Durakta beklerken, kulaklıktan bir ses yükselir; What if god was one of us... (Ya tanrı içimizden biriyse?)
Bazen sırf bu soru için durduk yere binerim otobüse.
Hakkaten lan, ya içimizden biriyse? Otobüsteki yabancıysa mesela?
Bindim otobüse. Şoförün tipine baktım. Cıks... bu olamaz. Baksana abi şu tipe, bariz cemaatçi bu. "Pasaklı" diyor şarkıda; şu olabilir mi acaba? Ya da "büyük" dediği için şu 1.90'lık yarma? "İyidir" de diyor ama; kesinlikle ikinci sırada oturan kumral güzellik olmalı. Tabii ya, baksana surata, cennetten geldiği çok belli bunun.
Ben böyle mal mal "Acaba hangisi" diye etrafıma bakarken, cemaatçi tipli şoförün sorusuyla kendime geldim:
- Bilaader, bilet atmıyo musun?
Hay... Kumral güzellik de bana bakıp güldü, iyi mi! Tanrıyı bulucaz derken rezil olduk gene...
Yanımdaki bıyıklı, gözlerimin içine derin derin bakmaya başladı birden. Bunun iki anlamı olabilirdi; ya "Aradığın benim" diyen tanrıydı bu, ya da bana yazmaya niyetlenmiş bir eşcinsel. Hayır hayır, bu oydu... Gözleriyle onay verircesine başını öne doğru salladı çoook hafif biçimde.
- Kime diyorum? Yok mu biletin?
Bu kez daha fazla sayıda kafa döndü bana. Yok işte, bilet almayı unutup dalmışım otobüse. Şarkı dönüp durmaya devam ediyordu kafamda; "Tek soru şansın olsaydı, ne sorardın?"... Otobüsteyim, tanrıyla karşılaşmışım ve tek soru hakkım var. Ne sorabilirim ki otobüste;
- Hacım, fazla biletin var mı?
Harika! Tanrıya sorulacak tek soru hakkımı da böyle harcamış bulundum.
- Akbil bassam olur mu?
+ Olur olur, ver.
Diritiid diitt....
- Teşekkür ederim.
+ Parası?
Parası mı? Parası mııı???? Püüüü... Ulan bu İstanbul tanrıyı bile bu hale getirmişse amına koyim ben böyle İstanbul'un! Uzattım bozukları.
- Eyvallah.
Bırak yaa bırak, ne eyvallahı?!?! Tanrı olmuşsun ama adam olamamışsın adaamm!!! Orada anladım "Yeaaah yeeaaah, god is good" vs ile ne demek istediğini. "He anam he, tanrı büyüktür, iyidir, he" gibisinden sarmış ince ince.
- Eee... Ben teşekkür ederim.
Tabii oğlum, ne olur ne olmaz. Terslenmeye de gelmez şimdi, ben totoyu sağlama alayım da... Tip tip baktı bana. Anladı mı lan acaba içimden geçeni? İyisi mi ben şöyle ufak ufak ilerleyeyim arkaya doğru.
"Eve gitmeye çalışan bir yabancı..."
Evet, en iyisi nereye gittiğini sorup emin olmak. Tekrar ön tarafa ilerledim.
- Afedersiniz, eve mi gidiyorsunuz?
+ Sana ne lan?
- Hayır yani, tanrıysanız diye sordum.
+ Ne diyosun lan sen?
- Tanrı değil misiniz?
Donk çitonk smock tock ... @!%&!=@+%&-
Şarkı bitti ve tam o an otobüs geldi. Sağıma soluma baktım, hala duraktayım. Otobüse doğru iki adım atıp durdum. Kafamda hâlâ nakarat yankılanıyor: What if god was one of us. Şoför, binip binmeyeceğimi kestirmeye çalışarak bana bakıyor;
- Karar ver. Binecek misin binmeyecek misin?
What if god was one of us?
Bırak yaaa, başlarım otobüsüne de yabancısına da.
- Yok, gelmiyorum.
+ Deli midir manyak mıdır nedir yaaa....
What if god was one of us?
- Taksiiiiiii...
Aynadan taksi şoförünü kesiyorum. "Tanrının bir adı olsaydı, acaba ne olurdu?"...
- Afedersiniz, adınız neydi?
Merhaba Cassey, nasılsın iyi misin?
YanıtlaSilSon yazdıklarında öyle bir hava var ki, sanki koca bir taştın ama rüzgarın etkisiyle savrulan kumlar taşı yontarak kendisine benzetiyor zamanlar. Aşındıkça sen de kum olup onlara karışıyorsun. Garip bir benzetme, farkındayım ama gerçekten aklıma gelen şey bu. Zamana nasıl da yenik düşüyor insan, değil mi? Uyanıyoruz, yiyoruz, konuşuyoruz, tartışıyoruz, tartıyoruz, gülüyoruz, ayıplıyoruz, kızıyoruz, üzülüyoruz, yuhalıyoruz... Bütün bunlar yaşanırken büyüyoruz, bir süre sonra artık buna büyüme değil, yaşlanma deniyor. Sonra artık bir bakmışsın yaş almış başını gitmiş. Etrafına bakındığında yüzlerce insan, yüzlerce hayat, yüzlerce hikaye... Sen de bir hikayesin, senin de bir yüzün var, sen de o hergün gördüğün yüzlerce insandan birisin. Başkaları da sana aynı gözle bakıyor, süzüyor, ayıplıyor, kızıyor, tartışıyor... Sonra farkediyorsun ki sen de onlardan birisin, Sahra çölündeki bir kum tanesi...
