturmadığı bir bina olduğundan, hemen dikkat çekmişti birilerinin yeni taşındığı. Başlarda garipsediğim bir şeydi bu. Öyle ya, biz İstanbul'da, aynı apartmandaki komşularımızı bile tanımıyor olabiliyorduk kimi zaman. Apartmanda karşılaştığımız insanların kim olduğunu bilmeyebiliyorduk. Apartman kapısında hiç selamlaşılmadan girip çıkıldığını bilirim. Buradaysa sadece evimin önünden geçenlerle sınırlı olmadı bu, yolda yürürken herhangi biriyle karşılaşıp da göz göze geldiğimizde, gülümseyip selam verirdi karşıdaki. İlk zamanlar affallıyordum. Selama karşılık verdikten sonra, bir şey soracak veya söyleyecek diye bekliyordum. Öyle ya, durduk yere neden merhaba demiş olabilir ki bir insan? Oysa burada insanlar sadece selam verip geçiyor. Tanış olup olmamak önemli değil. Bir restoranda oturmuş yemek yiyorum örneğin, başka bir masadaki müşteri kalkıp yanımdan geçiyor lavaboya gitmek için, göz göze geldiğimizde gülümseyip "Afiyet olsun" diyor. İstanbul'dayken "Manyak mı bu?" diyerek, garipseyerek baktığımız şeylerdi bunlar. Bir dükkana giriyorum alışveriş için, esnaf sorguya çekiyor hemen: "Misafir misiniz? Yeni mi taşındınız? Nereden geldiniz?"... İlk etapta "Ulan sana ne! Ver ekmeği de gideyim işte" diyor içinden insan. Oysa onların yapmaya çalıştığı, kasabaya yeni gelmiş biriyle yakınlık kurmak, misafirperverliklerini göstermek, kısaca insanlık... Gülümseyerek yanıtlıyorum sorularını. Yeni taşındığımı öğreniyorlar. İlla ki "Hoş geldiniz, güle güle oturun" deniyor. Ertesi gün aynı dükkana tekrar gittiğimde, "Abi hoş geldiniz. Nasılsınız?" ile karşılanıyorum. Beklemediğim şeylerin bir kısmı bunlardı işte.
İnsanlar genel olarak sıcak ve yardımsever, işinizi halletmek için gerçekten uğraşabiliyorlar. Bununla beraber çok da rahatlar ama. Dükkana gidin, soru sorun ya da bir sorununuzu anlatın, çözmek için uğraşırlar, ama diğer yandan da keyiflerine düşkünler, kolay kolay iş yaptıramazsınız. Eve çağırdığınız üsta akşam geleceğini söyler, gelmeyebilir. Ertesi gün belki gelir. Yani bir yandan yardımseverler, öte yandan da paraya ihtiyaçları olmadığından rahatlarına düşkünler. Zaten kimsenin de acelesi yok burada. Rahat rahat, geniş geniş, yaya yaya yaşıyorlar hayatı. Bir süre sonra siz de buna alışıyorsunuz, hatta ayak uyduruyorsunuz. Başlarda alışkanlıklarınızdan dolayı sinir ve stres yapsa da sizde, sonrasında ne kadar saçma sapana şeyleri büyütüp stres yaptığınızı görerek gülüyorsunuz. Tabii çok acil durumlarda bu kadar iyimser bir tablo çizilmeyebilir.
Burada uyku düzenim tümden değişti. Normalde sabahlamayı seven ben, internet bağlatana kadar en geç 23.00, taş çatlasın 00.00'da uykuya geçmiş oluyordum. İnternetin bağlanmasıyla beraber bu saat 02.00'lere kadar çıktı. Ancak kaçta yatarsam yatayım, 08.00'de uyanıyor oluyorum, en fazla 10.00'a sarkıyor bu saat, çok geç yatmışsam. Horoz sesleriyle, tavuk gıdaklamalarıyla başlıyorum güne. Zaten dört bir yanımız limon ve portakal ağaçları... Evimin bahçesinde de çeşitli ağaçlar ve çiçekler var. Dağı, ormanı ve denizi aynı anda görmek mümkün burada. Sabah afyon patlayana kadar balkonda çay/kahve sigara, yoldan geçenlerle selamlaşma, sonra kahvaltı. Benden önce kardeşim yerleşti buraya. Üç buçuk yaşındaki yeğenimi alıp ya parka götürüyorum ya da bahçede oynuyorum. Buraların koylarını anlatmama gerek yok sanıyorum; oralarda balığa çıkıyorum kimi zaman. Bazı akşamlar mangal yakıyorum bahçede. Kendi tuttuğum balıkları pişirip yemek gerçekten keyifli oluyor. Onun dışında bahçede veya balkonda masayı kurup, duruma göre rakı, şarap, bira veya varsa bir şey açıyor oluyorum.