Sence insanların kaderi bu mu? Tamam kadere inanmıyorsun ama demek istediğimi anladın. Sence insan sadece var olmakla yetinmeli mi? Bir kum tanesi olmak yeter mi? Daha büyük birşeyin parçası olamaz mı? Daha ulvi bir amaç edinemez mi? Edinse bile boşuna mı olur? Sonuca ulaşamasa bile denemesi kendisine birşey kazandırır mı? Biliyorum ki sen boş biri değilsin, senin için bir kum tanesi olmak yetmiyor, hatta bu yüzden bu yazıları yazıyorsun, belki birileri okur da birşeyler edinir diye. Bu sana haz veriyor, en azından senin elinden gelen bu ve vicdanınını rahatlatıyor, çünkü senin elinden gelen ancak bu kadar. Peki sadece aklından geçen düşünceleri edindiğin deneyim ve yazma yeteneği ile klavye tuşlarına aktarmaktan çok daha zor ama kat kat daha fazla rahatlamanı sağlayacak daha ulvi bir amacın olabilseydi? O zorluğa katlanmayı seçer miydin? Mantığına uymasa bile? Bence bu yazının nereye gideceğini tahmin ettiğini düşünüyorsun. Cevabım hem evet hem de hayır. Belki de gecenin bu saatinde sadece klavyenin tuşlarına rastgele basmak geçti içimden...
AS
Yazma eylemi benim için yeni ve blogla sınırlı bir serüven değil. Blog ve sözlük dışında farklı mecralarda yazdım, yazıyorum yıllardır. Daha öncesinde, daha gençken yani, belki gençliğin de verdiği motivasyonla, bir şeyleri değiştirebileceğimi düşünürdüm. Buna inanırdım. Ancak son yıllarda, aslında akıntıya karşı kürek çektiğimin farkındayım. Yine de yazmaktan, pratikte çabalamaktan vazgeçirmiyor bu beni. Başka türlü davranamıyorum çünkü. Lanetli bir zorunluluk gibi yazmak sanki. Sanırım bu da değişmeyecek.
YanıtlaSilİnsan, çöldeki kum tanesinden, okyanustaki damladan daha fazlası değil. Kim olursa olsun, ne yaparsa yapsın, değil. Albert Einstein da değildi, Freud da değildi, Che de değildi... Biz, evrenin merkezine kendimizi koyduğumuzdan önemsiyoruz kendimizi; yaptığımız her eylemi önemsiyor, kutsuyor, anlam yüklemeye çalışıyoruz. İnsan türünün bu gezegen üzerindeki varlığı pek de eski değil. Ne kadar süreceğini de bilmiyoruz. Belki bir gün türümüz yok olacak ve gezegen yine milyarlarca yıl başka türlerle birlikte dönmeye devam edecek. Buradan bakınca, insanın yüklenebileceği en ulvi amacın ne denli kifayetsiz olduğu anlaşılıyor gibi aslında. Peki, bunu bilmeme rağmen neden yazmaya devam ediyorum? Çünkü yaşarken, gündelik hayatımız sürerken, o kadar uzak bir geleceği düşünmüyor insan. Yine merkezine kendimizi koyuyoruz evrenin. Akıp giden bir hayat var ve bu hayat, bizim dünya üzerindeki misafirliğimizin seyrini etkiliyor, belirliyor. Bu süreci daha güzel, daha keyifli bir hale getirebilme umudu işte...
Elimden gelen, sadece yazmak değil. Günlük yaşam pratiğim de böyle aslında. Hatta fazlası bazen. Yani sorduğun şekliyle, "sadece aklından geçen düşünceleri edindiğin deneyim ve yazma yeteneği ile klavye tuşlarına aktarmaktan çok daha zor ama kat kat daha fazla rahatlamanı sağlayacak daha ulvi bir amacın olsaydı?" sorusunun yanıtı: Böyle bir amacım hep oldu zaten. Bu amaçla yaşadım. O zorluğa katlanmayı seçtim ve bugün, bambaşka bir hayatım olabilecekken mevcudu yaşıyorum. Mantığıma uymayan bir amaç edinmedim kendime. Tıpkı mantığıma uymayan bir şeyi yazmadığım gibi.
Sonuca ulaşmasa bile, denemek kendisine bir şey kazandırır mı? Kazanım, herkes için farklı anlamlar içerir. Kendi adıma, hayattaki yolculuğum sırasında güzel şeyler kazandığımı düşünüyorum. Hayatımda olan insanlar da, böyle olduğum için hayatımdalar. En büyük kazanımlarımdan biri de bu olsa gerek.
Yaptığım şeyin adı ise; kağıtlara düştüğüm notları boş bir şişeye koyup şişeyi okyanusa fırlatmak belki. Olur da o şişeyi biri bulur, birilerine ulaşır harflerim...