Bir yandan tek başımayım, bir yandan değilim gibi bir şey. Buradaki en iyi arkadaşım, üç buçuk yaşındaki yeğenim. Genellikle beraberiz. O olmadığındaysa yalnızım. Yukarıda bahsettiğim o "Sıkılmıyor musun" sorusunun yanıtı; "Hayır, sıkılmıyorum." Zira, ben tek başımayken de gayet eğlenebilen biriyim. Bahçede tek başıma içmek, bara tek başıma gitmek, kitap okumak, yazmak çizmek, toprakla veya denizle uğraşmak, etrafı keşfe çıkmak müthiş keyif verebiliyor bana. Zaten İstanbul'un o kalabalığından, o yüzeysel ilişkilerinden, riyakârlığından, yalanından dolanından sıkılıp kaçtım, burada tek başınalık daha güzel benim için. Nereye kadar gider böyle? Sonuna kadar gidebilir. Yine yukarıda bahsettiğim şekliyle, insanların çoğu, başkalarına endeksli olarak yaşıyor. Yaşadığı hayatı başkalarına göstermek için yaşıyor. Burada bir itiraf yapayım; geldiğimden beri yaptığım şeyleri özellikle paylaşmıyorum sosyal medyada. Çok çok az bir kısmını paylaştım Twitter hesabımdan. Buna özellikle dikkat ediyorum. Aynı gün içinde Göcek'te sabah kahvaltısı, Dalyan'da öğle yemeği, akşamüstü Dalaman koyları gezisi, Marmaris'te akşam yemeği ve gezmesi veya benzer bir gezginlik yaşadığım olmuştur. Çoğunda da tek başımaydım ve gayet eğlenceliydi benim için. Ama böyle bir hayat tarzını sosyal medyada paylaşma gereği görmedim, görmüyorum. Arkadaş edinmek hiç sorun değil benim için. Sadece şimdilik tercih etmiyorum. Biraz daha ileride değişebilir bu durum.
Burada bir şeyi açıkça ifade etmek gerek belki. Bu "Sıkılmıyor musun" sorusunun altında yatan temel neden sosyal ve kültürel bir hayat değil esasen. İstanbul, kalabalık nüfusu bakımından ilişkiye ve hatta sekse daha kolay ulaşım olanağı sunuyor. Asıl sorulmak istenenin bu olduğunu düşünüyorum. Gözlemlediğim kadarıyla, kimsenin yalnız kalmaya tahammülü yok. İlle biri olmalı hayatlarında. Sanırım burada ayrışıyoruz bir parça. Ben yüzeysel ilişki sevmiyorum. Eli yüzü düzgün diye biriyle bir ilişki 'denemek' gibi bir anlayış var insanlarda. İlişki, denenebilen bir şey değildir oysa bana göre. Birini tanırsın, seversin, hissettiklerin ona özgüdür, onda da sana karşı bir şey varsa, zaten ilişki yaşanır. Ama özne fark etmiyor da fiil üzerinden gidiliyorsa, zaten yanlış bir şey var demektir ortada bana göre. Buradan bakınca, bu şekilde olacaksa hiç kimse olmasa da olur diyorum hayatımda. Zaten öylesi bir ilişki, tüketim esasına dayandığından sadece zarar veriyor kişiye, başka bir şey değil. Kişiye göre değişen doğrular ve tarz bunlar elbette. Ben, "Az eşya, az insan, bol huzur" esasına dayalı bu yaşadığım hayattan gayet memnunum yani.
Özetle; benim açımdan şimdilik gayet keyifli burada yaşam. Hatta geç bile kaldığımı düşünüyorum kimi zaman, daha önce gelmediğime hayıflanıyorum. Aslında daha yazılabilecek, anlatılabilecek çok şey var buraya dair, buradaki yaşama dair. Henüz çok çok kısa bir zaman dilimindeki gözlemlerim, izlenimlerim bunlar. Yaşadıkça, gözledikçe, deneyim kazandıkça yine burada paylaşacağım olanı biteni.
Konuyla ilgili sorusu olanlar, sağ sütundaki "iletişim formu"nu kullanarak mesaj atabilirler.